Tarih boyunca Kıbrıs Türkleri ile Rumlar arasındaki ilişkiler nasıl gelişmişti?
Kısaca özetlemek gerekirse Osmanlı Devleti’nin adayı fethetmesiyle birlikte adadaki Türkler yönetici halk pozisyonuna sahip oldular. Rumlar ise azınlıktı ve azınlık haklarına sahiptiler. Onların ayrı hukuku, bizim ayrı hukukumuz vardı. Yönetici sınıf olarak siyasi ve ekonomik yönden üstün olan taraf bizdik. Sonrasında Birleşik Krallığın adayı ilhakıyla birlikte bu gerçek yavaş yavaş değişmeye başladı. Kıbrıs Türk halkı ilk başlarda ana vatan Türkiye’ye, ilerleyen dönemlerde de başta İngiltere ve Avustralya’ya olmak üzere dünyanın pek çok yerine göç etmek mecburiyetinde kaldı. Ekonomik şartlar, baskılar, siyasi sorunlar, İngilizlerin baskıcı yönetimi 1960’a kadar olan süreçte Kıbrıs Türk halkını bir keşmekeş içinde bıraktı. Bundan dolayı bugün dünyadaki Kıbrıs Türklerinin sayısını tam olarak bilmemekle birlikte 1 milyon civarı olduğunu tahmin ediyoruz. Bu çok ciddi bir rakamdır. Adada yaşayanların neredeyse 3 katı bir rakamdan bahsediyoruz.
1960 Cumhuriyeti de Kıbrıs Türklerinin dertlerine deva olmadı herhalde…
1960 Cumhuriyeti iki eşit halk tarafından kuruldu. İki eşit halk tarafından kurulması çok önemli çünkü dünyada eşi benzeri olmayan, başka hiçbir örneğini bulamayacağınız bir modeldir 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ondan sui generis diyoruz. Kıbrıs Türk’leri o dönem nüfusun yüzde yirmisi civarındaydı. Sayı olarak azınlık olabiliriz ancak hak, hukuk, statü bakımından hiçbir zaman azınlık olmadık. Yukarıda da bahsettiğim gibi 300 yılı aşkın bir süre zaten yönetici sınıf bizdik. Makarios’un o dönemki itirazı da bunaydı. “%18, %80’i yönetemez” diyordu. Kıbrıs Türk’lerine gereğinden fazla hak verildiğini iddia ediyordu. Çok geçmeden Makarios'un söylemlerinin retorikten fazlası olduğu anlaşıldı. Bir başka ifade ile Kıbrıs Türklerini bir azınlık olan gören hastalıklı fikir pratiğe döküldü. Sonrasında Akritas Planı, Kıbrıs Türk’lerine sistematik saldırılarla birlikte 21 Aralık 1963’te Kıbrıs Türk’leri cumhuriyetten atıldı. Bu atılmayla birlikte Kıbrıs Cumhuriyeti tamamıyla bir Helen devletine dönüştü. Türklerin hiçbir şekilde yasama, yürütme, yargıda olmadığı bir Rum devleti. Böylelikle Rumlar yüzyıllardır kurdukları hayale, yani Kıbrıs Türk’lerini adadan atıp yönetimi tek başına yürütecekleri ideale kavuşmuş oldular.
“Barış Harekâtı’ndan sonra Rumlar şok yaşadılar”
Uluslararası kamuoyu tüm bu yaşananlara sesini çıkarmadı mı?
Hayır, dünya buna 11 yıl boyunca sessiz kaldı. 11 karanlık yıl boyunca Kıbrıs Türk’lerinin yaşamı günden güne daha da kötüleşti. Devletten hiçbir şekilde yardım ve hizmet alamadılar, elektrik, su, gibi temel ihtiyaçlardan mahrum bırakıldılar. Bu dönemde göçler çok daha fazla çoğaldı. Özellikle Avustralya, İngiltere ve Türkiye göçlerin en fazla olduğu ülkeler oldu.
