“Derûn”un hikâyesinden önce ben aslında sizin hikâyenizi öğrenmek istiyorum. Meslek hayatınıza, yönetmenliğe nasıl başladınız? Ekrana, beyaz perdeye bir hikâye bırakmak sizin için ne ifade ediyor?
Ben 17 yaşında üniversiteyi kazandım. İstanbul'a geldim, Marmara Üniversite’nde Türk Dili ve Edebiyatı bölümündeydim. Üniversitedeyken yarımcı oyunculuk yapıyordum, setlere gidiyordum, stant hostesliği yapıyordum kendi harçlığım çıksın diye. Üniversitenin üçüncü ya da dördüncü ayında “Alacakaranlık” dizine diyaloglu oyuncu olarak konuk oldum. Kenan İmirzalığlu ve Uğur Yücel’in de yer aldığı çok keyifli bir işti. Orada bir sahne oynadım. Oynadıktan sonra yardımcı yönetmen yanıma geldi ve “Sen konservatuvarlı mısın?” diye sordu. “Yok” dedim, “ben edebiyat okuyorum.” Sonra dedi ki “Gel, işi mutfağında öğren.” O zaman Ayhan Özen -kulakları çınlasın- “Burada asistanlık yapar, rejiyi öğrenirsin” dedi.
Henüz on yedi yaşındayım, küçüğüm daha, korkuyorum, bilmediğim bir dünya. Ama bir yandan da hevesliyim. Babama sordum. Babam da “Aman kızım dikkat et. Şimdi ben sana ‘hayır’ derim. Sonra bana döner dersin ki yıllar sonra ‘Benim önüme böyle fırsatlar geçmişti. Sen hayır dediğin için olmadı.’ Ben bunu istemem” dedi. “Ben yaşadım çünkü bunları. Böyle çok fırsat kaçırdım. Yolun açık olsun, ne olur dikkat et kızım, İstanbul büyük şehir” dedi. O zaman da Antalya'daydık, babam emekli askerdi. Serüvenim öyle başladı. O zamandan bu zamana çalışıyorum.
İkinci soruya gelirsek, dünya kurmak, bir şey yaratmak; bir senaryoyu, bir hikâyeyi vücuda getirmek benim için yaptığım mesleğin en güzel kısmı. Şükürler olsun, bu zamana kadar kurduğum ve yaptığım işlerin hepsi birbirinden farklı türlerdeydi. Son dördü sayarsam; “Derûn” çok farklı bir kültür; “art house”du. “Aşk ve Yemek” romantik komedi, aile komedisiydi. Tamamen gişe yaptığımız bir işti. Onun öncesinde “Annenin Sırrıdır Çocuk” diye bir iş çektik TV8'e, psikolojik gerilimdi. Tamamen bambaşka bir türdü. Onun öncesinde Makbule Kosif ile birlikte Türkiye'ye ilk Japon çizgilerini uyarladığımız “Kurtuluş Listesi” vardı. Makbule Kosif'le beraber çalışıyoruz genelde zaten. “Derûn”un da yazarı odur. Türkiye'de bir ilki yaptık “Kurtuluş Lisesi” ile. Gain'de yayımlandı 13 bölüm. Bir gençlik survivor hikâyesiydi ama o da inanılmaz bir işti, farklı bir türdü. Bir mangadan Türk dizisi çıkarmıştık. O yüzden kendimi, farklı farklı yolculukların içinde buluyorum.
Yönetmenlik sadece o sahneyi çekmek demek değil. Oturduğu koltuktan yediği yemeğe, başındaki eşarbın renginden ya da şapkasının tonundan kullandığı kelimelere kadar bir karakter yaratıyorsunuz. Vücuda getiriyorsunuz onu ve aynı şekilde yaşadığı dünyayı da kuruyorsunuz. Evi, arabası, arkadaşlarıyla ilişkisi, burcu… Karakterin burcuna kadar ben senaristle tartışırım, karakterin burcu ne diye. Bazen bunlar komik geliyor insanlara ama hayatın içinde var olan şeyler bunlar. Hangi burçtaysa karakter, şu şekilde davranabilir, tepki verebilir diyebiliyoruz. Ya da en sevdiği renk nedir diye düşünüyorum, karakteri ona göre giydiriyoruz mesela. O yüzden projenin başında bir dünya kurmak, işin en mutlu olduğum, keyif aldığım ama bir o kadar da sancı çektiğim süreci.
