}
28 May 2025

Prof. Dr. Mustafa Şahin: “Gayemiz mirasımızı aktarmak”

İznik Gölü'ndeki bazilika keşfi, UNESCO süreci ve su altı arkeolojisini Bursa Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Şahin ile konuştuk. Şahin, Türkiye'nin kültürel mirasını koruma ve gelecek nesillere aktarma vizyonunu aktardı.

Hocam hem kara (örneğin Miletupolis, Apollonia ad Rhyndacum) hem de su altı (özellikle İznik Gölü, Beyşehir Gölü gibi tatlı su ortamlarında) kazı deneyimleriniz bulunuyor. Su altı arkeolojisini kara arkeolojisinden ayıran temel metodolojik farklar nelerdir? İki alanda da yaptığınız çalışmalardan hareketle yöntemsel açıdan ne gibi farklılıklar deneyimlediniz?

Öncelikle 1987 yılından itibaren aralıksız kara kazılarında yer alıyorum. İlk olarak 1987’de Erzurum'da Sos Höyük kazılarına katıldım. Daha sonra 1988-1989 yıllarında Kyzikos’ta Prof. Dr. Abdullah Yaylalı başkanlığındaki ilk dönem kazılarında yer alma fırsatı buldum. 1990-2001 yılları arasında Muğla, Datça’da bulunan Knidos Antik Kenti’nde kara kazılarında heyet üyesi olarak çalıştım. 2005 – 2015 yılları arasında Bodrum’un Gümüşlük Mahallesi'ne yer alan Myndos kentinde kazı başkanlığı yaptım. 2002’de Selçuk Üniversitesi’nde Arkeolojisi Bölümü Su Altı Arkeolojisi Anabilim Dalı’nın kurucu başkanı olarak atandıktan sonra Beyşehir Gölü’nde ve Kubadabad Sarayı’nda araştırmalar yaptım. Bu proje ilk su altı araştırması ile tanışmama vesile oldu. 2014’te İznik Gölü’ndeki Bazilika Kilise’nin keşfini yaptıktan sonra bütün ilgi ve odağımı su altı arkeolojisine kaydırdım. İznik Gölü’nde 2015 yılında başlattığımız su altı araştırma ve kazı çalışmalarına günümüze kadar aralıksız devam ettim.

1960'lardan itibaren su altı arkeolojisi konusunda çeşitli araştırmalar var. Bu çalışmalar, uzun yıllar boyunca sadece Amerika Birleşik Devletleri’nden George Bass'in öncülüğünde yapıldı. Bu kapsamda özellikle Bodrum-Antalya arasındaki kıyı şeridinde geniş taramalar gerçekleştirildi, batıklar keşfedildi ve su altı çalışmaları ilk o aralıkta başladı ülkemizde. Daha sonra rahmetli hocamız Prof. Dr. Hayati Erkanal’ın Limantepe kazıları su altı arkeolojisi açısından önemli adımlardan biri oldu. Böylelikle yerli diyebileceğimiz ilk su altı kazı çalışmaları da başlatıldı. Ancak bu çalışmalar, kurumsallıktan uzaktı. Daha çok dalış öğrenen ve bröve alan arkeologlar bu çalışmalarda bulunuyordu. 2000’li yıllara kadar böyle devam etti. Ardından tarafımızdan açılan Su Altı Arkeoloji Anabilim Dalı bünyesinde sürdürülen sıkı eğitimlerle su altı arkeologları yetiştirilmeye başlandı.

İki alanda da sahada bulunan birisi olarak su altı ve karada kazı çalışmalarının arasında arkeoloji bilimi açısından herhangi bir fark olmadığını söyleyebilirim. Ancak su altında, bize ait olmayan bir dünya bulunmakta. Bu nedenle o dünyaya uyumumuzu sağlayacak ekipmanlara ihtiyaç var. Her iki disiplin arasındaki en önemli fark da bu. Farklılık birkaç unsuru beraberinde getiriyor.

Öncelikle çalışma ekibinin oluşturulması su altı için biraz daha güç olabiliyor. Kara kazılarında birkaç uzmanla birlikte ekipte çok sayıda işçi yer alıyor. Bu işçileri bulmanız daha kolay oluyor. Ama su altı için vasıflı işçi bulmanız çok zor. Su altı kazılarında yetişmiş eleman olmadan kazı yapmak mümkün değil. Aynı zamanda kara kazıları, kazı olarak fazla büyük bütçelere ihtiyaç duymayan kazılardır. Sadece bir kazma, bir kürek, bir de el arabası işinizi görür. Ama su altında kazma kürek yeterli değil; su altında yaşamaya devam edebilmeniz için SCUBA ekipmanına ihtiyacınız var: BC gibi su altına iniş çıkışı sağlayan özel yelekler, oksijen tüpleri, regülatörler ve maske olmadan su altında çalışamazsınız. Ayrıca hafriyat toprağını suyun dışına taşımayı olanaklı kılacak özel düzenekler de gerekiyor. Mesela biz İznik’te su motorlarıyla çalıştık hafriyat toprağını karaya taşımak için. Neredeyse kazı bütçesinin dörtte biri civarında parayı elektriğe harcıyoruz. Bu motorların bakımı ve onarımı da başlı başına bir maliyet gerektiriyor. Bir de tüplerin doldurulması, kompresörler vs. var. Bu yüzden su altı arkeolojisi; büyük bütçe, emek ve performans gerektiren bir alan. Ama aynı zamanda çok da keyifli bir alan. Kendinize ait olmayan bir dünyaya müdahale edip orada kültürel mirası koruma altına almaya, onları toparlayıp karaya taşımaya çalışıyorsunuz. Bu bile başlı başına çok keyifli, mutlu edici bir şey.