Bu 11 yıllık dönemde Kıbrıslı Rumların Kıbrıs'ın tek hâkimi biziz anlayışı ve kendi inançlarına göre Kıbrıs Türk’lerinin hiçbir zaman siyasi arenada yer almayacak olması algısı oluştu. Sonrasında 15 Temmuz darbesi yani Nikos Sampson'un Makarios'u devirmesi ve enosis’in fiilen gerçekleşmesi hadisesi yaşandı. Bu müdahaleden beş gün sonra da Türkiye uluslararası hukuktan doğan haklarını kullanarak Mutlu Barış Harekâtını gerçekleştirdi. Rumlar bugün bile etkisinden kurtulamadıkları tam bir siyasi şok yaşadılar. Bugünkü ilişkileri anlamak için psikolojik arka planı bilmek gerekiyor.
“Barış Harekâtı ile birlikte tarihimizde ilk defa devlet olma şansı yakaladık”
Kıbrıs Barış Harekâtı öncesi Kıbrıslı Rumların tavırlarını açmanızı rica edeceğim. Neden harekât ile birlikte siyasi şok yaşadılar?
1974’ün hemen öncesinde Rumlar nihai siyasi hedeflerine ulaştıklarını sanıyorlardı. Onlara göre Kıbrıs Türk’lerinin artık hiçbir şekilde sesi soluğu çıkamaz, hiçbir şekilde Kıbrıs’ın siyasi geleceğinde var olamazlar anlayışı oturmuştu. Mutlu Barış Harekâtı ile tüm bu hedefler ve enosis hayali adeta kursaklarında kaldı. 1963-1974 arası yaptıkları soykırım girişimi ile adayı Türklerden tamamıyla ayrıştırdıklarını sanıyorlardı. O sebeple büyük bir şok yaşadılar.
Artık Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluş günlerine gelebiliriz.
Evet, 20 Temmuz Mutlu Barış Harekâtı ile birlikte tarihimizde ilk defa devlet olma şansı yakaladık. Çünkü Kıbrıs Türk halkı adanın dört bir tarafına dağılmış durumdaydı. 1974 Mutlu Barış Harekâtı ile birlikte bir coğrafyada toplandık . Adanın kuzeyine Türkler, güneyine Rumlar göç etmek zorunda kaldılar. Dediğim gibi ilk defa yüzde yüzü Kıbrıs Türk halkından oluşan bir coğrafi bölgede böyle bir şans yakaladık. 1975’te önce Kıbrıs Federe Devleti'ni sonra da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini kurduk.
Bu süreç aşama aşama ilerledi. Müzakerelerde biz önce federasyon istediğimizi ortaya koyduk. Sonra bu federasyon görüşmelerinde bir sonuca varamayınca Cumhurbaşkanımız Ersin Tatar’ın seçilmesiyle birlikte iki devletli çözüm modeli ortaya konuldu çünkü federasyon modelinin hiçbir şekilde çalışmayacağı, işlemeyeceği, Rumların, Kıbrıs Türküleri siyasi eşit olarak görmeyeceği net bir şekilde ortaya çıktı.
“Kıbrıs’ta Türklerle Rumlar’ın ilişkisi harekât ile dengeye oturdu”
Peki, harekâtın üzerinden 50 yıl geçmişken bugün Kıbrıs Türkleri ve Rumlar arası ilişkiler nasıl şekilleniyor?
Harekâtın 50. yılında Rum tarafı 1974’ün şokunu halen atlatabilmiş değil. Barış harekâtını Türk işgali olarak görüyorlar. Kıbrıs Türk’lerine 1963-1974 arası yaptıkları soykırım girişimlerini tarihten silip Kıbrıs meselesinin 1974’te yani Türkiye'nin müdahalesiyle başladığına inanmak istiyorlar. Bütün dünyaya da bu propagandayı yapıyorlar. Çok da etkili oluyorlar maalesef onu da söylemek lazım.
