Bir süredir “İstanbul’u Sevmek” adlı yeni sergisiyle gündemde olan fotoğrafçı Nevzat Yıldırım, son yıllarda kamuoyunda adından sıkça söz ettiriyor. Bazı eserleri Boston Güzel Sanatlar Müzesi’nin koleksiyonunda yer alan Yıldırım, belgesel ve çağdaş sanat alanında projeler üretmeyi sürdürüyor. İstanbul’a yönelik fotoğrafları da Londra’da bulunan Albumen Galeri aracılığıyla sanat koleksiyonerlerine ulaşıyor. 2010’dan beri çeşitli üniversitelerde fotoğraf dersleri veren Yıldırım’ın sanat yolculuğuna yakından bakalım…
"İstanbul'u Sevmek" adlı serginizi sanatseverlerin beğenisine sundunuz. Bu projenin oluşum sürecini sizden dinleyebilir miyiz?
Bu sergi, bir çırpıda yapılan bir projeden çok, fotoğrafla süren bir yaşam biçiminin titiz bir şekilde ortaya çıkmasıdır. Sevdiğim İstanbul’a kurduğum derin bir bağdır. Çünkü İstanbul her yönüyle insanı kendine hayran bırakan bir şehirdir. Bu sergiyi ortaya çıkarmak için 15 yılın üzerinde İstanbul’u farklı mevsim ve ışık koşullarındaki özel zamanlarda fotoğraflamaya gayret ettim. Kadim şehir İstanbul’da fotoğraf çekmek, benim için kentin ruhuna ve kalbine doğru giden keyifli bir yolculuktur. Aynı Ara Güler ustanın 1950’lerden itibaren kendi döneminin İstanbul’unu siyah beyaz fotoğraflarla kendine has bir estetikle belgelediği gibi, ben de bugünün İstanbul’una kendi bakış açım ile ilk anda izleyende merak ve heyecan uyandırmasını istediğim renkli ve ikonik etkideki fotoğraflar ile tanıklık ediyorum.
Küratörlüğünü Prof. Dr. Ozan Bilgiseren'in üstlendiği sergide İstanbul’a olan aidiyetinizi net bir şekilde görüyoruz. Şehre olan tutkunuz nereden geliyor?
İstanbul, yüzyıllardır şairlerin dizelerine, ressamların tuvallerine ilham olmuş bir şehir. Bu yönüyle sıradan bir şehir değildir. Tarih boyunca farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış, kültürel açıdan da son derece zengin ve benzersiz bir şehirdir. Ben de bu büyük anlatının içinden geçerek kendi sanatsal yorumumla içinde yaşadığım şehri fotoğraf sanatının evrensel diliyle anlatmak istedim.
Fotoğraflarla şehrin ikonik özelliği olan tarihi yapılarına odaklandığınız görülüyor. Tarihî yapılara odaklanma ve "İstanbul'u Sevmek" adlı sergi fikri nasıl doğdu?
“İstanbul’u Sevmek” isimli sergimdeki eserlerde, şehrin değişmeyen ruhuna ve kültürel mirasına odaklanmaya çalıştım. Çünkü İstanbul'u sevmek, sadece geçmişine bakmakla değil; bugününün değerini iyi bilmekle mümkündür. Şehrin tüm katmanlarıyla yeniden okumak, koklamak ve ruhunu okumakla sağlanabilir. Bu açıdan İstanbul’u estetik ve sanatsal olarak fotoğraflamak, bir bakıma onunla konuşmak gibidir. Proje fikri kendi kültür benliğimizin zenginliğini ekili biçimde anlatmak istemem ve yıllar içinde fotoğraflamamla ortaya çıktı. Bu da bir sanatçı olarak güzel ülkemizi sevmem ve şehrimize duyduğum aidiyet duygusundan besleniyor. Bu vesileyle Türkiye Fotoğraf Vakfı Başkanı Sayın Murat Aydın ve serginin ortaya çıkışındaki değerli katkıları için küratörümüz Prof. Dr. Ozan Bilgiseren’e çok teşekkür ederim.
