}
21 October 2024

Prof. Dr. Engin Beksaç: “Balkan kültürünü ezoterizm dizayn etmiştir”

Balkan ezoterizmi ve Traklar üzerine araştırmalar yapan Prof. Dr. Engin Beksaç ile bir araya geldik. Traklar kimdir? Günümüzde etkileri sürüyor mu? Balkan ezoterizmine dair ne biliyoruz? Balkan topraklarında ölüme nasıl bakılıyor? Prof. Dr. Engin Beksaç ile bunları ve çok daha fazlasını konuştuk.

Balkanlar birçok efsaneye ve mite ev sahipliği yapıyor. Bu durumun böyle gelişmesinde Balkanlar coğrafyasının etkisi var mı?

Balkanların kendisine özgü hayli zor ve çelişkilerle dolu bir yapısı var. Kuzeyde Karpat dağlarıyla güneyden Istrancalar, Rodoplar ve Sakar dağlarıyla batıda Dina Alpleri ile çevrili kapalı bir coğrafyadan söz ediyoruz. Dağlık bir yapı ve bu yapının içinde düzlük olan kesimlerde de büyük akarsular var. Akarsular ulaşımda çok büyük bir rol oynuyor fakat yerleşim yerleri arasındaki bağlantıyı da zaman zaman kesiyor. Yani akarsular bir sınır teşkil ediyor. Bunların tamamı Balkanlarda değişik özellikler gelişmesine sebep oluyor.

Balkanlar aynı Kafkaslar gibi coğrafyanın da etkisiyle birçok etnik kimliğe ev sahipliği yapıyor tarih boyunca. Öyle değil mi?

Evet. Balkanlar için uygarlıklar sentezi yorumunu rahatlıkla yapabiliriz. Burada binlerce yıldır varlığını koruyan mit yapısını da görebiliyoruz. Mesela bir Arnavut kültürüne baktığımız zaman binlerce yıldır kendi kimliğini koruyan, bir dile bağlı olarak gelişen yapı ile karşılaşıyoruz. Aynı şey Romanya’da da karşımıza çıkabiliyor. Yunanistan’a baktığımızda da arazinin zorlu olduğunu görüyoruz. Balkanlarda yaşayan insanların bugün farklı dinlere mensup olduklarını görsek bile eski kültürün unsurlarını devam ettirdiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yunanlılar Hristiyan olmuş olsa bile pagan kültürünün izlerini taşıyorlar. Arnavutluk’taki Bektâşiler de bir takım eski Balkan inanışlarını bir şekilde devam ettiriyorlar.

Ülkemizde de bunun izlerini görebiliyor muyuz?

Evet, Türkiye Trakyası’nda da biz bunu hâlâ görebiliyoruz. Yani Türkiye Trakyası’nın kendisine özgü bir kimliği var. Ve bu kimlikler, Kuzey Batı Anadolu’yla bütünleşerek varlığını koruyor. Yani kültürel açıdan baktığımız zaman Balkan kültürünün yayılım alanları bize çok ilginç bilgiler veriyor. Yani bu kimlikler, eski Trak ve İlir coğrafyasıyla hemen hemen başat bir şekilde gidebiliyor. Tuna’nın ötesine geçiyor, ta Ukrayna içlerine kadar giden bir kimlikten söz ediyoruz. Bugün bile Balkan coğrafyasını tam manasıyla ifade etmek zor. Karpatlıların ötesinde de bir Balkanlı kimlik ile karşılabilirsiniz.

Balkan tarihinin çarpıtılarak anlatıldığını düşünüyor musunuz?

Balkanlarda yaşayan toplumlarla ilgili bakış açımıza baktığımız zaman bilgilerin eksik ve çarpıtılarak aktarıldığını söyleyebiliriz. Her ülke kendi atalarını icat etmiş ve bu atalara göre de yol çizmiş. Mesela Yunanlılar hiçbir zaman Trakları kabul etmemiştir. Hâliyle Trakoloji de gelişememiştir. Traklara Yunanistan’da hoş bakılmaz. Bulgaristan'a baktığımız zaman, Bulgaristan Trakları kendi ataları olarak kabul ederler. Çok gelişmiş bir Trakoloji vardır. Aynı durum Romanya içinde geçerli. Romanya’dakiler Trakların bir kolu olan Daklardan geldiklerini düşünürler. Trakların güneyde yaşayanları var, kuzeyde yaşayanları var. Dak dediğimiz ve Get dediklerimiz kuzeydeki Traklar.