Kıbrıs’ta Türklerle Rumlar’ın ilişkisi harekât ile dengeye oturdu. Mutlu Barış Harekâtı'yla bizim yeniden bir aktör olduğumuzu, yalnız olmadığımızı, arkamızda Türkiye Cumhuriyeti’nin olduğunu zor yoldan da olsa anladılar. Bundan sonraki süreçte sahadaki gerçekler gösteriyor ki; iki ayrı devletin yan yana iş birliği içerisinde hareket edeceği bir modeli yani sahadaki gerçekleri kabullenemeye başlamaları halde toplumsal barışlarını daha hızlı elde edebilirler.
“Kıbrıs Türk halkı mağdur edildi ve Avrupa Birliği sorunun bir parçası oldu”
Peki, bu bağlamda Güney Kıbrıs yönetiminin Kıbrıs’ın tek temsilcisi olarak ilan edilip Avrupa Birliği’ne üye yapılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu karar Avrupa Birliğinin bütün prensipleriyle çelişti. Sözde, demokrasiye, insan haklarına, hukukun üstüne dayalı olan AB prensipleri delik deşik edilmiş oldu. Rumların AB'ye girmesi Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kurucu anlaşmalarına aykırıdır. Garanti, kuruluş ve ittifak anlaşmalarına da aykırıdır. Türkiye ve Yunanistan’ın üye olmadığı hiçbir birliğe Rum kesimi giremez. Buna rağmen girdi. Kıbrıs Türk tarafının onayı alınmadı. Bu karar herhangi bir sınır ve siyasi sorunu olan ülkeyi AB kabul etmez ana prensibiyle birebir çelişti. Rumlar adanın yüzde 37'sinde egemenliği olmamasına rağmen sözde tüm Kıbrıs’ı temsil ederek üye oldular. Bütün bu kanunsuzluklarla Kıbrıs Türk Halkı mağdur edildi ve Avrupa Birliği artık sorunun bir parçası oldu. Artık Avrupa Birliği Kıbrıs'ta hiçbir şekilde ara buluculuk veya gözlemci rolü üstlenemez. Rumlar şu anda tüm Avrupa Birliği'ni en efektif bir şekilde bize ve Türkiye'ye karşı kullanıyorlar. Ben siyasi retoriklerini çok yakından takip ediyorum. Şunu çok sık görmeye başladık. Artık Rum çıkarları, Yunan davası falan demiyorlar. Yani aslında onu kastediyorlar ama kullandıkları ifade Avrupa Birliği'nin amaçları, Avrupa Birliği'nin ilkeleri, Avrupa Birliği'nin çıkarları vs. Kendi çıkarlarını tüm Avrupa Birliği'nin çıkarlarıymış gibi anlatıyorlar.
“Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de facto bir devlet”
Peki tüm bunlardan sonra KKTC’nin müstakil bir devlet olarak tanınması meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de facto bir devlet. Yani çok iyi korunan sınırları var, demokratik bir yönetimi, nüfusu, halkıyla, tam teşekküllü devlet kurumlarıyla dünyadaki birçok ülkeden çok daha iyi durumda. Bugün Afrika’daki, Asya’daki, Latin Amerika’daki birçok ülkeden her yönüyle çok daha iyi durumdayız. İnsanların yaşam kalitesiyle, iklimiyle, güvenli olmasıyla, turizmiyle, gelişmiş yüksek öğrenim kurumlarıyla burası yaşanabilecek bir ülke. Devamlı olarak yurt dışından artan ilgi, binlerce kişinin adaya yerleşmesi, yabancıların mülk almak için yarışması bunun bir göstergesi.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bu bağlamda çok ciddi bir göç alıyor. Bizim de fakto olarak hiçbir eksiğimiz yok hatta fazlamız var. Dünyada 193 tane ülke var Birleşmiş Milletlere üye. Bunlara baktığımız zaman çoğu ülkenin ekonomik anlamda, iç düzen anlamında çökmüş ülkeler (failed state) olduğunu görüyoruz. Devlet olabilmek için önemli olan insanların geleceğini görebilmesi, güvende yaşayabileceği bir coğrafya olması. Elbette bizim de eksiklerimiz düzeltmemiz gereken çok nokta var ancak yine de çoğu ülkeden iyi durumdayız. Eksik olan kısım uluslararası tanınma. Bu durum pastanın üzerindeki kremadır. Hepimizin gönlünden geçen bunun da olmasıdır. Bunun için de ciddi bir çalışma gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin tam desteğiyle ve bize yakın olan müttefiklerin de katılımıyla bunun yolunun açık olduğunu düşünüyorum.
