Müzik ile oluşan ilk bağ, bir müzisyen için muhakkak önemlidir. Klasik bir soru olacak ama bize o ilk bağdan bahseder misiniz? Müziğe nasıl başladınız?
Ben 1949’da Fatih, Yavuz Selim’de doğdum. Eski Fatihliyim. Akşemsettin Caddesi’nde Emniyet Müdürlüğünün biraz üstünde otururduk. Benim müziğe ilgim biraz ağabeyimin etkisiyle oldu. O benden altı yaş büyük, ben ilkokuldayken o liseye gidiyordu. O dönemde okullarda mandolin, mızıka, kaval dersleri falan olurdu. Oradan etkilendim ilk. Sonra ağabeyim bir bağlama aldı, ben de bir gitar aldım. Babam sağ olsun bir akrabadan almıştı. Tam o sıralarda (1961-62) müzik kültürü, dünyada da Türkiye’de de zenginleşmeye başlamıştı. O yıllarda dünyada Beatles diye bir grup çıkmıştı, ardından Rolling Stone… Baktık ki bizim yaşımızdakiler, bizden büyük gençler, işçi sınıfı çocukları kendi mahallelerinde müzik yapmaya başlıyorlar dünyada. Kendilerini ifade edip büyün dünyaya duyuruyorlar. Bizim ülkede de başlamıştı böyle müzik hareketleri. O yıllarda neredeyse Türkiye’nin her tarafında her mahallede gençler bir grup kurmuştu. Biz de onlardan biriydik. Tabii daha yeni başlamıştık, çok kötü çalıyorduk. Sonra ben Vefa Lisesi’ne geçtim. O yıllar okullar imkânlar bakımından bu kadar iyi değildi. Mahallede bir arkadaşla birlikte bir grup kurduk okulda. Pek iyi gitmiyordu o grup. Şehzadebaşı Kulüp Sineması vardı, filmlerden önce gruplar çalardı. Oraya başvurmuştuk.
Türküler, halk müziği, Türk sanat müziği olurdu. Sihirbazlar, hokkabazlar da gelirdi. Eski Direklerarası tiyatrolarının 60’lı yıllarda revize olmuş hâliydi, o geleneğin devamı gibiydi. Ben de o geleneğin içinde yerimi aldım bir şekilde. Orada her gün beş defa, filmlerden önce çalıyorduk. On üç, on dört yaşındaydım. Her gün bu şekilde çalınca kendimizi geliştirme imkânı bulduk. Grubumuzun adı Volkanlar’dı. Grupta işi ilerilere götürdük, geliştirdik. Zaman içinde bu şekilde gelişim Moğollar’a kadar vardı. O zamana kadar yaşanan pek çok olay, macera var. Her kişi, herkes ayrı bir dünya. Hepsi bir şey katıyor. Niyetimiz de ortak; o da dört-beş kişi bir araya gelip uyum içinde keyif alarak müzik yapmak. Saçma sapan tartışmalar, kavgalar yerine birlikte keyifli vakit geçirip bunu bir de seyirciyle paylaşmak o insanlar arasına bir uyum, barış getiriyor. Müziğin getirdiği bir şey bu esasında, o çok önemli. Hayatta da öyle davranıyorsunuz. O yüzden ilk gençlik yıllarım çok keyifli zamanlardı.
Bir efsanenin doğuşu
Peki, Moğollar ile olan tanışıklığınız nasıl başladı? Gruba ne zaman dâhil oldunuz? Grubun müziğe dair amacı neydi? Yani, neyi ne şekilde, nasıl dile getirmek istiyordunuz müzikle?