“Su altı keşifleri, tarih yazımını doğrudan etkiler”
Su altı arkeolojisi, kara arkeolojisinde olduğu gibi tarihe dair bize pek çok şey söylediği muhakkak. Sizce su altı dünyası; denizcilik tarihi, ticaret yolları, antik limanlar ve batık şehirler gibi konularda geçmişe dair bize neler öğretebilir? Bu alandaki keşifler, tarih yazımını nasıl etkiler?

 Öncelikle tarih ve arkeoloji arasındaki temel farkı anlamak lazım. Tarih, hipotezler üzerine kurulu bir bilim dalıyken, arkeoloji somut kanıtlar arar. Arkeologlar, titizlikle yürüttükleri kazı çalışmalarıyla elde ettikleri bulgularla tarih yazımına kesinlik kazandırır; zira hipotezleri belgeleyen ve delillendiren onlardır. Su altı arkeolojisi için de bu geçerlidir.

Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülke olarak Türkiye; Akdeniz, Ege, Karadeniz ve Marmara gibi denizleri ile Van, Beyşehir, İznik gibi iç gölleri ve Fırat, Dicle, Aras gibi nehirleri düşünüldüğünde su altı arkeolojisi açısından oldukça merak uyandırıcı bir coğrafya. Su üzerinde yapılan ulaşım, her ne kadar henüz elimizde kanıt olmasa da insanlık tarihi kadar eski olmalıdır. Örneğin deniz ulaşımı olmadan ne Avustralya’ya ne de Kıbrıs’a yerleşim mümkün olabilirdi. Kadim uygarlıkların beşiği olan Anadolu kıyıları oldukça önemli kanıtlara sahiptir. Biz su altı arkeologları olarak su üstünde yapılan ulaşımın en eski delillerini arıyoruz.

Antik Çağ’da gemilerin açık denizde yön bulma kabiliyetlerinin kısıtlı olması, özellikle pusula ve zaman ölçüm cihazlarının yokluğu, deniz ticaretini kıyı şeridine bağımlı hâle getirmiştir. Mısır'dan kalkan bir geminin, Antalya'ya ulaşabilmesi için Filistin kıyılarını takip ederek Mersin, Anamur, Alanya üzerinden kıyıya paralel bir yol izlemesi gerekmiştir. Bu durum; Türkiye'nin Akdeniz'deki uzun kıyı şeridini, geçmişte batan sayısız gemi ve kalıntıyla dolu devasa bir potansiyel alanı hâline getirmektedir. Geçtiğimiz 12 bin yıllık süreçte her yıl bir gemi batmış olsa bu kıyılarda 12 bin batık olabileceği anlamına gelmektedir. Bu örnek de su altı kültür mirası potansiyelinin büyüklüğünü gözler önüne sermektedir. İç sularımız da benzer şekildedir. Örneğin Sümer, Asur, Urartu gibi medeniyetlerin nehirler üzerinden gerçekleştirdiği aktif ticaretin boyutunu da henüz bilmiyoruz. Yine örneğin Urartu Krallarının da Van Gölü’nü su üstü ulaşımda nasıl kullandıkları konusundan bihaberiz. 

Kıyılarımızda günümüzde su altında kalan ancak geçmişte önemli işlevleri olan çok sayıda antik yerleşim ve liman bulunmaktadır. Neolitik ve Kalkolitik dönemlerde insanların deniz kıyısında yerleşim kurmaktan çekinmediği, balıkçılıkla geçindiği bilinmektedir. Ancak suların yükselmesi ve depremler gibi doğal afetler (örneğin 1999 Gölcük Depremi’nde olduğu gibi), kıyı yerleşimlerinin su altında kalmasına neden olmuştur. Dolayısıyla kıyılarımızda hem batıklar hem de su altında kalmış yerleşimler, su altı arkeolojisi için büyük bir araştırma potansiyeli sunmaktadır.

Su altı keşifleri, tarih yazımını doğrudan etkiler ve bilinmeyen ticaret yollarını, etkileşimleri ve ilişkileri ortaya çıkarır. Örneğin, Kaş açıklarında bulunan ve Mısırlı tüccarlara ait olduğu tahmin edilen Uluburun Batığı, 5 bin yıl önce Mısırlıların deniz yoluyla bakır ingot gibi hammaddeleri ticaret amacıyla taşıdığını göstermiştir. Bu batık, farklı kültürler ve şehirler arasında, limandan limana ticaretin nasıl yapıldığına dair eşsiz bilgiler sunmuştur.

Tunus açıklarındaki Mahdiya Batığı ise Anadolu'dan Roma'ya taşınan eserlerin, özellikle bronz heykellerin bilinmeyen tür ve gruplarını gün yüzüne çıkarmıştır. Bu tür batıklar hem ticareti hem de Romalılar tarafından yağmalanan ülkelerin kültürel potansiyelini anlama ve tarih yazımına dâhil etme açısından son derece önemlidir. Bu keşifler, tarih yazımında belgelenebilir ilişkilerin ortaya konulması açısından kritik bir rol oynamaktadır.

