Bireylerin duygusal, psikolojik ve sosyal yönden iyi olma hâlini ifade eden ruh sağlığı, dengeli bir yaşam sürebilmek adına olmazsa olmazlar arasında. Öncelikle ruh sağlığının temel bileşenleri nelerdir?
Beden ve ruh sağlığımız bir bütündür. Bedenimizin maruz kalacağı olumsuz bir etki doğrudan ruh sağlığımızı da olumsuz yönde etkileyebilir. Sağlıklı beslenme, düzenli uyku, hareket ve güçlü sosyal ilişkilerin varlığı ruh sağlığı açısından oldukça önemlidir. Bununla birlikte eylemlerimizi ilke ve değerlerimiz doğrultusunda sergileme, iç dünyamızda ortaya çıkan zorlayıcı hisler ve düşünceler gibi tecrübelerimizle barışık olma seviyelerimiz de ruh sağlığımızı oluşturan temel bileşenlerdendir.
Türkiye’de antidepresan kullanımının 2024’te 100 milyon kutuya ulaşması sonrası Ruh Sağlığı Yasası gündeme geldi. Bu yasaya ihtiyaç duyduğumuz ortada… Öyle değil mi?
Modern yaşam tarzı, özellikle son yıllardaki teknolojik gelişmeler ve sosyal değişimlerle toplumlar büyük bir dönüşüm geçirdi. Bu süreç, yaşamı kolaylaştırdığı gibi birçok zorluğu da beraberinde getiriyor. Teknolojik araçların günlük hayatımızda belirgin bir yer alması, ekonomik zorluklar ve geleneksel ilişki tarzlarının yeni şartlara hızlıca ayak uyduramamasıyla sosyal bağların zayıflaması gibi etkenler ruh sağlığını zorlayan süreçler oldu. Bu ruhsal zorlanmalarla ilgili yardım almak isteyen vatandaşlarımız için Türkiye sağlık sisteminde bir psikiyatriste ulaşmak diğer ülkelerle kıyaslandığında oldukça hızlı ve kolaydır. Bu durumun olumlu yönünü muhakkak vurgulamamız gerekir. Bununla birlikte sağlık kurumlarımızda vatandaşlarımıza sağlanan hizmetin süresi çok kısa olmakta, bu da hekime ancak antidepresan ve benzeri ilaç tedavilerini düzenleme imkânı verebilmektedir. Psikososyal destek ve psikoterapi gibi müdahale ve tedavi yöntemlerinin ruh sağlığı hizmetinin temel parçalarından biri olduğu tartışmasız bir gerçektir. İlaç tedavisi yanında bu etkili hizmetler için sağlık sistemimizin belirgin bir yapılanması bulunmaması maalesef önemli bir eksikliğimizdir. Belirttiğiniz gibi Ruh Sağlığı Yasası’nın bu ihtiyaçları da gözeterek ivedilikle düzenlenmesine ihtiyaç duyuyoruz. Şu anda maalesef bu yasa ile ilgili en güncel tartışma konusu kimlerin ruh sağlığı hizmeti verip veremeyeceğidir. Burada gözümüzden kaçırılan ve dikkat edilmesi gereken asıl nokta ise ruh sağlığı profesyonellerinin gerekli eğitim standartlarının belirlenmesini, uygulamaların akreditasyonunu, hizmetlerin etkinliği ve kalitesinin sürekli olarak değerlendirilmesini içeren maddelerin yasada bulunup bulunmamasıdır.
Ruh sağlığı bozulan bireylerin uyuşturucuya yöneldiği de acı bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Birleşmiş Milletler tarafından yapılan açıklamaya göre dünya çapında uyuşturucu kullanımının %20 arttığı vurgulandı. Sizce insanların maddeye yönelmesinin altında yatan temel sebepler nedir?