Bir de bunun dışında Tripalliler var tabii. Özellikle Sırbistan’da etkililer. Ama Sırbistan’da bu Tripallilere pek sahip çıkılmaz. Orada bir Slav milliyetçiliği vardır. O Slav milliyetçiliğinin gölgesinde kalır Tripalliler. Ama Bulgaristan enteresandır. Bulgaristan’da da bir Slav kimliği mücadelesi vardır ama Trakları kendilerine bir ön halk olarak, bir ata olarak kabul ederler.

Arnavutluğa geldiğimiz zaman durum çok enteresan. Arnavutlar direkt olarak İlirlerin soyundan geldiklerini söylerler. Belki de Balkanlar içinde tartışmasız olarak en net biçimde kabul edebileceğimiz durumdur. Arnavut kimliği daha net ve korunmuş bir biçimde günümüze gelmiştir. Son dönemlerde özellikle Hırvatistan’da ve Bosna’da da bu İlir kimliği ön plana çıkmaya başladı. Özellikle Bosna’da iç savaştan sonraki dönemde Slav milliyetçiliğine karşı bir kalkan olarak bir Bosna temelli bir İlirleşme sürecine girildiğini görüyoruz. Buna paralel olarak Hırvatistan’da da aynı İlir kimliği var. Mesela buradaki bilim adamları İlirolojiyi ön plana çıkartmaya çalışıyorlar. Slovenya'da böyle bir ilgi yok ama kültür havzasına hiç de uzak değiller.

“Arnavutlar İlir kültürünün bir parçası”
İlir ve Trak kültürlerinin birbirinden farkları var mı?

Trakların dili günümüze gelmedi ama bazı dil verileri, günümüze ulaşan kelimeler bulunuyor. Bunlar bize iki kültürün birbirine yakın bir dile sahip olduğunu gösteriyor. Mesela Romanya’daki çok önemli dil bilimcilerinin yapmış olduğu çalışmalarda da Arnavutçanın Trak dilinin uzantısı olduğu söyleniyor. Aslında Arnavutça, bir İlir dili. Bu da bize İlir ve Trak dillerinin yakın akraba olduğunu gösteriyor. Arkeolojik malzemeye tarafsız bir gözle baktığımız zaman, burada bir Balkan bütünlüğünü görmemiz mümkün. Burada mesela bugün çok tartışmalı olan Makedonlar var, Payonlar var.

Payonlar hakkında neler söylersiniz?

Payonlar İlirler ile Traklar ortasında bir halktır. Bugün Kuzey Makedonya olarak isimlendirilen kesimdeki halk esasında Payon’dur. O bölgenin adı Payonya’dır. Benim anlamadığım, hâlâ niye Kuzey Makedonya diye direniyorlar? Yani kendi ataları da hiç de aşağı kalmayacak büyük seviyede bir uygarlık. Makedonlara gelince Makedonlar da tabii ki esasında iddia edildiği gibi Yunanlı bir halk değil. Onlar da bir Balkan halkı. Bunların dillerine de dikkat edilirse Yunancadan çok kuzeydeki komşularına yakın olduğu karşımıza çıkıyor. Ama politika devreye girince bunların bir önemi olmuyor. Yunanlılara kalırsa Trakları da Yunanlı göstermek istiyorlar. Mesela şu anda çok tartışmalı birkaç etnik grup var Balkanlarda. Bu eski halkların kalıntısı olanlar. Bunlardan bir tanesi Karakaçanlar. Yunan Bilim Akademisi’ne göre Karakaçanlar, ön Dorlar olarak karşımıza çıkıyor. Fakat çok enteresan; bu insanlar şu anda Yunanca konuşmuyor, Bulgarca konuşuyor. Bu insanlar Hristiyan. Tabii bunun dışında bir de Balkanlarda Vlahlar var. Vlahların Romanya bağlantıları bulunuyor. Bunların hepsi o eski kültürlerden arta kalan insanlar.