“Su altı bilimleri açısından Jacques Cousteau'ya çok şey borçluyuz”
Su altı kültürel mirasının korunması neden önemlidir? Bu mirasın karşı karşıya olduğu en büyük tehditler (doğal ve insan kaynaklı) nelerdir ve bunlarla nasıl mücadele edilebilir? Türkiye'deki su altı mirasının karşı karşıya olduğu tehditler hakkındaki gözlemleriniz ve çözüm önerileriniz nelerdir?

Su altı kültür mirasının iki önemli sorunu vardır: kontrol güçlüğü ve bulunduğu alanın tespit edilmesi. Karada nerede ne olduğunu büyük ölçüde biliyoruz; yüzey araştırmaları, kazılar, tesadüfi buluntular ve çağlar boyunca Anadolu'ya gelen seyyahların (Strabon, John Covel, Evliya Çelebi gibi) notlarından bu bilgilere sahibiz. Ancak su altına bu kadar hâkim değiliz.

Su altı bilimleri açısından Jacques Cousteau'ya (Kaptan Kusto) çok şey borçluyuz. Çünkü regülatörü, yani su altında nefes alıp vermeyi sağlayan sistemi keşfeden kişidir. Biz hep Cousteau'nun su altındaki maceralarını, balinaları ve diğer canlıları konu alan belgesellerini izleyerek büyüdük. Bunu yapabilmesinin sebebi regülatörü keşfetmesidir. Aslında sistem çok basittir; arabalardaki karbüratöre benzetebiliriz. Su altında, derinlik sebebiyle basınç ne kadar artarsa artsın karadaki gibi kesintisiz ve rahat bir şekilde nefes alıp vermenizi sağlar. Ayrıca bu sayede su altında bağımsız hareket etme imkânı da doğar. Daha önce mesela "nargile sistemi" adı verilen bir sistem vardı. Satıhtan beslemeli bir hortum ağzınızdadır ve hortum nereye müsaade ederse oraya kadar gidebilirsiniz. Bu durumda bağımsız hareket etme şansınız yoktur. Çünkü hareket ettiğinizde hortumun ağzınızdan ya da bulunduğu yerden çıkma, kıvrılma, düğümlenme ihtimali vardır. Bu da en iyi ihtimalle ya vurgun yemenize ya da havasız kalarak boğulmanıza neden olur.

Regülatör ise sizi hortumdan, karayla olan bağlantıdan kurtarıp su altında bağımsız bir şekilde; kullandığınız malzemeye, havanızı kullanma şeklinize ve derinliğe bağlı olarak 10 dakika, 1 saat, hatta 2 saat gibi sürelerle kalmanıza olanak veren bir sistem ortaya çıkardı. Mesela tüp boyutları bu konuda önemlidir; değişik boyutta tüplerle dalarak bu süreyi uzatıp kısaltma şansımız vardır. Dolayısıyla regülatörün keşfi, tam anlamıyla su altında bağımsız bir şekilde hareket etmenin önünü açtı. Böylelikle su altında araştırmalar başladı.

Şimdi Türkiye'yi örnek alalım. Hatay'da, İskenderun'dan başlayıp Rize'ye kadar olan deniz kıyılarımızı düşünün; binlerce kilometrelik bir alan. Bu alandaki su altı kültür mirasının tamamına hâkim olmak çok zor, hatta mümkün değil. Şu anda böyle bir hâkimiyete sahip değiliz. Kültür mirasının bulunduğu yerleri bilmediğimiz için önlem alma şansımız da çok azalıyor. Devlet bir yerde kültür varlığı olduğunu tespit etse, hemen orayı dalışa yasak bölge ilan ediyor. Bir yer dalışa yasak bölge ilan edildiğinde, en azından o bölüm koruma altına alınmış oluyor, üzerinden teknelerin genellikle geçmesine izin verilmiyor, tekne çapalarının taramasına, en önemlisi de kontrolsüz dalışa izin verilmiyor. Bahsettiğim bu coğrafyalara göllerimizi de dâhil edersek... Mesela İznik Gölü'nde, kıyıdan 50 metre açıkta 800 metrekare büyüklüğünde bir kilisenin var olduğunu kim bilebilirdi? Kimsenin haberi yoktu. 2014'e kadar ben o hava fotoğrafını görmeseydim, kimsenin oradan haberi olmayacaktı. Basın toplantısıyla "Burada bu var" diye ilan edince, pek çok İznikli gelip "Biz biliyorduk" dedi. Burada önemli olan bilmek ya da bakmak değil, görmektir. Bunun bile ancak 2014 yılında farkına varabildik. Dolayısıyla kıyılarımızda çok büyük bir potansiyel olmalı. Ancak büyük bir bölümünün yerini, konumunu hâlâ bilemiyoruz.

Buradaki en büyük risklerden bir diğeri bilinmeyen alanlarda kaçak kazı yapılmasıdır. Bir diğer risk de teknelerin çapa atmasıdır... Tekneyi sabitlemek için çapa atılır. Çapa, geminin arkasından deniz tabanını tarayarak gelir. Gelirken deniz tabanına müdahale edilmiş olur. Bu esnada eğer bir kültür mirası varsa ona zarar verir, tahrip eder. Dolayısıyla konumları bilinmediği için bu tahribata engel olmak zordur.