Ben bir ara bir profesyonel orkestrada çalıştım. Okan Dinçer-Kontrastları diye bir orkestraydı. Erkut Taçkın’a da eşlik ediyorduk, rahmetli Okan da öyle. Onlar şimdi hayatta değiller ne yazık ki. Zafer Dilek vardı, o da önemli bir müzisyendi. Öyle bir ekiple çalıştık. Bu faaliyetimize son verdiğimizde ben Erkin Koray’la bir turneye çıktım. Sonra İngiltere’ye gittim, dört ay orada kaldıktan sonra Türkiye’ye döndüm. O sırada Moğollar kurulmuştu. Ama ekipteki herkesle tanışıyorduk zaten. Cahit Berkay, Aziz Azmet, Engin Yörükoğlu ve Murat Ses ile zaten arkadaştık.
O yıllarda İtalyan, Fransız şarkılarına Türkçe söz yazma modası vardı. Bizim yaptığımız müzikten ayrı bir ekol. Bir de Altın Mikrofon Yarışması yapılıyordu o dönemlerde. Türkiye’deki bu potansiyeli fark edilip bu tür yarışmalar düzenleniyordu. Belli yarışma kuralları da vardı. Türk halk müziği, Türk sanat müziği gibi bize ait türleri alıp Batı sazlarıyla, yani davul, bas gitar, elektro gitar, klavye ya da org gibi enstrümanlarla icra edildiği bir formattan bahsediyoruz. Biz de 1968’de “Ilgaz” şarkısıyla girmiştik yarışmaya ve üçüncü olmuştuk. Moğollar’a da tüm diğer tarzdaki gruplara da bir şey getirdi bu yarışma. Ülkemizin öz müziğiyle karşılaşmak, o kaynaklardan bir şeyler öğrenmek, onu yeni bir formatta ortaya çıkarmak gibi… Çok katılanlar oldu. O yarışmada kazanan “Meşelidir Enginde Dağlar Meşeli” adlı şarkıyla TPAO Batman Orkestrası’ydı.
Anadolu ezgileri yeni formatta yeniden söyleniyor, çalınıyordu o dönemlerde. Cem Karaca 1967’de “Emrah” isimli şarkı yapmıştı ki bence Anadolu pop, Anadolu rock tarzının ilk örneğiydi bu diye düşünüyorum. Erkin Koray, Barış Manço, Cem Karaca zaman zaman Moğollar grubuyla çalıştılar. Ben Moğollar’a 1968’in sonunda katıldım. Herkes böyle bir şeye hazırdı zaten, sadece ismi konulmamıştı. Hasan Sel vardı ilk ekipte, o ayrıldı, onun yerine ben girdim. Sonra turne yapmaya başladık. O turnede Türkiye’nin her tarafına gittik. Belki daha önce hiç konser, tiyatro etkinliği olmamış kasabalarda bile çaldık. Kültür çok zengindi; Yunus Emre’nin, Pir Sultan Abdal’ın şiirleriyle, halk türküleriyle çeşitli bölgelerde tanınmaya başladık… Gittiğimiz yerlerde kitapçılar oluyordu. Oralarda halk şiirlerine, halk müziğine dair bir şeyler, notalar falan oluyordu. Tabii 35-40 gün süren süreçlerde İstanbul’a döndüğümüzde plak yapmak için birtakım yeni şarkılar da yapıyorduk. Bir antikacıdan cepken bulmuştum, bel kuşağı falan. Giyimde de böyle bir şeyler yapmıştık. “Dağ ve Çocuk” şarkısını çıkardıktan sonra, “Anadolu pop” diyelim dedim yaptığımız müziğin ismine. Hakikaten döndükten sonra da bunları gerçekleştirdik ve birdenbire dikkati çeken bir şey oldu bu müzik dünyasında. Her türlü bağlama, kabak kemane, yaylı tambur gibi enstrümanları kullanan Moğollar ilgi çekti. Yani ilk öyle kendimizi ispatlamış olduk.
El yordamıyla oluşturulan sentez müzik
Aslında sorularımdan biri de buydu. Yani Anadolu turneleri müziğinizde nasıl bir etki uyandırdı, nasıl dönüştürdü?