Bu eski kültürleri tarihsel olarak bir noktaya kadar götürecek olursak hangi tarihleri vermek gerekir?

Bu bölgedeki prehistorik uygarlıkta çok erken tarihlerde insan geçmişini görebiliyoruz. Hatta insandan önce insansı geçmişte var. Neandertal buluntuları var. Onlara baktığımız zaman çok erken tarihlere gidiyor. Ama bizim genellikle Trakları ve İlirleri görmeye başladığımız süreçler milattan önce 2.500-3.000 civarına tarihleniyor. Ama daha da ilginci, Karadeniz Ereğlisi civarında bile Balkanlı insanları görebiliyoruz. Mesela benim kendi yüzey araştırmalarımda Edirne civarında da Balkanlı bazı gruplara dair unsurları gördüm. Bazı arkadaşların iddia ettiği gibi Anadolu’dan Balkanlara bir göç olduğu tezinin zıttına Balkanlardan Anadolu’ya gelen insanlara dair bulguları ben kendi gözümle gördüm. Bu işler politika ile açıklanamaz.

“Trak dini, Yunan dinine benzemiyor”
Yunanlar ile Trakların dinî inanışları arasında bir benzerlik var mı, böyle bir özdeşim yapılabilir mi?

Kültürlere politikayı karıştırdığınız an yanılgıya düşmeniz an meselesi. Yazılı kaynakların olmaması bizi bazı noktalarla zora sokuyor. Ama buna rağmen folklorik, arkeolojik veriler, Yunanlıların yazmış olduğu kayıtlardan intikal edenler beş aşağı beş yukarı bizi Balkanlardaki eski dinî inanışlar konusunda bilgi sahibi yapıyor. Ama bazı araştırmacılar bu inanışları ağırlıklı olarak Yunan diniyle çözmeye çalışıyorlar. Hayır, ne İlirlilerin ne Trakların dini Yunanlılara özellikle Atina sitesinin tanımış olduğumuz dinine benzemiyor. Daha çok Sparta’nın dinine yakın. Atina’nın dini içinde biz çok enteresan bazı kültlere rastlayabiliyoruz, Eleusis kültü gibi. Tanrı Dionysos gibi figürler karşımıza çıkıyor. Bunlar Artemis tanrıçaları, Yunan ötesinde Trak bağlantılı tanrılar olarak ve dinî inançlar olarak karşımıza çıkıyor.

Söyledikleriniz hayli ilgi çekici hocam. Bugün bizim Yunan tanrı ve tanrıçaları olarak bildiğimiz isimlerin Trak dinî inanışlarından geldiğini söylüyorsunuz.

Öyle tabii. Bir kere en başta Traklar şekilsel bir tapınımı kabul etmeyen bir halk. Şekil yok. Orfik kült olarak geçen yapı, Yunan tarihçiler ve bazı Batılı tarihçilerin çoğunluğu Orfizm’in kökeninin Yunan olduğunu söylüyor. Hâlbuki Orfizm Yunan değil, Trak kökenli çıkmıştır. Daha çok Helenistik dönemde etkinlik kazanmış ki bunu taşıyan Makedonyalılardır ve Makedonyalılar da bu dini tercih etmişlerdir. Mesela siz Trak topraklarına geldiğinizde hiçbir zaman bir Yunan tapınağı, bir kabartma heykel bulamazsınız. Çünkü bunların dininde form yoktur, bir şekil tapınımı yoktur. Tamamen soyutlanmış, doğayla iç içe geçmiş bir ezoterik yapı, bir Orfik sistem karşımıza çıkmaktadır ki bu tamamen bizi farklı bir dünyanın kapısına götürmektedir. Bu noktada benim şahsi kanım, bu dinî inanışın kökenlerini başka Avrupalı topluluklarda ve eski Avrasya halklarının dinlerinde aramamız lazım. Çünkü Atina’nın dini materyalizmdir. Özellikle ölüm ve ölüm ötesi konusuna geçtiğiniz zaman size çok iyi bilgi vermez.