Bir diğer risk ise trolcüler; yani deniz tabanını tarayarak balık avlayanlar. Balık mevsimi başladığında, bir sürü tekne gelişigüzel bir şekilde denizin tabanını tarayarak balık avlıyor. Bunu kara sularımızda yasaklamak en doğrusu olurdu. Çünkü bu yöntem, su altı habitatına çok büyük zarar veren bir avlanma tekniğidir. Deniz tabanını tamamen bozan bir yöntem. Tabii balık da avlanacak, insanımız balık da yiyecek, ona bir şey demiyorum ama bunun da kırıp dökmeden yapabileceğimiz bir çözümünü bulmamız lazım. Trolle avlanma, hem kültür varlıklarımız için büyük bir risk teşkil ediyor hem de su içindeki canlılığın yok olmasında çok önemli bir etken.

“Kurumlarımız, üniversitelerimiz, müzelerimiz, senkronize bir şekilde çok iyi çalışmalar yapıyorlar”
Peki, Türkiye gibi zengin su altı kültürel mirasına sahip ülkelerde bu mirasın araştırılması, korunması ve kamuoyu ile paylaşılması konusunda ne gibi adımlar atılmalı? Üniversitelerin, müzelerin ve devlet kurumlarının rolü burada ne olmalı sizce? Kamuoyunun su altı arkeolojisine olan ilgisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Çünkü dediğiniz gibi İznik'te bulunmasında önemli katkılar sunduğunuz Batık Kilise, kamuoyuna duyurulduktan sonra daha fazla konuşulur oldu. Genel intiba ne yönde?

Türkiye, kurumları çok iyi çalışan bir ülke. Kültür varlıklarının, kültürel mirasımızın korunmasında Anayasamızla birlikte Kültür ve Turizm Bakanlığı görevlendirilmiş durumda. Ve bakanlık kültür mirasının korunması konusunda çok iyi ve yerinde çalışmalar yapıyor. Hem mirasa sahip çıkıyor hem de kültürel varlıklarımızı daha görünür hâle getiriyor. Hatta yurt dışına kaçırılan eserleri tespit edip onları ülkemize geri getiriyor. Ayrıca kültür varlıklarının araştırılması, tespit edilmesi çalışmalarını kontrol ediyor. Örneğin elinizde fotoğraf makinesiyle “Ben burayı araştıracağım” diye çıkamazsınız araziye. Araştırma veya kazı görevi sadece Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın vereceği izin ile mümkün. Bakanlığa bağlı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün bilgisi ve denetimi dâhilinde çalışmalar ve araştırmalar yapılabiliyor ancak. Dolayısıyla kültür varlıklarının korunması konusunda özellikle devlet kurumlarımızın atmış olduğu adımlar, yapmış olduğu faaliyetler, kanunlar, ilgili yönetmelikler ve genelgeler çok güzel bir şekilde düzenlenmiş, organize edilmiş.

Ayrıca Van’dan İzmir’e, İstanbul’dan Urfa’ya, Erzurum’dan Gaziantep’e ülkenin dört bir yanına Kültür ve Turizm Bakanlığımız çok çağdaş sergilere sahip olan müzeler açtı. Müzelerin tamamı belli süreler içerisinde yeni sergiler açma konusunda özendiriliyor, cesaretlendiriliyor. Böylelikle kamuoyunun dikkati müzelere çekilmeye başlandı. Artık müzelerimizi çoğunlukla yabancı turistler değil, kendi insanımız da ağırlıkla ziyaret etmeye başladı. Mesela “Cumhuriyetin 100. Yılı” veya “102. Yılda 102 Sergi” temalı etkinlikler bu kapsamda anılabilir. Dolayısıyla ülkemizde kültürel mirasın korunması konusunda kurumlar arasındaki roller çok iyi belirlenmiş durumda. Kurumlarımız, üniversitelerimiz, müzelerimiz, senkronize bir şekilde çok iyi çalışmalar yapıyorlar. Dolayısıyla bu konuda bir zafiyetimiz söz konusu değil.

Fakat vatandaşlarımızın bilinçlenmesi gerekiyor. Altın veya define bulma amacıyla cahilane davranıp kültürel mirasımıza zarar vermekten vazgeçmeli insanımız. Bu uğurda kültürel varlıklarımız tahrip edilmemeli. Zira bulmayı hayal ettikleri defineden daha kıymetli bir mirası yok etmiş oluyoruz.

“İznik, artık dört farklı destinasyona sahip”
İznik Gölü Bazilikası, bir su altı müzesine dönüştürüldü ve 2025 yılında ziyarete açılması planlanıyor. Bu projenin hem kültürel mirasın korunması hem de turizm açısından önemi hakkında neler söylemek istersiniz?