Bu serüveni, yaptığımız işi; bir noktada Cumhuriyet’in ilk çeyreğinde Mustafa Sarısözen’in ve pek çok müzik bilginin Anadolu’ya gidip oradaki müzikleri dinleyip yeniden işlemesine yönelik çabaya çok benzetiyorum. Çok okuyorduk, o yıllarda yayınlar da çoktu. Ben mesela Bela Bartok’un kitabını bulup okumuştum. Anadolu’ya gelip araştırma yapıyor. Pantatonik yapıların, Orta Asya etkileri olduğunu savunuyor. Bu etkilerin Macaristan’a vardığını düşündüğü için Anadolu’yu araştırmak istiyor ve Türkiye’ye geliyor. Adnan Saygun onun asistanlığını yapıyor. Bir at arabasıyla yaylalara çıkıyorlar Adana’da, Osmaniye’de falan. O yaylalarda yaşayan insanların hâlâ eski kültürlerini sürdürebildiklerini düşünüyor. Bu sebeple müziklerini fonografa kaydediyor, notaya alıyor. Bunları yazdığı kitabı çok değerlidir. Bu konuda çok belgeseller yapıldı.
Yani bunların farkındaydık ama eğitimli müzisyenler değildik. Sonuçta rock müziği temelinden gelen bir grubuz. Yine de kendi anlayışımızla, el yordamıyla bir şeyler oluşturduk. Aslında doğruymuş. İlginç, o zamanlar bunları bilemezdik ama demek ki sevgiyle, saygıyla yaklaşınca ortaya çıkıyormuş. Kendi kültürümüzü özümseyip oradan modern bir şey çıkarabilme çabasıydı bu. Bizden olanı yeni bir müzikle besleyebilmek, çok değerli. Bu bizden olanın şovenizmini yapmak da değil. Dünyada binlerce kültür var. İnsanlık denilen hikâyede o kadar çok müzik var ki “Biz de buyuz sizin aranızda, böyle bir şey geliştirdik” diyebilmek bizim yaptığımız. Öbür türlüsü şovenizme ve mantıksız, sonu olmayan bir milliyetçiliğe gidiyor. Gelecekte dünya bunu daha iyi anlayacak. O yüzden sadece Moğollar değil, Barış Manço, Erkin Koray, Cem Karaca gibi isimler de katkı sağladılar müziğe. Erkin Koray Alman Lisesi’nde okuyordu. Ailelerimiz zengin değildi. Yalnız Cem Karaca’nın ailesi tiyatrocuydu. O Robert Koleji’nde İngilizce okuyordu. Barış Manço da Galatasaray Lisesi’nde Fransızca eğitim alıyordu. Son yıllardaki bakış açısıyla düşünülünce bu isimler elit, Batıcı insanlar gibi geliyor ama ülkenin kültürünü özümseyip kendilerini açıyorlardı. Oradan modern bir kişilik yarattılar. Bu hikâye de hem buraya hem dünyaya ait oldu. Ben de bir işçinin çocuğuydum, İstanbulluyduk. İstanbul kültürünün farkındaydık.
Anadolu rock’ın unutulmaz isimleri
Erkin Koray, Cem Karaca ve Barış Manço gibi isimlerle birlikte çalıştınız. Ortak bir müzikal dili beraber oluşturmak, kendi sürecinizde ne kazandırdı?
Onlarla çalışmış olmak benim için çok keyifliydi. Üçü de dünya tatlısı, birbirinden çok farklı müzisyenlerdi. O yüzden farklı açılardan şeyler katıyorlar. Erkin Koray, esasında içine kapanık bir insandı. Bazen inatçılık yapardı, hak arama konusunda falan kavga eden biriydi, şahsına münhasır bir kişiliği vardı. Son derece dürüsttü ve o konuda da ısrarcıydı. Dürüst olmak adına yalnız kaldı. Müthiş bir müzisyen, müthiş kibar bir insandı.