Trak dini ile özellikle Kelt dininde karşımıza çıkan çok yakın paralellikler olduğu kanısındayım. Germen dininde, Nordik yapılarda, hatta Slavlarda çok yakın paralellikler var. Kaldı ki bu sistem içinde, Avrasya dinî sisteminde İslam öncesi Türklerin dini de bu kalıp içinde değerlendirilebiliyor. Ama biz bunun farkında değiliz.

Burada o zaman daha ezorterik bir dinî anlayıştan mı söz ediyoruz?

Şöyle örnek vereyim sorunuz üzerine; Yassıkaya Mağarası, bir kült merkezi esasında. Orası her ne kadar yerleşim alanı olarak tanımlanmışsa da yerleşim alanı değil o. Bir tapınak ve onun altında zaten başka kült alanları da var. Orada tipik Balkan malzemesi ile karşılaşıyoruz.

“Dionysos, bilinçaltının tanrısıdır”
Bu eski kültürlerin bugünkü Trakya’ya etkisi üzerine ne söylemek istersiniz?

Şöyle ifade etmek isterim ki Orta Çağ’da Bizans bile Trakya’nın kimliğini kıramamıştır. O eski kimliği bugün dahi hayattadır. Osmanlı devrindeki yapılaşmasında da çok fazla bir değişim yoktur. Daha da ilginci, Tatarlar Trakya’da çok yoğun bir nufusa sahiptir. Tatarlar da esasında Avrasya kültürü konteksinden gelen insanlardır, Trakya onları da içine katmıştır. Trakya’nın bugün müzik, dans, şiir kültürünün kökenlerinde bu eski kültürlerin etkisi çok fazladır. Mesela alkol kullanımı konusunda Trakya bölgesi zaman zaman tartışılır. Ama biz biliriz ki eski kültürdeki Traklarda içki kutsaldır. Bilinç açan, bilinç ötesine, madde olanın dışına çıkmayı sağlayan bir araç olarak kabul edilir. Yani orada sarhoşluk bir yanılgı, bir itilme değildir. Biz bugün bile o kültürün bir yansımasına şahit oluruz. Hatta Yunanlar Traklardan aldıkları tanrıyı bile bir şarap tanrısı olarak lanse etmişlerdir. O esasında şarap tanrısı değil, kitonik bir tanrıdır. Karanlık dünyanın tanrısıdır, bilinçaltının tanrısıdır, bilinmeyenin tanrısıdır Dionysos.

Dionysos nasıl bir tanrıdır, peki?

Dionysos, Nesos’un tanrısı demektir. Çünkü onun adı erginleşmemiş olanlara yasak bir addır, gizemlidir. Muhtemelen Yunan kolonileri Traklar ile ilk karşılaştıklarında soruyorlar: “Bu şehrin adı ne?” Nesos kenti, Batı Trakya’da bir kent. “Peki, tanrınızın adı ne?” diye sorduklarında onlar da “Dionysos” diyor, Yani Nesos’un tanrısı. Çünkü Yunanlılar erginleşmiş değil Trakların gözünde, sır verilecek birileri değiller. Sır verme törenlerinden geçen, gizem kültlerini bilen insanlar değiller. O yüzden de ona Nesos’un tanrısı diyor. Biz Traklardaki gerçek tanrının adını bilmeyiz. O bir sırdır ve erginleşme törenlerinden geçtikten sonra onu bilmeye hak kazananlara verilir. Bilenler de bunu ilan ettikleri takdirde ölümle bile cezalandırılabilirler. Böyle bir yapıyla karşı karşıyayız.

“Orfeus Yunanlı bir mitolojik kahraman değil! Bir Trak rahip kralı”
Hocam bu kadar ezoterik unsurlar içeren, bir nevi gizli öğretiyi andıran dinî yapı içinde Trakların din ile arası nasıldı? Dindar mıydı bu insanlar?