Bu konuda ben Kültür ve Turizm Bakanlığı’mıza teşekkür ederim. Bakanımız çok hızlı hareket etti bu konuda. Kısa süre içerisinde çok güzel ve yeni bir tesis kazandırıldı. Resmî açılışı çok kısa bir zamanda olacağını tahmin ediyorum. Böylece güzel İznik'imize çok güzel bir eser daha kazandırıldı. Bir ilçe olmasına rağmen müzecilik açısından birçok ilden daha zengin bir hâle geldi İznik. Üç tane müzesi olan bir ilçe artık. Bu üç müze de son beş yıl içerisinde yapılan yatırımlarla hayata geçirildi. İlk olarak Türk İslam Eserleri Müzesi, sonra İznik Müzesi açıldı. Son olarak da bazilika kilise kazıları kapsamında açılacak olan “İznik Gölü Bazilikası” müzesi... Tabii bu arada Roma Tiyatrosu düzenlendi. Orası da geçtiğimiz sene ziyarete açıldı. Onu da dâhil edersek İznik, dört farklı destinasyona sahip. Bu, İznik açısından güzel bir imkân. Kültür ve inanç turizmi açısından çok güzel bir fırsat.

Ben turizme, ülkemizin “petrolü” olarak bakıyorum. Yani bizde yeteri kadar petrol yok ama kültür mirasımız var. Kültürel turizm ve inanç turizmi coğrafyamız adına çok önemli. Tatile gelen insanların sadece denize girmek için Türkiye'ye geldiklerini zannetmiyorum. Kuzey Afrika ülkeleri daha cazip deniz turizmi açısından. Biz kültür turizmimizi daha çok ön plana çıkarmalıyız. İnanç turizminde de çok büyük bir potansiyele sahibiz. Hristiyanlık her ne kadar İsrail'de ortaya çıkan bir din olsa da Anadolu olmasa Hristiyanlık diye ne din olurdu ne Hristiyan adı olurdu. Mesela Aziz Pavlus olmasa, onun Anadolu'daki seyahatleri olmasa belki de Hristiyanlıktan bahsetmek mümkün değildi.

Kültürel miras olarak Hristiyanlar açısından elbette Orta Doğu önemli, Yunanistan, İtalya önemli, hatta İngiltere'ye kadar her coğrafya önemli. Ama ayakta duran kültürel miras olarak en büyük potansiyel bizde, Anadolu'da. Yani Yunanistan önemli olabilir ama gittiğiniz zaman çok fazla ayakta yapı göremiyorsunuz. İtalya, Kuzey Afrika, Orta Doğu’da da durum aynı. Ama Nevşehir'inden tutun İzmir’ine, İstanbul'undan Trabzon’una kadar Anadolu'nun her köşesinde ayakta duran çok sayıda inançla ilgili kültürel mirasımız var. Mesela Tarsus, Aziz Pavlus'un doğduğu yer, yaşadığı yer, başlı başına bir potansiyel. Bizim kazı yapmış olduğumuz, şu anda tanıtmaya çalıştığımız bazilika da MS 325 yılında gerçekleşen Birinci Konsil'in toplandığı alan, o konsilin anısına inşa edilen bir kilise. Zira Papa da ölüm döşeğindeyken İznik'e gelme isteğindeydi. "Ben İznik'e gideceğim" diyordu. Ölmeden önce de vasiyetinde, “Ben gidemezsem, yerime seçilecek olan Papa mutlaka benim adıma orasını ziyaret etsin” demiş. Bu noktalardan bakıldığında çok büyük bir potansiyele sahip olduğumuzu görebiliriz. Bizim bu kültürel ve tarihî zenginlikleri çok iyi değerlendirmemiz lazım.

“Teknolojik sistemler gerek karada gerek su altında arkeoloji bilimi için oldukça önem arz ediyor”
Son kazılarından söz ederken teknolojinin ne kadar önemli olduğundan bahsettiniz. Peki, gelişen yeni teknolojiler alanın geleceğini nasıl şekillendiriyor? İznik Gölü'ndeki bazilikanın keşfinde hava fotoğraflarının rolü büyüktü. Kendi araştırmalarınızda teknolojiden ne ölçüde yararlanıyorsunuz ve teknolojinin özellikle de sizin gibi tatlı su ortamlarında çalışan arkeologlar için gelecekteki potansiyeli hakkında ne düşünüyorsunuz?

Tatlı su ortamlarında su altı araştırmaları şu anda sadece tarafımızdan yapılıyor. Teknoloji olarak çalışmalarımızda karada kullanılan uzaktan algılama yöntemlerini su altında da kullanmaya başladık. ROV (Remotely Operated Vehicle) dediğimiz ya da sonar sistem dediğimiz metotlarla uzaktan ses dalgaları göndererek su tabanında ya da altında bulunan kültür varlıklarını tespit etme şansına sahibiz. Bu yöntem artık ülkemizde çok yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Ben şu ana kadar ROV ya da sonar sistemi henüz kullanmadım. Ama sonar sistemlerini bu yıldan itibaren kullanmaya başlayacağız. Çünkü bazilikanın çevresinde başka kalıntılar var mı sorusunun cevabını ancak bu şekilde bulabiliriz. Bu tür teknolojik gelişmeler, arkeologlara çok büyük oranda çalışma ve konfor alanı açıyor. Büyük maliyetli kazılara başlamadan önce en azından nerede neyin olabileceği konusunda ipuçları vermesi açısından çok önemli. Ama bu sistemleri işi bitiren sistemler olarak düşünmemek lazım. Mesela hava fotoğrafları, Knidos'ta, Myndos'ta yıllar önce yaptığımız çalışmalarda -yani 2010'lu yıllara kadar- havadan görüntüleme konusu çok büyük sıkıntıydı. Para bulabilenler, helikopterle veya balonlarla kazı alanının fotoğrafını genel olarak çekmeye çalışıyordu. Balonların ucuna bağlanan makinelerle fotoğraf almaya çalışıyorduk. Ama artık gelmiş olduğumuz dönem itibariyle drone’lar var. Her kazıda muhakkak birkaç tane drone bulunuyor ve her gün sabah akşam havadan görüntü alınıyor. Böylece arkeologlar alanı bütüncül olarak görme şansını elde etmeye başladılar.