Uyuşturucu olarak bilinen maddelerin ortak özelliği, psikolojik dünyamızı etkilemeleridir. Bireyler; henüz üstesinden gelemedikleri sosyal zorluklarla karşılaştıklarında zorlayıcı hisler, duygular ve düşüncelere sahip olurlar ve bunların verdiği acıyla anlık olarak da olsa baş edebilmek adına maalesef bu maddelere başvurabiliyorlar. Kısa vadede çözümmüş gibi gözükse de uzun vadede bu maddeleri kullanmanın kişinin hayatını alt üst ettiğini net biçimde söyleyebiliriz.
Bir insanı uyuşturucudan kurtarabilmek için neler yapılabilir?
Bu insanlarımızın yaşamlarında ciddi zorluklarla baş başa olduklarını ve yardıma ihtiyaçları bulunduğunu bilmemiz önemlidir. Onlara, gerektiğinde ilaç tedavisi ile birlikte içinde bulundukları zorlukları madde kullanmadan da aşabilmelerini sağlayacak psikososyal becerileri kazandırmamız gerekiyor. Bu hizmetleri sağlayacak kurumlar ivedilikle oluşturulmalı, personeli eğitilmeli ve bunların sağladığı tedavilerin etkililiği sürekli olarak bağımsız araştırmacılar tarafından değerlendirilip güncellenmeli. Bunun haricinde toplumumuzun ruh sağlığı okuryazarlığının arttırılması, erken müdahale hizmetlerinin geliştirilmesi, özellikle ailelerde ve okullarda ruhsal zorluklarla baş edebilme becerilerinin hem öğretmenlere hem de öğrencilere kazandırılması madde kullanımına yönelik koruyuculuk açısından önemli katkı sağlayabilir.
“Yeşilay’ın uyuşturucuyla mücadele konusunda yürüttüğü çalışmalar çok değerli”
Geçtiğimiz haftalarda BM’de konuşma yapan Dr. Kamran Niaz, sentetik opioidlerin bağımlılıkta en büyük tehditlerden biri olduğunu vurguladı. Niaz, “Uyuşturucu tedavisine erişim hâlâ ciddi bir sorun; kullanıcıların yalnızca küçük bir kısmı bu hizmetlerden yararlanabiliyor” dedi. Bu illeti bırakabilmek zor olsa gerek?
Elbette. Bu maddeleri kullanmayı bırakabilmek kişi için hayli zorlu bir süreçtir. Kişi bu maddelerin zararını bilse bile zorluklarla daha etkili bir baş etme yöntemi bilmiyorsa bırakmaya gönüllü olamıyor. Ek olarak aniden uyuşturucuyu bırakan bir bireyde bir süre boyunca rahatsız edici hisler ve bedensel şikayetler açığa çıkabiliyor ve bu zorluklarla da baş edemeyince kullanmaya devam ediyorlar. Belirttiğim gibi bir bireyin çok istese bile bu maddeleri kendi başına kalıcı olarak bırakabilmesi oldukça güç. Dolayısıyla psikososyal tedavi yöntemlerinin burada devreye girmesi gerekiyor. Örneğin Yeşilay’ın, bu durumlarla mücadele etmek amacıyla yürüttüğü projeleri ve birimleri oldukça değerli. Bu projeler, madde ve alkol kullanımının önlenmesini, bu kişiler için ücretsiz ve etkili tedavi ve rehabilitasyonun sağlanmasını amaçlıyor. Yeşilay'ın bağımlılıkla mücadelede önemli bir hizmet birimi olan YEDAM da bireylerin yeniden sağlıklı bir yaşama adım atmalarını sağlamak ve toplumsal olarak bağımlılık konusunda bilinç oluşturarak daha sağlıklı bir toplum yaratma konusunda önemli bir rol oynuyor.
Tekrar ruh sağlığı konusuna dönecek olursak… IPSOS 2024 Ruh Sağlığı Raporu’na göre; ABD psikolojik sorunlarla mücadele eden birinci ülkeyken Türkiye ikinci sırada yer aldı. 31 ülkede yapılan araştırmada stres ve depresyon seviyelerinde artış olduğu ortaya kondu. Bunun temel nedeni sizce nedir?