Kayıtlar bize şunu anlatıyor: Traklar ve İlirler son derece dindardılar. Peki, bu din nasıl bir inanç dinamiği taşıyordu? Orada Orfeus başlı başına bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Orfeus, Yunanlı bir mitolojik kahraman değildir. Orfeus esasında yaşayan bir şahıs. Bir Trak rahip kralı. Traklarda ve İlirlerde yöneticiler rahip krallardır. Orfeus da muhtemelen Batı Trakya’da yaşamış olan bir şef. Yapmış olduğu en ilginç özellik de güneş kültü ile kitonik kültleri bir araya getirerek yeni bir dinî sistem oluşturması. Çok dikkat edildiği takdirde karşımıza çıkacak bir başka nokta var. Orta Doğu’dan tanıdığımız Süleyman Peygamber ile birebir örtüşen bir kimliği var. Hayvanlarla konuşuyor, ağaçlarla konuşuyor, elinde liri var, lir çalıyor ve yıldızlarla konuşuyor, yeraltına yolculuk yapıyor.

Bu dinin ve özellikle de Orfeus kültünün ölüm sonrasına dair inanışları nasıl?

Bu kült ve beraberindekilerle birlikte Traklarda reenkarnasyon inancı hâkim. Traklar ve eski Avrupa halklarının hepsinde reenkarnasyon çok önemlidir. Bu reenkarnasyon olayı ile ölüm korkusunu aşıyorlar. Orfik dinler öyle herkese açık değil. Bu sebeple Trakların dini hakkında da bizim bilgilerimiz direkt değil, dolaylı kaynaklardan geliyor. Çünkü kültteki inanç bir sır ve onları söylemek yasak, törenleri anlatmak yasak. Trak dini herkesin girebileceği, katılabileceği bir din değil. Farklı aşamalardan geçerek bir nevi inisiye olarak katılabiliyorsunuz. Eski Çağ’daki insanlara göre hayatın özünde eril güçler ve dişil güçler vardır. Bu iki gücün birbirini tamamlanmasıyla hayat varlığını bulmakta, sürdürmektedir. Gizemin kaynağı da budur zaten. Trakların ana tanrıçası esasında toprak ve suyun tanrıçasıdır. Bütün eski uygarlıkların özüne baktığınız zaman bu olayı görürsünüz. Su ve toprak dişildir. Su ve toprak maddeyi dönüştürebilir. Erkeğin dönüştürme gücü yoktur. Çocuğu doğuran, karnında taşıyan, çocuğu içinde var eden ve doğumunu sağlayan dişil varlıktır. Bu da hayat içindeki maddesel dönüştürme gücünü kadına verir ve ana tanrıça orada hayatın dönüşümlerini temsil eder.

Bu inanışta ana tanrıçaya yüklenen anlam nedir?

Esasında pek çok kişi der ki ana tanrıça hayatın anası. Hayır, ana tanrıça hayatın anası değil. Ana tanrıça kaderin, yani hem hayatın hem ölümün tanrıçasıdır. Mesela biz bunları dolmen törenlerinde çok net olarak görebiliyoruz. Mesela 21 Aralık sürecinde dolmenlerde güneş ışığı direkt olarak o delikten içeri giriyor. Dolmen doğrudan ana tanrıçanın rahmini ve cinsel uzvunu temsil eden bir şekilde karşımıza çıkıyor ve güneş ışığı sembolik olarak geldiği zaman hayatın tekrar başlangıcını sağlayan bir törensel unsura dönüşüyor. Ateş ise hayatın özünde var olandır ve erkektir. Ama çok enteresan, daha erken süreçlerde, ateşle havanın ayrı olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla “anasırı erbaa”, yani dört unsur yoktur; üç unsur vardır. Ateş ve hava bütünleşiktir ve erkektir, su ve toprak ise dişidir. Toprak yaşayandır, su ise madde ötesidir, yeraltıdır. Ana tanrıçalar ölümle yaşamın dengesini sağlarlar bu sebeple.

“Balkanlarda ölümün bir son olduğuna inanılmıyor”
Şimdi Balkan insanının hayata bakışı biraz kadercidir. Çok merhametlidir ama aynı zamanda çok da acımasızdır. Her iki uçta gider gelir Balkan insanı. Rahatlıkla öldürebilir fakat başka bir yerde merhamet gösterisinde bulunabilir. Bunun nedeni nedir?