İnsanın görsel hafızası da balık hafızasına benzer. Bir taşı görürsünüz ama öbür taşa geçtiğinizde beyin bir önceki taşın koordinatlarını, şeklini tutamaz hafızasında. Tutsa bile siz öbür taşa geçtiğinizde ikisini bir araya getiremez, dolayısıyla bütüncül göremezsiniz. Bu ancak teknolojinin sunduğu uzaktan algılama metotlarıyla mümkün olabiliyor. Ben teknoloji olmadan, arkeoloji olamayacağını savunanlardan birisiyim. O yüzden bu teknolojik sistemler hususunda uzmanlarla çalışmamız gerektiğini düşünüyorum.

Tabii bu teknolojinin de getirdiği bir bütçe var. Bu cihazları almanız, kiralamanız çok maliyetli. Bir de bu cihazları kullanacak uzmanlara ekibinizde yer vermeniz gerekiyor. Sadece bu alanda da değil, alana yönelik hipotezlerinizin araştırılmasında da birçok uzmanla birlikte çalışmanız gerekiyor. Örneğin ben, İznik Gölü Bazilikası’ndaki kazılarda dünyanın en iyi jeoloji bölümüne sahip Fransa’daki Grenoble Alpes Üniversitesi ile birlikte çalıştım. Sonar sistemleriyle tabanın taranması konusunda projeye dünyada en iyi olan İsviçrelileri dâhil ettik. Biliyorsunuz İsviçre göller bölgesidir ve en iyi ekipler de İsviçre'de bulunuyor.

Burada önemli olan; liyakat, uzmanların en iyisini bulmak, en iyisini getirmek. Ancak bu şekilde en sağlam sonuç alınabilir. Mesela biz bu yöntemleri kullanarak fay hareketlerini, aktif fayları, son on bin yılda yaşanan büyük depremlerini ve şiddetini zamanlarıyla birlikte ortaya koyduk. Bazilikanın bu yüzden yıkılıp göle batmaya başladığını ortaya çıkardık. Bakın, hipotezlerden değil, doğrudan kanıtlardan, bilimsel neticelerden bahsediyoruz. Dolayısıyla bu tür sistemler gerek karada gerek su altında arkeoloji bilimi için oldukça önem arz ediyor. Bu yüzden desteklenmesi gerekiyor çalışmacıların.

Bu noktadan hareketle su altı arkeolojisi bir noktada disiplinler arası bir alan açıyor mu sizce? Deniz biyolojisi, jeoloji, mühendislik gibi farklı bilim dallarıyla nasıl bir etkileşim içinde?

Evet disiplinler arası bir alan açıyor. Örneğin İznik’teki çalışmada biyologların rolü çok önemliydi. Çünkü İznik Gölü'nde yoğun şekilde alg ve plankton var. Bunun nedeni ve nasıl kontrol altına alınacağının bilinmesi gerekiyor. Zira alg ve plankton fazla olduğu zaman suyun kirliliğine işaret eder. Suyu kirleten etkenler nelerdir? Sudaki bu kirlenmenin göle zararı var mıdır? Bu tür çok önemli çevresel soruların cevaplarını bulmak için biyologlarla ortak çalışmak gerekiyor. Dolayısıyla yani ikili iş birlikleri, interdisipliner çalışmalar çok önemli. Ama elbette araştırmaların sonunda noktayı arkeolog koyacaktır.

Arkeolojik çalışmalarda bahsettiğimiz üzere yine jeologların yardımları önemli. Depremleri ve tarihlerini tespit ettiler İznik’teki çalışmada. Örneğin, 1065 depremi, arkeolojik bulgularla neredeyse örtüşüyor. Kiliseye dair 11. yüzyıldan önce yazılı kaynak yok elimizde. 740’da da büyük bir deprem olmuş İznik’te. Ancak bu tarihten sonra İznik’e yapılan ziyaretlerde kilisemizden bahsediliyor. Bu da 740’taki depremde kilisemizin en azından yıkılmamış olduğunu gösteriyor. Bu tarihleri jeolog tespit edebilir ama kiliseye dair tarihsel bir hikâye oluşturamaz. Dolayısıyla fen bilimlerinin, sağlık bilimlerinin evet arkeoloji ile birlikte çalışması mümkün ama burada örtüntüyü yapacak, hikâyeyi oluşturacak ve son noktayı koyacak kişiler arkeologlar olacaktır. Bu yüzden tüm arkeologlar birlikte çalışmaktan kaçınmamalı, çekinmemelidirler.