“Dünyadaki bütün güçler doğal güce doğru evrilir”
Değişen dünya dengeleriyle sizce KKTC’nin tanınması daha mı kolaylaştı?
Sayın Erdoğan'ın da çok sık dile getirdiği gibi İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan Güvenlik Konseyi sistemi artık dünya siyasetini yansıtamıyor. Beş daimî üyenin, kendi keyifleri ve çıkarları doğrultusunda dünya siyasetini şekillendirmeye çalışması, orada üye olmayan milyarlarca insana hükmetmeye çalışması artık kabul edilir bir şey değil. Müslüman coğrafyasından bir üye yok Güvenlik Konseyi’nde örneğin. Bu açıdan baktığımız zaman Güvenlik Konseyi'nin “KKTC'yi tanımayın” kararı da artık geçerliliği olmayan, günümüz ile bağdaşmayan bir karar. Kaldı ki, Türkiye Cumhuriyeti Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin resmi olarak tanıyan bir ülkedir. KKTC'nin Ankara'da Büyükelçiliği vardır. Türkiye Cumhuriyeti adadaki resmi devlet olarak Rm tarafını değil bizi tanıyor. Peki, bu karardan dolayı Türkiye Cumhuriyeti'nin maruz kaldığı herhangi bir izolasyon, ambargo var mıdır? Cevap hayır. Bu bir tavsiye kararıdır. Artık dünyadaki gerçekler bize şunu gösteriyor. Sahada güçlüyseniz Güvenlik Konseyi kararlarının hiçbir bağlayıcılığı yoktur. Azerbaycan'ın Dağlık Karabağ bölgesi işgal edildiği zaman Güvenlik Konseyi kararlar aldı, hiç kimsenin umurunda olmadı. Ta ki Azeri ordusu orayı azat edene kadar…
Aynı şekilde İsrail'in gayrihukuki Golan tepeleri işgalinden tutun da, Gazze'deki katliamlara, Batı Şeria'daki uluslararası hukuka aykırı olan yerleşimlere kadar Güvenlik Konseyi kararlarını dinleyen var mı? Bugün KKTC'yi 20, 30 ülke tanıyabilir. Tanıdığı zaman da bugünden farklı bir durum olmayacak esasında. Rumların kopardığı yaygara, gürültü, sanki dünya başlarını yıkılacakmış gibi yaratılan o sanal ortamın gerçek olmadığını anlayacaklar. Sonuçta zaten adada gerçek olan iki devlet oluşu.