İşte bu eski dininden kaynaklanıyor. Çünkü Traklarda ve İlirlerde karşımıza çıkan ve bizim bugün yadırgadığımız özellikleri görebiliyoruz. Bu Avrupa’nın diğer topluluklarında da var. Keltlerde de aynı durumu görebiliyoruz, Germenlerde ve Slavlarda da karşımıza çıkabiliyor. Olayın özünde öldürmek ve yaşatmak var. Rahatlıkla öldürür ama çoğu vejeteryandır Trakların. Doğanın karşısında bir ağacı keserken bile özür dilerken görürüz onları. Çünkü Orfeus’a baktığınız zaman bir sevgi abidesi olarak çıkar karşınıza. Bu yapının uzantısından kaynaklanır. Ama aynı insan biraz sonra vahşileşebilir. Bu Balkanların trajik yapısıdır. Bu kendi kimlikleri içindeki özdür. Ölümün bir bitiş olduğuna inanmazlar. Traklarda bir kişi doğduğu zaman büyük bir üzüntü duyulurdu. Çocuğa “Sen kötü bir yere geldin; soğuk, açlık, haksızlık seni bekliyor” diye bir ağlama töreni yapılırdı. Kişi öldüğü zaman ise büyük şenlikler yapılarak gömülürdü ve ceset yakılırdı.

Ceset neden yakılıyor?

Ceset yakan kültürlere bakın. Dikkat edin, dünya üzerinde ceset yakan kültürlerin hemen hemen hepsi reenkarnasyona inanan kültürlerdir. Ruhun tekrar geri gelmesine inanırlar ve öte dünyada onları sorguya çeken bir karakter vardır. Hintliler de bu parvati olarak karşımıza çıkıyor. Kuzey Amerika yerlillerinde beyazlı kadın olarak görüyoruz. Bizim kültürümüzde de aynı kadın varesasında ama biz onu yanlış ve farklı değerlendiriyoruz.

Umay’dan mı söz ediyorsunuz hocam?

Evet, Türk mitolojisindeki ana karakterlerden biridir. Ama biz o kadının öneminin farkında değiliz maalesef. Ay ile bütünleşmiş bir tanrıçadır Umay. Biz onun hâlâ ne olduğunu bilmiyoruz. Çocuk doğduğu zaman çocukları korur diyorlar; hayır değil. O insan kaderinin bekçisi olan bir tanrıçadır aslında. Mesela biz bugün bayrağımızda hâlâ Umay’ı taşıyoruz. Umay ve oğlu eşlik ediyor bayrağımıza. Yani ana tanrıça ve oğlu döngüsünün bizdeki hâlidir ay-yıldız metaforu. O hilal, ana tanrıçanın genç kız hâlidir. Yanındaki Kuzey Yıldızı ise oğludur. Bu tanrıçanın çok enteresan bir özelliği var. Periyodik olarak kendini yenileyebiliyor. Kış döneminde yaşlı kadın, yaz döneminde bahardan itibaren genç kadın şekline giriyor.

O zaman eski uygarlıkların dinî inanışlarına tekrar dönecek olursak bu ezoterik kimlik meselesinin üzerindeki tozları kaldıralım isterim hocam. Bütün kültürlerin Sümer'den doğduğu iddiasına muhalif olduğunuzu biliyorum. Bunu detaylandırır mısınız?

Elbette, bütün kültürler Sümer’den doğmadı. Sümer bir sentezdi. Aynı Yunan ve Mısır uygarlığının sentez olduğu gibi... Onların yaşadığı çağlarda başkaları da yaşıyordu dünya üzerinde. Onlarla kendilerince ezoterik bir kaynaşmaya girdiler. Burada dikkatinizi çekmek istiyorum, asıl olan tek kimlik ezoterizmdir. Ortak nokta odur. İbn Arabi'nin dediği gibi din tektir, gerisi cihettir. Uygarlığın temelinde olan da bu tek dindir. Onu ortaya çıkaran da insanın manevi boyutudur. Uygarlıkların hepsinde bu vardır. İnsanın bir manevi boyutu bir de maddi boyutu vardır. Bu ikisi arasındaki mücadele sizi bir yerlere götürür.

Yine Traklara dönecek olursak bu manevi boyutla ilgili inkübasyon tedavi merkezlerini sormak isterim.