Bu sergi sizin için ne ifade ediyor? Kişisel bir anlamı var mı?
Bu sergim de büyük boyutlu baskılardan oluşan 20 farklı fotoğrafım var. İstanbul parıltısıyla göz kamaştıran bir şehirdir. Tarihte pek çok sanatçıya olduğu gibi beni de kendisine hayran bırakıyor. Öğrencilik yıllarımdan itibaren uzun seneler boyunca yaptığım okumalar, araştırmalar ile kurduğum kişisel ve derin bağın fotoğrafın kendi diliyle açığa çıkması ve belki de görsel bir ifadesidir. Tarihî sur içinde pek çok Osmanlı yapısı, Süleymaniye’nin ihtişamı, Galata’nın zamana direnen silueti, Üsküdar’dan farklı etkideki sahneler gibi her bir fotoğraf İstanbul'un derin kültürel zenginliği ve geçmişiyle ilişkilidir. Bugünün İstanbul’unu anlamlandıran güzelleştiren benzersiz tarihî eserler ve etrafındaki yaşam alanları şehri sevmemiz için en büyük nedendir. Bu yönüyle bende her bir karede geçmişin izleriyle bugünü konuşturmak, şehri yeniden okumak istedim. Bu sergi benim için bir arşiv değil; bir tanıklık, bir sevme biçimi ya da İstanbul’a duyduğum hayranlıktır.
“İstanbul’da estetik arayış içinde fotoğraf üretmek öyle kolay değildir”
Üç imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul gibi çok katmanlı ve hızlı değişen bir şehirde fotoğraf çekmenin zorlukları neler?
İstanbul’da ışığın en etkili olduğ, altın saatlerde, farklı kompozisyonlarda ve özel anları hesaplayıp bekleyerek fotoğraflar çekiyorum. Ebetteki bu süreçler büyük sabır ve yüksek seviyede dikkat gerektiren bir deneyimdir. Nüfusunun kalabalığı ile İstanbul zamanın son derece hızlı aktığı ve her an değiştiği dinamik bir şehirdir. Bu şehir fotoğrafta kompozisyon açısından da oldukça cömert ancak bir o kadar da zorlayıcıdır. Bazen size özel bir ışık ile eşsiz fırsatlar sunar ama aynı zamanda ciddi sınamalar barındıran bir şehirdir. Plansız yapılaşma, tabela ve kaldırımlardaki fazlaca araç yoğunluğu, gözü sürekli rahatsız eden unsurlar hepsi bir arada bulunabilir. Bu yüzden İstanbul’da estetik arayış içinde fotoğraf üretmek öyle kolay değildir. Kompozisyonlarda görsel sadeliği kaosun içinden çekip çıkarma gibi ayrı bir göz terbiyesi ve disiplin gerektirir.
Sergide yer alan fotoğraflarınızda hangi teknikleri kullandınız?
“İstanbul’u Sevmek” isimli sergide yer alan 20 fotoğraf, orta format fotoğraf makinesiyle çekildiği için teknik olarak oldukça yüksek çözünürlüklü ve detaylar açısından zengin karelerden oluşuyor. Bu da bana, fotoğrafları büyük ebatlarda baskı yapma olanağı sunarken izleyiciyle fotoğraf baskıları üzerinden doğrudan bir bağ kurabilmesine yardımcı oluyor. Ayrıca her bir fotoğrafı çerçeveli olarak sunmak, onların birer sanat nesnesi olarak konumlandırılmasına ve izleyiciyle buluşmasını sağlıyor.
Işık ve kompozisyon anlamında İstanbul’da çalışmak nasıl bir deneyim?
Kişisel olarak fotoğraf çekerken hem belgesel ağırlıklı hem de çağdaş sanat bağlamında eserler üretiyorum. İstanbul’da fotoğraf üretmek benim için çok farklı gerçekten. Sergide yer alan kareler ışık, doku ve kompozisyon etkisi itibariyle İstanbul’un ruhunu yansıtırken bende bu süreçte sürprizlerle dolu İstanbul’u yeniden tanıyor ve öğreniyorum. Şehri görmek mekânları deneyimlemek son derece özel duygular barındırıyor. Bunu yaparken de sabır, öngörü ve ciddi bir görsel dikkat şarttır.