Büyülü bir dünya zaten…
Evet, elinde bir sihirli değnek varmış gibi. Ama o değneği dokundurduğunda da her şey hemen değişmiyor. Bir sahne ya da bir karakter yaratımı esnasında gecelerce karar veremediğim şeyler olabiliyor. Bu sebeple zor tabii o sihirli değneği kullanmak.
“Senaryo üzerine onun kimyasını bozmadan ne koyabilirim diye bakarım her zaman”
Yılların getirdiği bir birikim zaten bunlar. Mesleğe atılma sürecinizden bu yana kendinizi nasıl besliyorsunuz?
Çok okurum, çok izlerim. Özellikle dünya sinemasını, Avrupa sinemasını, dünyada yapılan dizileri, epizotları, epizodik işleri izlerim. Çok faydasını görüyorum. Bana ustam bir gün “Dünyada çekilmemiş bir plan yoktur. Sen daha iyisini nasıl çekersin, üzerine ne koyabilirsin, ona bakmalısın” demişti. Bu benim kulağımda bu zamana kadar hep küpe olmuştur. Bu küpeyle beraber “Game of Thrones”un behind the scenes'lerini izlerim mesela. Sahnenin nasıl kurulduğuna, işin hikâyesine bakarım. Bölüm içeriğine göre diziyi farklı yönetmenler çeker. Bölüm drama ağırlıktaysa drama yönetmeni, savaş ağırlıktaysa aksiyon yönetmeni vs. Örneğin “Game of Thones”un Arya’nın yüzsüz adam olmak için eğitim gördüğü bölümünde bıçaklanmış şekilde kaçtığı bir sahne vardır. Merdivende koşarken portakallar yuvarlanır bir yandan. O sahneyi nasıl çektiğini yönetmene soruyorlar. Yönetmen de “Dünyada ulaşabildiğim kaçma kovalama sahnelerinin hepsini izledim. Hemen hemen hepsi birbirine benziyordu. Ben sadece portakalları yuvarladım” diyor mesela. O bölüm, o sekansla hatırlanır gerçekten de. Çok güzel bir kaçma kovalamadır tüm şartlarıyla. Orada yönetmenin dokunuşu; grinin, lacivertin hâkim olduğu bir atmosferde turuncu portakalların devrilmesini koymasıdır. Ben de o tandansda bir yönetmenim. Senaryo geldiğinde, senaryo üzerine onun kimyasını bozmadan ne koyabilirim diye bakarım her zaman. Bir sahnede, eğer bir mekândaysak “mekânı nasıl daha iyi gösterebiliriz”in derdindeyizdir.
Etkilenmemek elde değil yaptığımız işlere bakınca. Mesela “Derûn”u bu zamana kadar belki elli kere, yüz kere izlemişimdir. Her izlediğimde kendim yapmışçasına izlemiyorum. Gerçekten iyi bir iş çıkarmışız. Daha dün izledim, “Ne güzel bir dünya kurmuşsunuz ya ekiple birlikte” dedim. İnsan bunu gördükten ve sonucunu aldıktan sonra yaptığı işle gurur duyuyor. Büyülü mü, değil mi bilmiyorum ama bizim işimiz gerçekten çok zor. Hele de dizi yapıyorsanız çok zor. Tuttu mu, tutmadı mı, bitti mi, bitmedi mi bunu dert ediyorsunuz. 150, 200 kişi, hatta bazen 400 kişinin ekmeği; sizin kreativitenize ve dünyayı doğru kurmanıza, kastı doğru seçmenize, sahneleri iyi çekmenize ve seyirciye ulaştırmanıza bağlı. Dört bölümde bitiyor mesela dizi, çalışanlar dört hafta sonra işsizler. O yüzden çok zor ve stresli bir iş. Her projenin doğumu da bu sebeple çok sancılı. Bazen ölü doğuyor, bazense yaşamaya devam ediyor.