Barış Manço, çok aktif bir insandı, etrafa neşe yayardı. Çok okuyan, zeki, hızlı düşünen, hızlı konuşan biriydi. Vizyonerdi, geleceği görür, ona göre yatırımlar yapardı. Aynı zamanda çok iyi bir ticaret adamıydı. Yaptığı işi çok iyi pazarlardı. Kıyafetlerinden tavırlarına her şeyine çalışıyordu. Çok iyi bir denge buldu. Ülkeyi, halkı çok iyi tanıdı. Onlara uyan bir çizgiydi bulduğu.1970’lerde Barış Manço ile biz Moğollor Frasansa’dan beraber çalışma kararı alıp döndük. O yolculuğu eski bir minibüsle yapmıştık. Minibüsü ucuza almıştı, para konusunda da çok dikkatliydi, hesabını iyi yapardı. Biz minibüse doluştuk, 3000 kilometre öyle yol yaptık. Enstrümanlar, amfiler falan, o zamanın televizyon ekipmanları, kameralar, monitörler… “Ya Barış, bunlar ne?” dedik. Daha Türkiye’de televizyon kurulmamış, TRT yayına başlamamıştı. “Bir gün televizyonlar yayına başlayacak, insanlar seyredecek ve ben de programlar yapacağım. Ona hazırlanıyorum” dedi. Sonra televizyon programlarının duayenlerinden birisi oldu. Daha Sovyetler yıkılmamıştı, bir gün “Sovyetler yıkılacak, Türk cumhuriyetleri oluşacak. Biz aynı kültürden oluşuyoruz” dedi. Onun böyle bir milliyetçi tarafı vardı. Şarkılarında da onun etkisini duyuyoruz.
Cem Karaca derseniz o bambaşka bir insandı. Hiperaktifti, çok okurdu, çok şey bilirdi. Bildiklerini de anlatmayı çok severdi. Ama boş konuşmazdı hiç. Sol kültürle ilgili çok şey okurdu. Ben de meraklıydım, ben de okurdum. Beraber çok konuşurduk, bu konuları tartışırdık. Sosyalist gerçekçilik, kültürde sanatta ne olmalı gibi konuları konuşur, eleştirirdik. İnanılmaz üretken bir insandı. Durmadan bir şeyler yazardı. Bir gitarı vardı onun, hemen bir şeyler üretirdi. Telefon eder, “Seni gelip alıyorum, çalışalım, kayıt yapalım” derdi. Kısa hayatında böyle çok güzel şarkılar üretti. Harika bir sesi vardı, onu çok iyi kullanıyordu. Anne ve babası da tiyatrocu olduğundan hayatı da tiyatroda geçmişti. O yüzden tiyatral bir tavrı vardı, inandırıcıydı sahnede, doğaldı. O tiyatro kültürüyle de şarkılar yaptı. “İhtarname”, “Kerem Gibi” ve daha bir sürü şarkı buna örnektir. En uzun onunla çalıştık. Ayrıca o dönem onun içinde bulunduğu Dervişan grubuyla “Yoksulluk Kader Olamaz” albümünde de birlikte çalıştık. Ben, Sefa Ulaştır, Hami Barutçu, Murat Töz gibi harika müzisyenler de vardı. Yani sadece Moğollar değil, bir ekoldü bu müzik. Herkes herkesi tanıyordu. Kurtalan Ekspres, Dervişan, Moğollar sanki hepimiz aynı gruptuk. 100-150 kişi arkadaştık, Edip Akbayram, Dostlar… Arkadaşlarımızdı hepsi.
Yeni bir müzik türü: Anadolu pop / Anadolu rock
Peki, ürettiğiniz müziğin türüne yönelik nasıl bir açılım yapıyorsunuz?