Bu önemli sorunun cevabı daha çok sosyal bilimcilerin ilgi alanına giriyor ve kapsamlı araştırmaların yapılmasını gerektiriyor. Ülkemiz açısından düşündüğümde ekonomik zorlukların, geleneksel toplumdan modern topluma geçişin kontrolsüz olmasının toplumsal kurallar ve destek sistemlerini zayıflattığını, henüz ilişkilerimizde ve gündelik yaşamlarımızda yerleşik bir yeni yaşam tarzı oluşturamadığımızı söyleyebilirim. Bunlar gündelik hayattaki belirsizlikleri ve dolayısıyla kişilerarası çatışmaları oldukça artırıyor. Örneğin verilere baktığımızda 2024 yılında Türkiye'de toplam boşanma sayısı 210 binin üzerinde. Dış göç dışında, yerleşik bir yaşam tarzı ve kültürü oluşturamadığımız için ülkemizde sürekli bir iç göç hareketliliği de söz konusu. Hâl böyle olunca ruh sağlığı konusunda sıkıntılar yaşanması da kaçınılmaz oluyor.
Dünyada yaşanan savaşlar, terör olayları ve cinayetlerin sayısı her geçen gün artıyor. Bu da direkt bizi etkilemese bile dolaylı yoldan ruh sağlığımızı olumsuz etkiliyor öyle değil mi?
Maalesef. Burada en önemli görev yasa oluşturuculara, yürütmeye ve medyaya düşüyor. Örneğin medya, TV, gazete, dijital platformlar ve radyolar aracılığıyla haberleri verirken bunların insanlarda yoğun duygular oluşturacak yönlerini içerikte öne çıkarmaktadır. “Korku”, “dehşet” ve “belirsizlik” hislerini tetikleyecek içeriklerle karşılaşan vatandaşlar olayın odağında olmasa bile ruh sağlığı konusunda etkilenebiliyor. Güvenlik güçleri, basın mensupları, avukatlar ve doktorlar gibi meslek gruplarının bu durumlardan kaçınması güç olabilir ve zaman zaman destek almaya ihtiyaç duyabilirler. Bunlar haricindeki vatandaşlarımız ise ruhsal açıdan korunmak istiyorlarsa haberin bilgisinden ziyade bu tür yanlarını öne çıkaran medya içeriklerini kullanmamalıdırlar.
“Stresi düşmanımız olarak değil, bizi ileriye taşıyacak bir unsur olarak görmeliyiz”
Günlük hayatta stresle başa çıkmanın yolları nelerdir?
Hayatın her alanında irili ufaklı bir stres yükü mevcuttur. Stres esnasında her bireyde açığa çıkan zorlayıcı duygu ve düşüncelerin farklı olduğunu da unutmamalıyız. Bu noktada stresin bizde ortaya çıkardığı rahatsız edici hislerimizi düşmanımız olarak değil, vücudumuzun doğal bir tepkisi olarak görmemiz önemlidir. Aksi taktirde hem stresli olaylarla hem de bu durumun bizde ortaya çıkardığı hislerimizle mücadele etmeye başlarız ve bu yükümüzü daha da artırır. Hislerimiz ve düşüncelerimizle savaşmayı bırakmamız ve enerjimizi daha anlamlı bir şekilde kullanmamız önemlidir. Hayat zaten zor ve stresli. Buna iç dünyamızla savaşmanın zorluklarını da eklemek daha fazla yıpranmamızı sağlar. Unutmayalım ki sadece ölülerde stres olmaz. Onlar acı çekmez. Acıya sahip olmak yaşıyor olmanın göstergesidir.
“Stres sırasında ortaya çıkan hislerimizi düşmanımız olarak görmemek” cümleniz bir hayli dikkat çekici. Bu noktada Bilişsel-Davranışçı Terapi yaklaşımı devreye giriyor olsa gerek?