Bir görme biçimi geliştiriyorsunuz sahnelerin kurgulanışı vs. noktasında. O, bir bakıma sanatsal bir dokunuş da ayrıca…
Evet, günün sonunda bir standarda bağlı değil. Proje ne istiyorsa ona göre düşünüyorum. Ben bir şey okurken de genelde çekerim zaten. Haber okurken de çekiyorum, kitap okuduğumda da çekiyorum. O artık tabii ki bir refleksle ve bir pratiğe dönüşüyor hayatımda.
“‘Derûn, bir duygu anatomisi filmi”
Peki, “Derûn”a dönersek, ilk uzun metraj filminiz. Bu proje nasıl oluştu? Yaratım süreci nasıl gerçekleşti; senaryo ekibi, oyuncular nasıl bir araya geldi, hikâyeyi nasıl oluşturdunuz?
Aynı teknik ve yazım ekibi ve reji ile birlikte “Annenin Sırrıdır Çocuk”u çekiyorduk. Bu işten önce de bir film yapmaya karar vermiştik Makbule Kosif ile birlikte. “Bizim bir film yapmamız lazım” demiştik artık, yaklaşık dört yıl önce. Sonra araya “Limit” ve “Annenin Sırrıdır Çocuk” projeleri girdi. “Annenin Sırrıdır Çocuk”ta ben çok zorlanmaya başladım artık televizyona iş yapmaktan. İki büyük yapımcıyla çalışıyorum, reyting kaygısı var, bölümler çok uzun ve ben montaja giren bir yönetmenim, miksaja dahi girerim. Hayata yetişemediğimi fark ettim ve televizyonu bırakmaya karar verdim. Kendi şirketim vardı zaten. İstediğimiz filmi böylelikle yapmaya karar verdik. Makbule’ye “Yaz” dedim ve başladık.
“Derûn” aslında bir babaanne torun hikâyesi olacaktı. İlk başta Karadeniz’de bir babaanne torun hikâyesi çekmeyi hayal etmiştik. Sonra Makbule geldi dedi ki: “Müge ben Mesnevi’nin ilk hikâyesinden, ‘Padişah ve Cariye’den çok etkilendim, gel biz gerçek aşk nedir sorunun peşine düşelim.” Bizim için bu başlangıç oldu, Mesnevi’deki hikâye bizim esin kaynağımız, çengelimiz oldu. Böylelikle “Derûn”, yüz güzelliğinin bir anlam ifade etmediğini, nefsin bir kadını kırk yıl bir dağın başına kibriyle ve öfkesiyle kapatabildiğini ve anı dondurabildiğini göstermek istediğimiz bir duygu anatomisi filmine dönüştü. Ki bana göre Yahya'sından Ateş'ine, İlyas’ından Marife'sine gerçek anlamda bir duygu anatomisi sunuyor hikâye. Hepsinin kendi içinde hesaplaşması ve günün sonunda fark ettiği bir kişisel gelişimi var “Derûn”da. Marife neden bunu yaptı? Yahya neden sustu? Ateş neyi anladı?
Filmler veya coğrafya hikâyeleri, birinin şehre gelmesiyle ya da şehirden gitmesiyle başlar hep. Bu filmde de köye biri geliyor tabutuyla. Makbule ile vermek istediğimiz mesaj hep şuydu: Birinin karar vermesi, affetmesi bir şeyi değiştirmiyor. Bizden daha büyük bir güç var. Kim neye inanıyorsa, üst güç olarak… Bizim için o güç Allah. Bizim irademizden daha büyük, irademizi bize veren bir güç… Hikâyenin sonunda da Marife’nin kendini affettiğini anlıyoruz ama sonuç değişmiyor. Burada Marife’nin ahının tutması değil mevzu. Filmi izledikçe filmde vermek istediğimiz şeyi aktardığımızı anladım ben.
Senaryo ekibini nasıl oluştuğumuza gelecek olursak… Makbule ile biz çok heyecanlıydık bu iş için. O hemen bir ekip kurdu ve hikâye ortaya çıktı. Karadeniz'de dağın başında çok daha uzun süre herkesten izole yaşayan bir kadın varmış gerçekte de. Kadın henüz daha gençken yeğeni vefat etmiş ve dayısı onu suçlamış bir yanlış anlaşılmadan dolayı. Bu suçlamayla dayısının ona tokat atması, kendisini yıllarca dağın başına kapatmasına neden olmuş. Biz bu hikâyeden çok etkilendik ve Marife’nin karakterine de oradan esinlendik.