“Bursa'nın arkeolojik olarak ayrı bir önemi var”
Peki hocam, yayınlarınızda da belirttiğiniz üzere Bursa ve çevresinin (antik dönemdeki adıyla Bithynia bölgesi) arkeolojik potansiyeline sıkça değiniyorsunuz. Bu bölgenin arkeolojisi açısından hâlâ keşfedilmeyi bekleyen en önemli potansiyeller sizce nelerdir?

Bursa'nın arkeolojik olarak ayrı bir önemi var. Bursa, antik toprakların bulunduğu Bitinya ve Misya bölgesinin sınırında bir yer. Misya ve Bitinya bölgesini, Uluabat Gölü'nden çıkan Kocasu birbirinden ayırmaktadır. Bursa da hem Misya bölgesine (mesela Miletoupolis/Mustafakemalpaşa) hem de Bitinya bölgesine (mesela Nikaia/İznik, Kios/Gemlik, Myrleia/Mudanya, Prusa ad Olympum/Bursa, Apollonia ad Rhyndacum/Gölyazı) ait kentler bulunmaktadır. Her iki bölgenin bir arada bulunması itibarıyla Bursa’nın önemli bir potansiyeli var zaten.

Bununla birlikte Bursa, Osmanlı başkenti olarak da tanınır, bilinir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk başkenti Bursa'dır. İlk yedi padişahla birlikte -başkent Edirne’ye taşındığı zaman bile- padişahlar Bursa’ya defnedilmişlerdir. Bu sebeple Osmanlı İmparatorluğu’nun erken dönem tarihi açısından Bursa çok önemlidir. Bu noktadan bakıldığında da turizm potansiyeli açısından büyük bir avantaja sahiptir.

Ben 2005'te Bursa'ya gelip Bursa Uludağ Üniversitesi'nde Arkeoloji Bölümü’nü kurdum. O zamanlardan başlayarak hep Osmanlı ile birlikte daha öncesinin de araştırılması gerektiğini dile getirdim. Zira İznik’in altında Nikaia, Gemlik’in altında Kios, Mudanya’nın altında Myrleia, Mustafakemalpaşa’nın altında Miletoupolis, Gölyazı’da Apollonia ad Rhyndacum, Uluabat’ta Lopadion, Bursa'nın merkezinde Bursa'ya adını veren Prusa ad Olympum kenti, yine Orhaneli'ye adını veren Hadrianoi kenti var. Bu büyük bir potansiyel. Bunu da değerlendirmek gerekiyor. O zamanlar maalesef bu potansiyel göz ardı edilmek istenmişti. Ancak geldiğimiz an itibarıyla mesela İznik yeniden parladı gitti. Gölyazı'da Apollonia ad Rhyndacum kentinde 2015'te kazı çalışmalarına yine üniversite olarak başladık. Yeni bir destinasyon ortaya çıktı. Normalin çok üstünde turist almaya başladı şu anda. Myrleia, Mudanya Belediyesi'yle birlikte ilimizin kültür turizminde hak ettiği yeri alacak. Prusa ad Olympum kenti ile ilgili Osmangazi Belediyesi çok güzel çalışmalar yapıyor. Çok yakında onlardan harika haberler duyacağız. Orhangazi Ilıpınar Höyük ile ilgili çalışmalar yapmaya istekli. Gemlik Belediyesi, Kios ile yakından ilgileniyor. Yine bölümden bir arkadaşımız Miletoupolis ile ilgili çalışmalar yapıyor.

Dolayısıyla açığa çıkarılıp turizm hizmetine sunulmayı bekleyen çok sayıda önemli destinasyon noktamız var. Şu anda Bursalılar, kültür mirası açısından önemli olan bu hazinenin farkına vardılar. Bunlar bir araya geldiği zaman Bursa da Aydın, İzmir, Antalya, Denizli, Nevşehir gibi Türkiye'nin turist alan önemli şehirler arasında kesinlikle yer alacaktır. O potansiyele sahibiz. Fazlamız var, eksiğimiz yok.

“Tatlı suda çalıştığımız için tuzun dezavantajlarını yaşamıyoruz”
Tatlı su ortamlarından çıkarılan arkeolojik eserlerin konservasyonu, deniz ortamından çıkarılanlara göre ne gibi farklılıklar içeriyor?

Tek fark tuz. İç sular genellikle tatlı suya sahip oluyor, az oranda tuz bulunuyor. Deniz suları ise yüksek tuz oranına sahiptirler. Tuz, şeker gibi sulu ortamda sıvı hâle geçebilen bir madde. Dolayısıyla amfora gibi su altında bulunan pişmiş toprak kültürel mirasımız, tuzlu suyu emerek bünyelerine alıyorlar. Bunlar su yüzüne çıkartıldığında kurumaya başlayınca bünyesinde bulunan tuz kristalleşiyor ve etkili şekilde zarar görmesine neden olabiliyor. Tuz ne kadar fazlaysa bu risk de o kadar büyük. O yüzden tuzun kristalleşmesi konusunda tatlı sularda çok fazla sıkıntı yaşamıyoruz. Ama deniz ortamında bulunan ve çıkarılan eserlerin mutlaka bünyesinde ne kadar tuz bulunduğu tespit edilip kontrollü bir şekilde kusturulması gerekiyor. Bu işlem de kademeli gerçekleşir, çünkü tuz maddenin atomlarına kadar işlemiş durumdadır. Ortamdaki tuz miktarı adım adım azaltılmalıdır; önce daha az tuzlu suda, ardından da tuzsuz suda bekletilmelidir. Buna restoratörler kusturma diyorlar. Bu işlem bir iki sene sürebiliyor, bir anda gerçekleştirilmiyor.