Biz bu müziğe Anadolu pop diyorduk ama Cem buna çok kızardı. “Öyle şey olmaz” filan diyordu. “Ayakları yere basan bir Türk rock müziği” diyordu, yaptığı müziği o böyle açıklıyordu. Ben tabii bir türe isim takmayı sevmiyorum. Çünkü her müzisyen, her kişi, her insan ve her grup ayrı bir karakter. Dolayısıyla ayrı şeyler yapıyorlar. Çünkü bir grupta beş kişi varsa her biri farklı bir şey ortaya koyuyor ve ayrı bir resim çıkıyor ortaya. O yüzden bir standarda sokmak istemem müziği. Ama bu arada pop ve Anadolu pop, Anadolu rock kavramlarını da ilk yumurtlayan benim. Yani ben böyle bu kadar yaygınlaşsın diye söylemedim. Sadece kendi yaptığımız müziğe bir isim verelim diye bir fikir attık ortaya. Ama isim bir kategori hâline geldi.
Rock müzikteki bu ekol sadece Türkiye’de değil, diğer ülkelerde The Beatles, Rolling Stone, Genesis gibi gruplar dünyanın her tarafında aynı zamanlarda varmış. Bunu şimdi keşfediyor dünya 60’larda hangi gruplar vardı diye. Ben de meraklıyım. Japonya’da, Moğolistan’da, Ukrayna’da, Rusya’da, İsrail’de, Arap ülkelerinde neler var mesela? Hatta Erkin Koray bir Arap grubunun şarkılarından esinlenip şarkılar yapmıştı, o da tartışılıyor intihal mi değil mi diye. Dünyanın her tarafından pek çok akım var. Ama tabii bunun temeli rock müzik. Beat müzikle başlayıp sonra rock’n roll, rock müzik olarak anılan müzik yani. Dünyanın halk müziği gibi bir şey artık. Çünkü dünyanın her tarafında şehirlerde, mahallelerde gençler bir şekilde öyle bir format kuruyorlar, bir anlatma biçimi çıkarıyorlar ki her ülke kendi müzikal karakterini katabiliyor. İçine kendi hikâyesini, kendi kültürünü, ritmini ekliyor rock müzik temelinde. Rock bu yüzden bence gezegenin halk müziği. Ülkelere göre, bölgelere göre değişen çeşitli kısımları, alanları var diyebiliriz.
Hikâyesi yoksa şarkının, slogan olmaktan öteye gidemez
Toplumun yapısı, yaşanılan olaylar ve içinde bulunduğu durumlar müzik yaratımında etkili oluyor muhakkak. Yazarken, bestelerken, çalarken içinizde bulunduğunuz toplum, müzik üretiminizde nasıl bir rol oynadı?
Bunu bir örnekle anlatayım. Bir zamanlar Bergama’nın kırsal bir bölgesinde siyanür vasıtasıyla altın çıkarılma girişimi olmuştu. Yabancı bir şirket, bir de onun yerli ortakları falan o dönemde çok konuşulmuşlardı. Köylüler gelip köprüde eylemler yapıyordu, çok ses getirdiler. Ama şirket faaliyete geçti, hâlen de sürdürüyor. “Ağaç dikiyorum” diyor ama toprak siyanürle zehirleniyor yani. Bu artık bilinen bir şey. Orada İzmirli şair bir arkadaşım, o köylerdeki evlerden birinde birkaç dörtlük yazıyor. Oradaki bir taşın, kitabe gibi bir şeyin üzerine yazıyor onu. Sonra o şiiri bana verdi, ben de besteledim. Nasıl besteledim? İşte yerel özellikleri kattım. Zeybek türü vardır ya halk müziğinde, biraz o ritimlerde besteledim ve “Ünlüler Altın Takar mı?” şarkısı çıktı ortaya. Şarkı kendi hikâyesini anlatıyor yıllardır konserlerde veya başka bir şekilde. Buna benzer çok şey var. Mesela Turgut Berkes arkadaşımızdı. Birçok sözleri de o yazmıştı Cahit Berkay’ın birçok bestelerine. “Bir Şey Yapmalı” şarkısına o söz yazmıştı. Bu şarkı da artık bir olumsuzluğa karşı ses çıkarma görevi, misyonu taşıyor konserlerde. Her şarkının arkasında bir sebep var. “Kalkın da bir protest şarkı yazalım, besteleyelim” şeklinde gerçekleşmiyor, hepsi hayatın içinden gelen şeyler sonuç olarak. Hikâyesi yoksa bir şarkının, slogan olmaktan öteye gidemez zaten.
