Josef Bieder'den önce sizin sahne hikâyenizi duymak isteriz. Uzun yıllardır tiyatro sahnesindesiniz. Tiyatroya olan tutkunuz nasıl başladı? Bu yolculukta sizi en çok besleyen unsurlar nelerdi?
1981 yılında konservatuvara girdim. İstanbul Devlet Konservatuvarı'ydı o zaman adı. Şimdi ise Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı. 1985'te mezun oldum. Ardından Bursa Devlet Tiyatrosu'na göre başladım. İşte 40. senedeyim. Öğrenciyken de devlet tiyatrosundaydım, o dönemi de sayarsak 42 yıldır devlet tiyatrosunda çalışıyorum. Böyle bir macera nasıl geçti anlamadım. Yaptığım işten dolayı çok mutluyum. Acısıyla, tatlısıyla, güzeliyle, çirkiniyle 40 sene geçti. Artık sonlara yaklaşıyoruz ama keyifli geçti bu süreç.
Sahne arkasında görünmeyen bir kahraman aslında Josef Bieder. Peki onun düşüncelerini, hislerini anlamaya çalışırken neler hissettiniz? Josef Bieder'in karakterine nasıl hazırlandınız?
Bize çok uzak değil zaten Josef. 40 sene sahnede, tiyatroda, kuliste, provada vs. geçtiği için sahnenin arkasını da biliyor, tanık oluyorum. Birçok şey bu sebeple yakın geliyor. Sektör olarak yakın olunca karakterle, oyunun deşifresi de çok zor olmadı.
Bu oyuna önce ben başlamadım, oyuna yönetmenim Ali İpin başladı. Kendisi hem yönetim hem oynuyordu. Pandemiden sonra Ali İpin 65 yaşında emekli oldu. Oyun çok kısa bir süre oynamıştı, devam etsin istedik.
Rolüne vekalet ettim bir süre. “Sonra belki yine oynarım” dedi ama dönmedi, beş sezondur oyuna ben devam ediyorum. Aslında benden önce çalışılmış, hazırlanmış, iyi bir çalışma vardı ortada. Ben biraz üstüne kondum. Geldiğimde bana aktardılar o bilgiyi. Git gide oyunu kendimce geliştiriyorum tabii.
“Sahnede tek oynamak; zor ve yorucu”
Oyunun sonunda size eşlik eden bir oyuncu daha var. Bu kısa rolün haricinde oyun neredeyse tek kişilik. Sahneyi tek başınıza doldurmanın, tüm anlatıyı ve enerjiyi tek başınıza taşımanın zorlukları ve keyifli yanları sizce nedir?
Ben bu 42 yılda ilk defa sahnede bu kadar uzun soluklu tek kişi kaldım. Daha önce arkadaşlarımla hep paylaşım hâlindeydim, pek çok kişiyle birlikte oynadım. Bu benim için de büyük bir deneyim oldu. Tek kişi oynamanın güçlükleri var, yani tutunacak bir yeriniz yok. İhtiyaç hâlinde sığınacağınız, yaslanacağınız başka biri yok. O yüzden bütün oyunu, oyun boyunca kontrol altında tutmak zorundasınız. Ama öbür taraftan da her şey size bağımlı geliştiği için her türlü inisiyatifi kullanma şansı buluyorsunuz. Aman diğer oyuncuya zarar verir miyim, yanlış bir şey yapar mıyım demiyorsunuz. Bir parça o sizi rahatlatıyor.
Yorucu tabii yine de… Yani bir buçuk saat her şeyi kontrol ederek oynamak; yani seyirci, dekor, ışık vesaireyi kontrol ederek oynamak zor. Ama bir o kadar da keyifli. Bir daha oynar mıyım tek kişilik bir şey? Oynamam. Çünkü beş senedir yalnızım kuliste. Biraz arkadaşlarım olsun isterim yani.
Oyunda Josef Bieder fark edilmeyi, kendi yıldızının parladığı anı yaşamayı arzuluyor gibi görünüyor. Bu karakterin hayalleri, kırgınlıkları, umutları ve özellikle de sanata duyduğu aşk özelinde karakterle bağ kurduğunuz noktalar var mı?
Ben de hâlâ hayal kuruyorum. Yani hiçbir zaman bu işte, sanatta mutlak doğru yok. Çok sübjektif bir şey. Hep mükemmeli arıyorsunuz. Ama hiçbir zaman mükemmele ulaşamıyorsunuz. Dolayısıyla bir hayal kırıklığı ya da bir güç kaybı bazen yaşanıyor. Dolayısıyla bitmiyor yani. Sanatta hep bir zirve var. Yukarısı var, daha yukarısı var, daha iyisi var. İnsan o anı arıyor.
Josef hiçbirine ulaşamamış aslında. Yani arka kapıdan girebilmiş istediği yere. Dolayısıyla da onun içinde kalanı, 30 yıl sonra eline fırsat geçmişken bir çırpıda ortaya çıkarma gayreti içinde. Bu hem trajik hem de komik. Can acıtıcı tabii içeriden bakınca.