Hikâyenin yazımı bittikten sonra 2 ya da 3 senaryo kampı daha yaptık. Yaklaşık 7 kere teknik rack’e gittik. Hazırlığı çok uzun sürdü işin. Sonrasında senaryo çıktı. Ardından bir daha kampa girdik. Bu sefer görüntü yönetmenim, ben, Makbule ve ışık şefim gittik kampa. Oturduk ve tek tek okuduk sahneleri. Coğrafyaya, Karadeniz’e gittik tabii. Orada da üzerinden geçtik senaryonun. Yani içimizde sine sine olmuş ve buraya gelmiş bir senaryo “Derûn”. Hemen sonra start verdik.
“Derûn”un en kıymetli özelliği bana göre biri istediğimiz oyuncularla kadroyu kurmamız oldu. Hatice Aslan’ı istedik, teklif Hatice Aslan'a gitti ve tamam dedi. Güven Kıraç olsun istedik, Güven ağabey “Ben kesinlikle olmak istiyorum” dedi. Furkan Andıç ile ben tanışmıyordum. Önce bir tanışalım, istedim. Geldi, zaten Ateş gibi girdi içeriye. Dedim bu Ateş. Furkan aynı zamanda ortak yapımcısı oldu projenin. Çok genç oyuncuyla görüştüm ama senaryoyu okutmadım. Bir tek ikisine okuttum. Esra Erdemir'in sürece dâhil olma hikâyesi de çok enteresan. Emre Bey’in (Emre Balık, Derûn’un ortak yapımcısı) odasında fotoğrafı vardı eski bir projeden kalma. Hatice gördü fotoğrafı ve “Aa! Ne kadar benziyor bana” dedi. Biz de o esnada Hatice’nin gençliğini oynayacak oyuncuyu arıyoruz. Esra’nın yolu da öyle açıldı. Dolayısıyla böyle efsunlu bir proje benim için “Derûn”. Çok fazla proje kurdum ve projede kast yapmak çok zordur. Gerçekten çok meşakkatlidir. Doğru kastı bulacaksın, doğru enerjiyi yakalayacaksın, doğru meç olacak, doğru renkler olacak, kontrast olacak… Bunlar önemlidir. İlahi bir dokunuşla “Derûn”un kastı oluşuverdi sanki. Benim için gerçekten senaryonun gezmemiş olması ve oyuncuya gittiğinde oyuncunun “Ben bunu oynamak istiyorum” demesi hikâyenin gücünü gösteriyor. Böyle olunca bize de çekmek düştü.
“‘Derûn’ zamanı donduran bir kadının kendini bulma hikâyesi”
“Derûn”un Mesnevi’den ilham alınarak yaratıldığını söylediniz. Açıkçası Marife’nin yolculuğunu sizden dinlemek isterim.
Marife'nin yolculuğu 40 yıl önce başlıyor aslında. Bir klik noktası var. Evet, Yahya o balı veriyor ama sonrasında gerçeği ortaya çıkarmak istiyor. Yahya bunların olacağını tahmin edemiyor genç bir simyacıyken. Bizim backgroundumuzda Marife'nin yaraları 20 gün sonra geçiyor. Yahya’nın yapmak istediği, sadece İlyas'ın gerçek yüzünü göstermekti Marife’ye. Aslında o, Mesnevi’de anlatılan hikâyedeki hekim. Yani gerçeği göstermek için gelen aracı aslında.
Marife'nin dönüşüm yolculuğu, İlyas'ın onu terk etmesiyle başlıyor. Yüzündeki yaralar yüzünden İlyas'ın onu terk ettiğini biliyor Marife. O yüzden beddua ediyor zaten, kibre bulaşıyor, nefsine yenik düşüyor, babaannesine evine kapatıyor kendini. 40 yıl boyunca Marife aynı elbiseyi giyiniyor, dikip aynı kıyafeti, genişletip giyiniyor. Her şeyi aynı bırakıyor, hiçbir şeyi değiştirmiyor. Evde de bir değişiklik yapmıyor. Kedileri olmuş bu dönem boyunca hep, tavukları olmuş, çoban arkadaşları olmuş. O çobanlarla takas usulü alışveriş yapıyor. Hangi dönemin parasının geçerli olduğunu falan bilmiyor. Parayla bir işi yok. Ölmeyi bekleyen ama aslında zamanı durdurmuş bir kadın Marife, 40 yıl önce İlyas onu terk ettiği yerde kaldı o. Bu yüzden aynaya baktığında terk ettiği günkü suratını görüyor hep ve orada kaldığı için aslında zaman geçmiyor. “Size 40 yıl, benden geçmedi” diyor ya filmde de. Tam olarak oradaki derdi o.