Ülkeler şuna bakacaklar; benim Türk dünyasıyla, Türkiye'yle ilişkilerim mi daha önemli, yoksa nüfusu bir milyon bile olmayan Rumlarla kurduğum ilişki mi daha önemli? Bu denkleme geldiğimizde dediğim gibi bizim koalisyonumuz da güçlendiği halde tanınma önünde hiçbir engel yok. Çin’de 1949'da Mao Zedong devrim yapıp Çin Halk Cumhuriyetini ilan ettikten sonra 23 yıl Batı onlara haritada yokmuş gibi davrandı. 1 milyar insanın yaşadığı dev bir ülke, dev bir ekonomi yokmuş gibi davranıldı. Tayvan Güvenlik Konseyi’nde tüm Çin'i temsil etti. İnsanlık bunlara tanık oldu. Hiçbir zaman olmayacak denen şeyler oldu üstelik de çok yakın zamanda. Şimdi aynı noktadan hareketle şunu anlatmaya çalışıyorum. Kıbrıs’ta bir gerçeklik var. 1974'ten beri iki devlet var, iki ayrı yapı var. İki ayrı yapı kendi cumhurbaşkanını seçiyor, parlamentosunu seçiyor. Her gün on binlerce insan sınırları geçiyor. Sınırları geçerken Rumları şanlı bayraklarınız karşılıyor. Bir ülkeden diğer ülkeye nasıl geçmeniz gerekiyorsa sınır kapılarında işlem yapılıp geçebiliyorsunuz. Bunlar sahadaki gerçekler. Fakat Rumların sanki bütün adanın egemenliğine sahipmiş gibi, sanki sınır yokmuş gibi yaratılan bir de sanal gerçeklik var. Dünyadaki bütün güçler doğal güce doğru evrilir. Kıbrıs'ta doğal olan iki halk, iki devlet…
Her gün sınırları geçen on binlerce Rum nasıl bu durumu kanıksamışsa Rum yönetiminin de kanıksaması lazım. Buradaki sorun, o sanal ortamı Rumlara veren dünya kamuoyu. Onlar ne zaman adadaki gerçekleri kabul edecek, daha ne kadar sanal dünyada yaşamaya devam edecekler göreceğiz.
Biz çatışma değil, iş birliği istiyoruz. Biz iki tarafın her konuda iş birliğini öngörüyoruz. Yani hidrokarbondan tutun da suya, enterkonnekteye kadar, yeşil enerjiye geçişe kadar bunu istiyoruz. İki halkın faydasına olacak olan tek yol bu. Ada etrafındaki Hidrokarbon kaynaklarını paslaştığımız zaman milyarlarca dolar geliri olacak bu adanın. Ada’da yaşayan iki halka ait olan bu zenginlikleri neden zaman geçmeden paylaşamayalım?
Bugün Kıbrıs'ta çözüm olursa ve bunun karşılığında da Rum tarafı Türkiye tarafından tanınırsa Rum tarafı hayal edemeyeceği kadar çok ciddi ekonomik ve siyasi kazanımlara sahip olacak. Bir kere Türkiye pazarı onlara açılmış olacak. Türkiye’nin havalimanlarını, hava sahasını, limanlarını kullanabilecekler. Bugün Rumlar Türk hava sahasını kullanmadığı için milyarlarca dolar zarar ediyor. Rum tarafının milyonlarca euroluk savunma harcamaları var bize karşı. O savunma harcamalarının olmadığını düşünün sadece onun bile ekonomiye kattıklarını düşünürsek onlar için müthiş bir kazanım olacak.
Bunların hiçbiri propaganda değil, gerçekler… Rum halkı da yavaş yavaş uyanıp siyasetçilerine o baskıyı yapıp sanal dünyadan vazgeçin dediğinde bizim çözülemeyecek hiçbir sorunumuz kalmaz. Kazan-kazan mantığını kavradıkları zaman çok iddialı konuşuyorum, iki halk arasında çok ciddi bir kaynaşma olacak. Bir taraf diğer tarafa egemenliğini zorla kabul ettirme sevdasından kurtulduğu anda ve biz belki de çok farklı bir coğrafyayı selamlayacağız. Tüm dünyaya örnek olabilecek bir modelden söz edebileceğiz.
İki halkın bir arada yaşadığı bir cumhuriyet ancak üç yıl sürebildi. O kısa zamanda bile kavga gürültü siyasi sürtüşme hiç eksik olmadı. Öncesinde zaten yine bir sürü kanlı olay var. İki taraf anlaşamıyorsa, bir arada yaşaması mümkün değilse bunun için zorlanmaları ancak daha büyük sorunlara yol açar. İki taraf yan yana kendi yönetimleri altında kimsenin burnu kamadan 50 yıldır barış içinde yaşıyorlar. Sınır kapıları da açık. Bu düzeni ve barış ortamını bozmak yerine iki devlet nasıl iş birliğini artırır onu düşünmeliyiz.