Daha önce söylediğim gibi insan göründüğünden fazlasıdır. Eski tıpta biri hasta olduğu zaman kutsal alana gidilirdi. Oraya gidiyorsunuz hastalığınızı teşhis edebilmek için karanlık bir odada kalıyorsunuz. Yanınızda da bazı eşyalar oluyor. Yatıp uyuyorsunuz ve rüyanızda birtakım varlıklar gelip size rahatsızlığınızı ve tedavi yollarını anlatıyorlar.  Siz kalktıktan sonra bunu doktora anlatıyorsunuz, doktor teşhisi koyabiliyor. İnkübasyon tıbbı saklı bir uygulamaydı, anlatılmazdı. Bunlar batıl, saçma sapan şeyler miydi? Cevabını bilmiyorum ama böyle bir durum olduğunu biliyorum. Bunu Yunan tıbbı, Trak tıbbı, Roma tıbbı kullandı.  

Eski kültürlerde bir de Plutonium var, değil mi?

Plutoniumlar, yeraltı güçleriyle konuşmak için yapılan mağaralar. Bizde Cehennem Ağzı Mağaraları var Karadeniz Ereğlisi’nde. Esasında Cehennem Ağzı Mağaraları da Plutonium’dur. Denizli’de başka bir Plutonium daha bulunur. Bunlar çok meşhur. Dünyanın belirli yerlerinde varlar, her yerde olmuyor plutoniumlar. Biz bugün çok rasyonel olduğumuz için bunları anlamakta zorlanıyoruz. Antik Çağ insanlarının böyle bir inancı var ve öteki dünyanın ruhlarıyla konuştuklarına inanıyorlar bu merkezlerde. Şamanizmde de eski pagan dinlerinin hepsinde de bu vardır. Hüddamlı hocaları hiç duymadınız mı? İslam’da da var esasında. Mesela Halveti tarikatı geleneğinde rüya ve istihareye gösterilen ehemmiyet çok yüksektir. Bunların hepsinde bu eski kültlerin etkisini var mıdır, yok mudur? Esasında kültlerden ziyade insanın hayata bakış ortaklığını görmek mümkün.

Bizim fazlasıyla rasyoneliteye boğulmuş materyalist dünyamız bu tip konuları görmek istemiyor hocam, göz ardı ediyor değil mi?

Esasında eski uygarlıkların hepsinde Balkan ezoterizminde de diğer coğrafyalardaki inançların temelinde de yatan olgu budur. Yani insanın kendi gücüdür. Kitonik kimlik yeraltı tanrılarıyla temasa geçmek, yani yaşayan dünyanın ötesinde var olanlarla temasa geçmek… Bir de onun göksel olanlarıyla iletişime geçtiğiniz zaman kitonikten çıkıyorsunuz. O zaman göksel bir niteliğe bürünebiliyor.

“Hortlaklar, dönüşüm sürecini tamamlayamamış ruhlardır”
Traklarda ölüm ve ölüm ötesine bakış hakkında neler saöylemek istersiniz?

Balkanlarda ölümsüzlüğe inanılıyor ve bu fikir bilinçaltında yer etmiştir. O yüzden de hayatı ciddiye almazlar. Balkanların kültürel kimliğinin temeli budur. Yani ceset yakmalarından tutun hayatın temeline kadar bu inanış hâkimdir. Mesela Balkanlı kültürlerin taş evleri yoktur erken dönemde. Taş çünkü kalıcıdır ama ruhsal olarak kalıcı olması gereksizdir. Fakat tam tersi Yunan kültüründe taş ve mermer önemlidir. Diğer Balkanlı eski uygarlıklarda mermerin hayatı, ruhun dönüşümlerini engellediğine inanılır. Örneğin şimdi İngiltere’de Stonehenge alanını düşünün, taşlar var öyle değil mi? Muhtemelen o taş, ölüler için yapılmış bir tapınak. Onun birde ahşabı var ki bu da yaşayanları temsil ediyor. Antik uygarlıklarda bir gizem anlayışı var. Örneği hortlak kelimesini duymuşsunuzdur. Hortlaklar dönüşüm sürecini tamamlayamamış ve ruhlar diyarına kabul edilmemiş, arada kalan ruhlardır. Yani yolculuğu eksik kalan ruhlardır. Çok günahkâr ruhlardır.