Ateş'in gelmesiyle ve gerçeklerin ortaya çıkmasıyla aslında Marife kendine ne yaptığını fark ediyor sadece. Ateş'in söylediği küçük kelimeler, cümleler kulağın arkasında kalmış diyebiliriz. Bunları seyirci istediği gibi doldurabilir elbette. Finalde gidip İlyas'la yüzleşebiliyor. Herkes Yahya'nın perişanlığını görüyor. Diğer perspektiften de bakalım olaya. Bir tane çocuk var orada. Babasını gömmek istiyor. Gömemezse babası çürüyecek. Fakat karşısında kibirli bir kadın var. O sürecin sonunda ancak Marife “Ben ne yaptım?” demeye başlıyor. Aslında Yahya o balı vermeseydi ve Marife'nin yüzünde başka bir şey olsaydı İlyas yine gidecekti. İlyas'ın karakteri öyle çünkü. İlyas da sonra pişman oluyor ama yeniden Marife’nin karşısına çıkmaya cesaret edemiyor. O yüzden Marife'nin yolculuğu; âşık ve toy bir genç kızken bir anda 70 yaşına geliveren bir kadın olarak kendini bulmasıyla gerçekleşiyor.
Bu gözle izlediğinde tabii ki metaforik çok fazla unsur var; koku metaforları, su metaforları… Hep bir su sahnesi var filmde; tabuttan akan sular, nehirden akan sular… Su temizler çünkü. Zaman da öyledir, durdurmak istesen de su gibi akıp gider. Ateş’in çarptığı yavru kurt köpeğinin Marife'nin evine sığınması örneğin yine bir metafor. Köpek evde ölüyor, Marife’nin günlerce aradığı koku o ölümün kokusu. Yahya gelip anlatınca da her şeyi, kokunun kaynağını buluyor. Orada da bir vedalaşma var aslında. Anne kurt köpeği, gömülen yavrusu ile vedalaşıyor. Film boyunca uluyan köpek de en son naaşa gelen anne köpek çünkü. Bütün bunlar bağımsız sinemada olduğu gibi metafor olarak yazılmadı; senaryo içinde ya da çekerken çıkan şeylerdi. Tüm bunlarla birlikte “Derûn”, hakikaten bir duygu anatomisi olarak çıkıyor karşımıza.
"Filmimizi Tuna'ya adadık"
Bunu çok iyi hissettiriyor zaten film. Aynı zamanda sinematografisi de çok güçlü bir film bana göre. Hem coğrafyanın estetiğini hem zorlayıcı şartlarını gösterebiliyorsunuz bize izlerken. Bu süreçte hem iç mekânların atmosferi hem dış mekânın o büyüleyici görselliğini ekrana sunarken bir zorluk yaşadınız mı? Genel itibariyle neye dikkat ettiniz çekerken?
Filmde karından sisine, yağmurundan rüzgârına her şey doğaldı. Tamamen coğrafyanın bize hediyesiydi bu. Trabzon’da çekmemize o yüzden çok sevindim. Bundan iki yıl önce 24 Ekim 2022'de görüntü yönetmenimiz Sami'nin (Saydan) oğlu Tuna’yı kaybettik. Filmimizi de biz Tuna'ya adadık zaten. Hep de aramızda konuşuyoruz “Tuna buradadır, yanımızdadır” diye. Bu düşünce bizim motivasyonumuz oldu.