İstanbul’un gürültüsü, kalabalığı, dinamizmi sizin kadrajınıza nasıl yansıdı?
Bu şehirde yaşayan herkesin deneyimleyerek bildiği açık bir gerçek İstanbul'un en önemli özelliklerinden biriside çok kalabalık olmasıdır. Kentin gürültüsü, kalabalığı ve bitmeyen hareketliliği bazen yorucu olabilir. Ama bu dinamizm bence şehre kendine özgü bir canlılık ve ruh katıyor. Bu yüzden kimi zaman insanları kadraja alarak, kimi zaman da kalabalığın ardından beliren bir farklı bir ışık etkisiyle bu kalabalık şehri estetik olarak anlatmaya gayret ettim.
“Fiziksel sergiler her zaman ayrıcalıklı ve kalıcı olacaktır”
Günümüzün sosyal medya çağında sergi açmanın hâlâ önemi olduğunu düşünüyor musunuz?
Günümüzün dijital çağında, özellikle sosyal medyanın sunduğu hız ve erişilebilirlik sayesinde fotoğraflar anında binlerce, hatta milyonlarca kişiye ulaşabiliyor. Ancak ben sergi açıldığında yaşanılan güzel anıların ve izleyiciyle yüz yüze kurulan temasın çok daha değerli olduğunu düşünüyorum. Düşünsenize telefonlarımızın ekranlarında birkaç saniye kaydırarak geçilen bir fotoğrafın etkisi ile aylar öncesinde planlan ve tüm detaylarıyla iyi organize edilmiş sergiler hiç kıyaslanır mı? Fotoğraf sergileri, son derece güzel duyguların açığa çıkmasını sağlarken ayrıca yeni işlerin üretilmesini neden olur. Bundan dolayı fiziksel sergiler her zaman ayrıcalıklı ve kalıcı olacaktır. Elbette ki dijital dünyanın imkânlarını inkâr etmeden, ama onun ötesine geçerek, galeri ve müze gibi sergi mekânlarını çok kıymetli ve vazgeçilmez buluyorum. Çünkü sergi, fotoğrafın kendine ait zamanını ve mekânını yeniden kurduğu yerdir.
Fotoğrafçılığa yeni başlayanlara İstanbul gibi büyük bir şehirde çalışmaları için ne önerirsiniz?
İstanbul tarihî ve doğal güzellikleri itibariyle kültürel anlamda çok zengin bir şehirdir. Bu göz kamaştırıcı kentte görünenin ötesini arayıp bulmak fotoğrafça bakmak ile mümkündür. Bu sayede keşfin bir parçası olunabilir. Fotoğrafa meraklı herkesin kendi bakış açılarıyla şehri keşfetmelerini tavsiye edebilirim.
Sergiyi ve teknik konuları bir kenara bırakacak olursak… Sizin için fotoğrafçılık ne ifade ediyor? Duyguları aktarmak mı, yoksa bir zaman dilimini dondurmak mı?"
Kendimi fotoğraf sanatı aracılığıyla ifade ediyorum. Yani fotoğraf, benim için ruh dünyamda hissettiklerimi en derin ifade biçimidir.
“Rasim Soylu tarafından henüz 16 yaşında fotoğrafa yönlendirildim”
Fotoğrafçılığı bir ifade biçimi olarak seçmenizin ardında ne yatıyor?
Bu soruya verilecek yanıt aslında uzun bir yolculuğun özeti… Fotoğraf sanatıyla yolum, Adapazarı’nda lise yıllarında öğrencilik zamanında resim eğitimi alırken kesişti. O dönemde öğretmenim olan, bugün ise resim sanatı alanında saygın bir sanatçı ve akademisyen olan kıymetli hocam Prof. Dr. Rasim Soylu’nun yönlendirmesiyle henüz 16 yaşımda fotoğrafa yönlendirildim. Hocalarımdan edindiğim bilgiler ile renklerin ve çizgilerin ötesine geçerek ışığın ve zamanın peşine düşmeye başladım. Sonrasında bu tutku beni önce lisans ve yüksek lisansa, ardından da Yıldız Teknik Üniversitesi’nde fotoğraf alanında tamamladığım doktora sürecine taşıdı. Her aşamada, alanında uzman, vizyon sahibi hocalarla çalışmak akademik, teknik ve düşünsel olarak da beni yetiştirdi.