Orfik inanışta her insana verilen üç yaşam hakkı vardır. Öldükten sonra üç kere gidip gelirsiniz dünyaya. Örneğin Hindistan’da bu döngü sonsuzdur. Ki bu “üç” unsuru, Avrupalı kültürlerin hepsinde vardır. Bugün tez, anti-tez, sentez olarak kabul ettiğimiz dialektik materyalizmin özünde de bu üç vardır. Teslise dikkat edin, yine üçtür. Avrupa Hristiyanlığı bu anlamda kendine göre uyarlamıştır. Mesela biz bunu Sibirya’da da görebiliyoryuz, Kuzey Amerika Kızılderili kültürlerinde de şahit oluyoruz.

Zerdüşlükte de görüyoruz…

Zerdüştlükte de Ahura Mazda, Angra Mainyu mutlak kötülük ve mutlak iyiliği temsil ederken bunların babası Zurvan çıkar karşımıza. Dediğiniz gibi üçleme orada da vardır. Trakların inanışına dönecek olursak üç kere doğduktan eksik kalan ruh tekrar yeryüzüne geri atılır. Sürecini tamamlayamadığı için ne yeryüzünde ne gökyüzünde, manevi âlemde yeri olmayan ruhtur artık o. Bu nedenle de ona tedbir alınması gereklidir.

Hortlak olduğuna inanılan mezarlara gül ağacı dikilmesi bu tedbirin bir parçası mı?

Diken… Sadece gül ağacında değil, karaçalı gibi bitkilerde de diken koruyucudur, bu sebeple de önemlidir. Diken elinize batarsa kan akıtırsınız. Kan hem bir tür yaşam vericidir hem bir tür yaşam alıcıdır. Doğarken siz kanla doğarsınız. Yaşamınız kanla sürer. Ama kanınız bittiği zaman, donduğu zaman siz ölürsünüz. Yani ateşin kaynağında var olan, ısınızı taşıyan kandır.

Kan, ezoterik bakış açısından önemli öyle değil mi?

Evet, kan önem arz ediyor. Esasında vücuttan sıyrılıyor. Ama o sıyrılma esnasındaki şekillenmede kanın rolü var. Diken, orada ruhu tutsak ediyor, kapatıyor ruhun suyunu. Mesela dikkat edin; ölü evlerinde, özellikle Trakya’da, kapılara dikenli dallar asılır. Ruh geri gelmesin diye.

Bugünkü kültürün izini sürdüğümüzde binlerce yıl öncesine ulaşabiliyoruz. Bir kültür nasıl ortaya çıkar ya da oluşur?

Bir kültürün oluşumunda on bin yıl önceki olayın bile bir etkisi vardır. Kendisi de insan belleği gibidir. Bir kademeleşme içinde her şey olur ve sentezlerle yenileşmeyi ve yaşam kaynağı sağlanır. Balkanlara yakından baktığımızda Hristiyan, Müslüman farklı inançlardaki grupları görürüz. Ama bunlar yerleşik, geleneksel inanışlardan farklı şekillemişlerdir. Çünkü o eski inanışlar, kültürler sonradan karşılaşılan inanışları, kültürleri etkilemiştir. Balkan Hristiyanlığında örneğin Katoliklik kendine taraftar bulmakta zorlanmıştır. Tasavvuf dışındaki İslamiyet aynı şekilde Balkan Müslümanlarınca hoş karşılanmamıştır. Balkan Hristiyanları Ortodoks’tur. Ortodoksluk ise kişilik itibariyle Pagan dinine çok yakındır. Eski tanrıçalar azizlere dönüşmüştür zaman içinde. Coğrafyadaki ezoterik güç dini de kültürü de şekillendirir. Akraba evliliği meselesi İslam’da sınırlandırılmıştır ama kısmî serbestlik de vardır. Fakat bu akraba evliliği, Trakya bölgesinde Müslüman ahali tarafından kabul edilmemiştir. Bugün bile akraba evliliğinin neredeyse hiç görülmediği bir coğrafyadır Balkanlar. Çünkü Avrasya kültür havzasında endogami ve egzogami ilkeleri net belirlenmiştir.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...