1976’da Moğollar dağılıyor ve 90’larda yeniden bir araya geliyor. Müzikte değişen ya da yeniden yaratılan şey neydi? Sizi bir araya getiren, yeniden birlikte müzik yapma sürecini oluşturan şey neydi? Müzikte değişen şey ya da aynı kalan neydi?
1976’da Cahit ile Engin Fransa’da yaşıyorlardı. Ben burada Dervişan ile çalışıyordum. Grup olarak toplu çalışmıyorduk. Onlar da nokta koydular. Engin uzun yıllar orada yaşadı. Cahit ise sonra döndü 80’lerden sonra. Ben de 12 Eylül Darbesi olmadan Dervişan ile olan çalışmamızı bitirdikten sonraydı. Annemi ziyarete falan gidiyordum, Fatih’te makineli tüfeklerle ateş açılıyordu. Kadınlar yere yatıyordu falan. Ben de o anda düşündüm ve hayatımı değiştirecek bir karar verdim. Doğrudan Fatih Askerlik Şubesi’ne uğradım. Sekiz yıldır gitmediğim askerliğime gittim ve 18 ay askerlik yaptım. Amacım ondan sonra yurt dışına gitmekti. Çünkü hakikaten iş çığırından çıkmıştı. Her gün 20-30 kişi ölüyordu. Sokaklarda bombalar patlıyordu. Demek ki darbe yapmak için sebep yaratılıyordu bir şekilde. Hem sağdan hem soldan herkes tehlikedeydi. İyi niyetli ülkücü de devrimci de olsanız bir bomba patlıyor bir şiddet sarmalının içine giriyorsunuz. Aynı şeyi iki taraf da yaşadı. Benim iki taraftan da arkadaşlarım vardı. Sonuçta darbe hazırlığıymış bu, onu anladık. Ben onu hissettim işte, askerlikten sonra Almanya’ya gittim. Almanya’ya haziranda gittim. Eylülde de darbe oldu zaten. Benimle ilgili bir durum yoktu, yani bir soruşturma vesaire söz konusu değildi. Ama on sene Almanya’da kaldım.
12 Eylül Darbesi her şeye ara verdirdi. Kültür, sanat, müzik alanlarında da öyle. Cahit 80’lerde benden önce dönmüştü. Ben 1991’de döndüm. O yıllarda Fuat Güner’in stüdyosunda çalışıyordum ama müzik yapmıyordum. 1992’de falan Leman dergisinde Kaan Ertem diye bir çizer arkadaş, köşesinde “Moğollar yeniden birleşsin, konser versinler” diye bir kampanya açmış. Bir sürü mektup gelmiş ona cevap olarak. Onu görünce Leman dergisini aradım. Engin, Cahit ve ben, üçümüz vardık. Murat Ses yurt dışındaydı, Amerika’daydı. Kaan Ertem o mektupları bir dosya hâlinde bize verdi. Her yaştan dinleyicinin yazdığı beş, altı bin mektup vardı. Bir deneyelim dedik. Murat Ses’i çağırdık, Amerika’da kalmak istediği için gelmedi. Serhat Ersöz’ü aldık gruba. Ne yapalım, ne edelim derken eskiyi tekrar etmek yerine yeni şarkılar yapalım diye düşündük. 90’lı yıllarda yaşanan Susurluk Olayı, Sivas Katliamı gibi olaylardan etkilenerek Cahit çeşitli şarkılar yazdı. “Issızlığın Ortasında”, “Bir İleri Bir Geri” gibi şarkılar bu olayların etkisiyle yazıldı. Yani Moğollar biraz daha değişik bir misyonla ikinci hayatına başlamış oldu 1993’te.