Kullanılan ekipman için de aynı şey geçerli. Ekipmanları da tuzlu sudan arındırmazsanız hızlı bir şekilde deforme olur, bozulur, paslanır, yok olur. Tatlı suda çalıştığımız için tuzun dezavantajlarını yaşamıyoruz. Hem ekipmanlarımızı hem de bulduğumuz kültür varlıklarını tuzun olumsuzluklarından koruyabiliyoruz. Kazı alanında, inşası tamamlanan Karşılama Merkezi’nde laboratuvar olarak kullanılabilecek geniş bir alan ortaya çıktı. Önümüzdeki dönemde bu bölüme yatırım yaparak iç sularda Ar-Ge çalışmaları yapabilme kabiliyetine sahip bir araştırma merkezi kurmayı hedefliyorum. Umarım gerekli desteği bularak bu hayalimi de gerçekleştirebilirim.

“İznik Gölü'ndeki Bazilika Kilise büyük bir olasılıkla final projem olacak”
Çalışmalarınız, Miletupolis stellerinden İznik'teki keşiflere, mozaik araştırmalarından Myndos'a kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Gelecekteki saha çalışmaları ve akademik araştırmalarınız için planlarınız nelerdir? Hangi projelere odaklanmayı düşünüyorsunuz?

Genelde bilim insanları, bir konu üzerine uzmanlıklarını tamamlamaya çalışırlar. Ben biraz daldan dala atladım. Bunu yaparken tabii büyük risk aldım, büyük sıkıntılara girdim. Mezar stellerinden mozaiklere kadar pek çok farklı uzmanlık alanlarında bulunmak, o alanların terminolojisini öğrenmek, yayınlarından haberdar olmak zorunda kaldım. Normalde bu şekilde geçişler pek tercih edilmez ama bir anlamda gözü kararttım diyebilirim. Başarılı oldum mu, o gelecekte değerlendirilecektir.

Bu çalışmalardan öncelikle mozaik sanatına değinmek istiyorum. Bir bakıma mozaik sanatı, halının mimariye uyarlanmış şeklidir. Halıda olduğu gibi desenleri bulunan bir döşemedir ve halı gibi narindir, çok dikkat göstermek gerekir, çok kolay dağılıp yok olabilir. Ülkemiz, mozaik sanatı açısından dünyanın en zengin ülkelerinden biri. İstanbul’dan Mardin’e, Amisos’tan Sinop’a kadar coğrafyamızın her yerinde çok sayıda mozaik tabana rastlayabiliyoruz. Buna rağmen yakın geçmişe kadar, ülkemizde mozaik uzmanımız maalesef yoktu. Çok az sayıda arkeoloji disiplininden gelmeyen uzmanlar mozaikle ilgileniyorlardı. Ben bu açığı gördüğüm için mozaik sanatının ön plana çıkartılması ve uzman yetiştirilmesi hususunda 2004’te Selçuk Üniversitesi’ndeyken çalışmalar başlatmıştım. Ama orada devam etmek nasip olmadı, 2006’da Bursa Uludağ Üniversitesi’nde Mozaik Araştırmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi’ni kurdum. Bu bağlamda da Journal of Mosaic Research adında dergi çıkardım. Bu dergi şu anda uluslararası indeks dergidir ve bütün dünyada tanınır. Amerika’dan Avustralya’ya pek çok ülkeden gönderilen makaleleri yayına kabul ediyor dergimiz. Sayemizde şu anda yine nereden bakarsanız bakın iki elin parmaklarından daha fazla Türkiye'de mozaik uzmanları oldu. Arkeologlar arasından mozaik uzmanlarımız çıkmaya başladı. Bunlar sevindirici gelişmeler.

Ayrıca bu araştırma merkezimiz, Paris’de bulunan Uluslararası Antik Mozaik Araştırmalar Birliği’nin (Association internationale pour l'étude de la mosaïque antique) Türkiye temsilciliğini de yürütüyor. Merkezimizde amacımız, Türkiye'deki mozaik zenginliklerimizi tanıtmak, bunları bir veri bankası altında toplayarak gelecek nesillere aktarmak. Merkezi kurarken ve dergiyi çıkarırken, Türkiye'deki mozaik zenginliklerimizi dünyaya tanıtalım diye düşünmüştüm. Ama geldiğimiz an itibarıyla İspanya'daki, İtalya'daki, Tunus'taki, Cezayir'deki, İsrail'deki mozaikleri tanıtıyoruz. Ülkemizdeki bilim insanları buldukları mozaik zeminleri dergimizde yayınlama konusunda pek istekli davranmıyorlar. Biz öncelikle kendi mozaiklerimizi tanıtmak istiyoruz, ama bugüne kadar bu konuda pek başarılı olduğumuz söylenemez. 

İznik Gölü'ndeki Bazilika Kilise büyük bir olasılıkla final projem olacak. Bu çalışmamı da en iyi şekilde tamamlayıp arkeoloji serüvenimi noktalamayı arzuluyorum.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...