Fotoğraf sizin için bir sanat mı, belge mi, ifade aracı mı?
Benim için fotoğraf sanatı, kendimi en iyi şekilde ifade ettiğim görsel bir dil ve disiplindir. Bu nedenle fotoğraf projelerimde yaşadığım dönemin tanıklığını yapıyorum. Zihin dünyamda gezinen duygu ve düşünceleri, fotoğraf düzleminde aktarmaya çalışıyorum. Bu bazen insanlığa dair evrensel bir sorun olabilir ve sonucunda bir farkındalık yaratmayı amaçlayabilirim; bazense yalnızca estetik bir konuyu, fotoğrafın kendi diline ait ışık, renk ve kompozisyon gibi öğelerle ele alabilirim. Çalışmalarım incelendiğinde bu ifade biçiminin izleri sanıyorum ki açıkça görülebilir.
Sosyal medyanın fotoğrafçılık üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sosyal medya, geçmişte görünürlük imkânı sınırlı olan ancak kendi üretim pratiğini sürdüren fotoğrafçıların çalışmalarının daha geniş kitlelere ulaşmasına olanak tanımıştır. Bununla birlikte zaman içerisinde sosyal medya platformlarında içerik üretimi; hız, beğeni ve algoritmaların yönlendirdiği bir yapıya dönüşmüştür. Bu nedenle fotoğrafçılar sosyal medyayı mesleki açıdan kullanabilecekleri bir araç olarak görebilmeleridir. Fotoğrafçı kendi tarzını bu hızlı tüketim döngüsüne teslim etmeden üretimine yön verebilmesi son derece önemlidir.
“Yapay zekâ insanlara gerçeklik algısını sorgulatıyor”
Yapay zekânın fotoğrafçılığı dönüştürdüğünü düşünüyor musunuz? Bu dönüşüm sizce olumlu mu, olumsuz mu?
Yapay zekâ fotoğrafçılığı kaçınılmaz biçimde dönüştürüyor; belki teknik kolaylıklar ve yeni ifade imkânları sunarken gerçeklik algısını da sorgulatıyor. Bu dönüşümle birlikte yapay zekâ üretimi görseller bir trend oluşturmuş olsa da gerçek fotoğrafın estetik ve belgesel gücü her zaman kendini belli eder. Nitelikli gözlemciler ve teknik uzmanlar, bu farkı kolaylıkla ayırt edebilir. Sonuçta asıl belirleyici olan bu araçların nasıl ve ne amaçla kullanıldığıdır.
Yapay zekâyla üretilen görsellerin “fotoğraf” sayılıp sayılmaması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kişisel görüşüm söyleyecek olursam elbette ki sayılmaz ancak unutulmamalıdır ki fotoğrafın özü; insanın görme, hissetme ve yorumlama biçiminde saklıdır; bu da yapay zekânın henüz taklit edemediği en temel farktır.
Röportajı hitâma erdirmeden önce, “Kısa veya uzun vadede gerçekleştirmeyi düşündüğünüz projeleriniz var mı?” diye de okurlar adına sormak isterim. Sizi takip eden sanatseverleri gelecekte neler bekliyor?
Heyecan verici ve anlamlı projeler üzerinde çalışıyorum. Elbette, sadece söylemekle her şey gerçekleşmiyor; sabırla, adım adım ilerlemek gerekiyor. Bazen işler istediğimiz gibi yol alıyor, bazen de zorluklarla karşılaşıyoruz. Ancak bu sürecin içinde olmak ve deneyim kazanmak benim için çok değerli. Bu keyifli ve samimi röportaj için size çok teşekkür ederim. Böyle güzel sohbetler, motivasyonumu artırıyor ve yaptığım işe olan tutkumun devam etmesini sağlıyor.