Müziğin peşinden yılmadan giden, üreten bir müzisyen
Günümüzde teknolojik gelişmelerle birlikte hem toplumsal alanda hem de sanatın yeniden üretimi noktasında yeni bir yapı söz konusu artık. Müzik yaratımında da bu teknolojilerin etkilerini görüyoruz, siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünyada müzik biraz fazla ticari hâle geldi, dijital platformlar falan çıktı. Plaklar, CD’ler satılmaz oldu. Ama dijital platformlar da bir eşitlik, bir demokrasi getirdi. Çünkü eskiden plak şirketleri insanların yüzüne bakmadığı için kimse sesini duyurma imkânı bulamazdı. Şimdi herkes şarkısını bu platformlara yükleyebiliyor. Aradan harika şeyler çıkıyor. Müzik öğretimi de çok hızlandı internet sayesinde. Müzisyenler çok hızlı öğrenip hemen müzik yapmaya başlıyorlar. Çok sayıda harika genç gruplar var. Halk müziğinde, cazda, rockta her alanda harika genç müzisyenler var. Çok iyi işler çıkarıyorlar. Ama ülkemiz istikrarsız. Ülkemiz 29 Ekim dolayısıyla Akrep burcunda. Biraz huzursuz, istikrarsız bir burç akrep. Ondan dolayı mı acaba baştan bu yana hep sorunlarla karşılaştı diyorum. Bir yönetim sorunu vardı hep. Bugün de aynı. “Dinleyiverin Gari” şarkısı mesela. Cahit, şarkı bittikten sonra “Sakın kimse alınmasın, biz bu şarkıyı 93’te yapmıştık” dedi. O zaman işte Çiller dönemi, İstanbul’daki İski Skandalı olmuştu. Ona yapmıştı da her zamana uyuyor o şarkının sözleri.
Şu anda Türkiye’deki müzikte de bende de şu var artık; yazmak, bir şey söylemek istemiyorsun. “Çünkü zaten söylemişim bunları” diyorsun, devamlı tekrar ediyor söylediklerin farklı bir renkte. Yani bu üzücü bir şey. Fakat gençler üretiyorlar. Hoş, ben de üretiyorum, durmuyorum. Evde küçük stüdyo gibi bir alan kurdum, 2017’den beri her sene plak yapıyorum Moğollar’ın dışında. 1920’lerin, 30’ların kayıp şarkılarından oluşan “Elektrik Gromofon” diye bir plak yaptım, evde kaydettim. 500 adet basabiliyoruz, bütçe ona el veriyor ama bir dinleyicisi de var, gidiyor. Sonra 2018’de başka bir plak yaptım, “Saykodelize Edilmiş Türküler” (Sayko Ana) diye. 2019’da “Asrî Sada” plağını çıkardım. İstanbul’un eski garip, komik hikâyelerini, Cihangir vampirini, Rıfat Telgezer’in cambazhanesini anlatan şarkılar bulunuyor içinde. Bu şekilde okuyorum, fikirler ediniyorum ve yazıyorum, besleniyorum. Az sayıda plak basarak belge bırakıyorum. Boş durmuyoruz tabii ama bir yandan da bu ülkenin bir istikrara kavuşmasını bekliyoruz. Siyasetçiler, birbirleriyle kavga etmek yerine sorunlara çözüm bulmalılar. Müzik yapan gençlerin de bu rahatlığa ihtiyacı var. Kendilerini geliştirmek için, istediklerini yapmak için gençler rahatlık bulmalı. Her şeyden önce “Acaba kirayı nasıl ödeyeceğim?” diye düşünmemeli. Bu ülke üretim noktasında zengin bir ülke.