Evet. Bilişsel-davranışçı terapiler; insanın zorlayıcı durumlarla karşılaştığında ortaya çıkan rahatsızlık verici hisler, duygular, düşünceler vb. içsel tecrübelerle nasıl etkili biçimde baş edebileceğine dair yöntemleri içeren psikoterapi yaklaşımlarının genel şemsiye tanımlamasıdır. Günümüzde ondan fazla bilişsel davranışçı terapi ekolünün varlığından söz edebiliriz. Bunları diğer yaklaşımlardan ayıran önemli bir başka yönü ise etkili ve etkin olduklarının binleri aşkın bilimsel çalışmayla gösterilmiş olmasıdır. Bu bilişsel-davranışçı ekollerden biri olan kabul ve kararlık terapisi benim temel yaklaşımımı oluşturmaktadır.
Ülkemizde; kabul ve kararlılık terapisi ve bağlamsal davranışçı bilimlerin önce filizlenmesi daha sonra da yayılmasında öncü olduğunuz biliniyor. Bunlara dair neler söylersiniz?
Bu alanlarda 15 yılı aşkın bir süredir çalışıyorum. Hâlihazırdaki psikiyatri ve klinik psikoloji yaklaşımlarına alternatif bir bakışı savunduğumuzu söyleyebilirim. Bizler insanlar olarak hangi zorlayıcı düşünceye, hisse veya duyguya sahip olursak olalım bütün bunların bizim hayat hikâyemizin önemli parçaları olduğunu savunan bir yaklaşımız var. Bunlardan kalıcı olarak kurtulmaya çalışmanın imkânsızlığını ve kurtulma çabalarının ızdırabımızı daha da artırdığını gösteren ciddi bir bilimsel birikim var. Dolayısıyla iç dünyamızda tecrübe ettiğimiz kaygı, korku, üzüntü, yetersizlik, değersizlik, güçsüzlük vb. hislerimiz düşmanımız değil; bilakis hayat hikâyemizin kıymetli bir parçasıdır. Yaklaşımımızın nihai hedefi, bu zorlayıcı hisleri hastalık olarak görmeden bunları kendimizi daha iyi tanımamız için bir imkân olarak görmek, dikkat ve enerjimizi daha anlamlı bir yaşam ortaya koyabilmeye yönlendirebilmemizdir.
Son olarak ruh sağlığını iyileştirmek, birçok farklı yaklaşım ve strateji kullanılarak sağlanabilir. Kişinin yaşam tarzı, çevresi, duygusal durumu ve zihinsel sağlığına dikkat edilmesi gereken unsurlardır. Sizce ruh sağlığımızı iyileştirmek için insanlar ne tür adımlar atmalı?
Hem dış dünyamıza hem de iç dünyamıza yani hisler, duygular ve düşüncelerimize yönelik farkındalık, yeterli olamasa da gerekli bir beceri alanıdır. İkinci beceri alanı bu içsel tecrübelerimizle savaşmayı bırakmamız ve onlara iç dünyamızda yaşayabilmeleri için bir yer açmamızdır. Üçüncü önemli nokta ise yaşamımızın anlamlı olmasını sağlayacak kıymet verdiğimiz alanları ve ilkeleri tespit etmemizdir. Bu hayatta neleri önemsiyorum? Nasıl bir insan, evlat, ebeveyn, arkadaş, vatandaş, çalışan vs. olmak istiyorum? Bu hayatta hangi ilkeleri savunmak istiyorum? Neler uğruna zorluklara gönüllü olabilirim? Bu ve benzeri sorular hayatımızın ne yönde devam etmesini arzuladığımızı anlamamız için bir pusula işlevi görecektir. İlk iki alandaki becerilerimizi geliştirmek ve kıymet verdiklerimiz doğrultusunda harekete geçerek gündelik hayatımızı şekillendirmek ruh sağlığımızı iyileştirecek ve güçlendirecektir.