“Oyunda anlatılan hikâyenin gerçekle örtüşen pek çok noktası var”
Peki sizce oyun seyirciye tiyatro sanatına dair, özellikle de sahne arkası emeğine dair ne gibi yeni bakış açıları sunuyor?
Yeni bir bakış açısı demek, çok iddialı olur. Öyle bir şey sunmak gibi bir gayreti yok oyunun. Sadece orada bir durum tespiti yapıyor. Tabii Josef'in özelinde anlatılan bir sahne gerisi var. Ne kadarı onun hayal dünyası ne kadarı reel bu konuda da bir fikrimiz yok aslında. Ama birebir örtüşen çok şey var: Çekişmeler, itişmeler, yer bulamamalar, sınavlar… Seyredince göreceksiniz. Birçok hikâye gerçek. Gerçekten çok hırpalayıcı, yorucu bir alan sahne arkası. Orada var olmaya ve tutunup kalmaya çalışmak tabii ki bir o kadar yorucu. O da onu anlatıyor. Onu anlattığı için seyircinin “kısmen” çok ilgisini çekiyor. Kısmen derken şunu kastediyorum: Özellikle tiyatro seyircisi, hep sahne önünü gördüğü için sahnenin arkasına bakmak seyircinin hoşuna gidiyor. Fakat mesele biraz spesifik olduğu için, uzmanlık gerektirdiği için zaman zaman da konudan uzaklaşıyor hissettiğim kadarıyla. Onu ilgilendiren kısımlar var. Anlamadığı, “Ne lüzumu var?” dediği kısımlar var zannederim. İşte oyuncu orada zorlanıyor: Yani o dengeyi tutup seyirciyi elden kaçırmama gayretinde hep.
Ayrıca oyun tiyatroda değil de operada geçiyor. Anlattığımız kişi de bir opera aksesuarcısı. Biz çok tanımıyoruz operayı. Yani seyirci bağlamında söylüyorum. Mesela Almanya'da şu an bir operacı tarafından oynanıyor oyun. Muhtemelen kendi içlerinde dönen şakaları da anlamıyoruz seyirci gözüyle. Biraz öyle bir boşluk yaratıyor sanki. Ama arkaya bir bakış atınca, orada büyük bir emeğin olduğunu görüyorsunuz. Görünenin ötesinde büyük bir emek var. O emeğe de bir parantez açıyor olması benim için önemli.
Peki hem oyuncu hem de yönetmen olarak tiyatroya emek veriyorsunuz yıllarca. Türkiye'de tiyatro yapmanın zorlukları ve güzellikleri hakkında neler söylemek istersiniz? Türk tiyatrosunun bugünü ve geleceği hakkında düşünceleriniz neler?
Tiyatro yapmanın kendisi çok keyifli bir iş. Ama bu coğrafyada tiyatro yapmak, sanatla uğraşmak ise çok zor. Yeterli ilgi ve destek gösterilmiyor, bana sorarsanız. Bu da yaratıcılığınızı sınırlıyor, alanı daraltıyor, sınırlı bir çerçeve sunuyor. O yüzden zorlu.
İnatla tiyatro yapan arkadaşlarım var. Arkadan şahane bir genç ekip geliyor. Onlar belki de o bentleri aşacaklar. Ben mezun olurken “Biz aşarız” diye düşünmüştüm, artık emekliliğe geldim, aşamadık. Bu maalesef benim için bir üzüntü kaynağı. Ama umudum var mı? Var. Bu ülke kültürel anlamda hak ettiği noktaya çıkmak zorunda. Çok fazla rengi var, değeri var… Bir Batılının ulaşabildiği kültürel alana, bizim insanımız da ulaşmalı, hatta aşmalı…
Bir tiyatrocu olarak gerek bu oyunla gerekse genel sanat anlayışınızla seyirciye ne söylemek istersiniz? Tiyatronun ve sanatın aslında sizin için anlamı nedir?
Tiyatro rafine eden bir şey; size hayattan kesitler sunar, farklı bir estetik bilgisi kazandırır. Bu estetik illa tiyatroyla da kazanılmak zorunda değil. Dışarıya çıkıp sokaktaki evlerin, mimarinin, binaların boyasına, biçimine baktığınızda bile ya içiniz açılır ya içiniz kararır. Bu hissiyat estetik bilgisiyle oluşur. Giyim kuşamda dahi uyum ararken estetik bilgisi gerekir örneğin. Bu estetik bilgisini geliştirmek ve biraz daha rafine etmek içinse sanat lazım. Tiyatro da en kolay ulaşabilen yoldur. Yani halkın çok daha rahat anladığı, hemen benimsediği, kendinden başka kültürleri, insanları, insani durumları çok daha çabuk gördüğü, algıladığı ve kendiyle mukayese edebildiği bir alandır. O yüzden bu anlamda geliştirici bir tarafı var. Doğrudan ders vermiyor, bir eğitim vermiyor ama sonuçta bir bilgiyle çıkıyorsunuz buradan. Sizde kalan bir küçük ayrıntıyla, bir ışıkla çıkıyorsunuz. O mutlaka hayatınızın bir yerinde görünür hâle geliyordur.