Sürmene’ye gittiğimizde teknik rack’i yaparken Sami “Artık bizimki de bir yardımcı olur bize bu coğrafyada” dedi. Kar istiyoruz çünkü bir yandan, sis gerekiyor. Orada doğal olmayan sisi yapmak çok zor. Yani birkaç kez denedik, hemen gidiyor, imkânı yok. Sonra Tuna, bize yardım etti ya da vesile oldu artık bilmiyorum. O yüzden bu duayı edip sete öyle çıktık. Coğrafya bizi çamur ya da aşırı yağan yağmur dışında zorlamadı. Aslında istediğimiz şeydi. Yapmak istesek Hollywood prodüksiyonu hazırlamamız gerekiyor. Yapamazdık, imkânı yoktu. O yüzden zorlukları düşünmek yerine şükretmeyi tercih ettik.
Peki, filminizi çekerken iç ve dış mekânı nasıl kurguladınız?
Set açısından her şey akıp gidiyor. Sete çıkmadan, masada oturup şunu böyle çekeyim diye kurgulayan biri değilim. Ben saha insanıyım. Sami benden çok okur senaryoyu mesela, notlar alır. Ben de okurum elbette ama oynarım sahneyi önce. “Hangi sahneyi çekiyoruz?” derim, zaten hatmetmişimdir senaryoyu, sahneye bakarım, oynarım sahneyi ve genelde Sami ile oynarım. “Böyle bir şey olacak Sami” derim, onlar da yaparlar. Yani renkler konusunda da öyleyim, şu renk olacak diye inşa etmem sahneyi. “Derûn”da da coğrafya her şeye o kadar müsaitti ki öyle bir inşaya gerek yoktu. “Aşk ve Yemek” romantik komedi filmi, popüler kültüre hizmet eden bir iş çekerken de böyle yapıyoruz. Saha benim işim, ekiple sette çözüyoruz her şeyi, özellikle kurguladığımız bir şey yok açıkçası.
“Bir bütünü gerçek bir şekilde ortaya çıkarmaktır yönetmenin işi”
İzlerken de benim en etkilendiğim şey doğallıktı. Demek ki bir noktada doğallık buradan referans alıyor. Oyuncunun kabiliyeti kadar bunda etkili olan hem senarist hem de yönetmenin dahli sanırım. Siz bunu nasıl yakalıyorsunuz?
Tabii yönetmen, hepsini birleştiren unsur ve figür sette. Mesleki statüsü de o zaten. Hepsini birleştirmek yönetmenin görevi: Dekorla, oyuncunun oyunculuğuyla, senaryoyla, görüntü yönetmeninin kadrajıyla, orada verdiğimiz renkle bir bütünü gerçek bir şekilde ortaya çıkarmaktır yönetmenin işi. Bir tanesine dikkatini vermezse, oynama yaşanırsa sahne doğru çıkmaz. O yüzden kolektif yapılan bir iştir aynı zamanda film. Herkes işini benden bir adım önce yapmış oluyor, ben gelip hepsini topluyorum aslında.
Aynı zamanda da o harmoniyi yaratan kişi de sizsiniz, maestro gibi…
Aslında yönetmen olarak yöneticisin zaten. Hepsini yöneten sensin. Yani yönetmenliğin sancılı kısmı bu. Sadece alıp oyuncuları oynatmıyorsun. Her şeye bakman lazım. Orada kulağında hangi müzik çalıyor? Nasıl bir sound'u var sahnenin? Nasıl bir ambiyans ortaya koymak gerekiyor, neler hayal edebiliriz? Hepsini bir bütün olarak düşünmek zorundasın, iyi bir yönetmen olmak istiyorsan ya da iyi bir yönetmensen. İyi bir yönetmenim diyemem, o benim söyleyeceğim bir şey değil. Ama ben öyle çalışan bir yönetmenim. Her şeyi düşünürüm. O yüzden çok sancılı olur benim yaratım sürecim. Yani saham gergindir biraz, sancılıdır. Kolay bir şey değil her unsuru birleştirmek. Bir şey atlandığında, doğru kurgu gerçekleşmediğinde, doğru müzik konulmadığında dünyanın en iyi sahnesi de çekilse çöp olur o iş. Yönetmen olarak işimiz çekmekle bitmiyor. Ne çektiğini bilen yönetmen, en iyi yönetmendir. Her şey önce kafa da kurgulanmış olmalı. O yüzden kurguya koyacağım sahneleri çekme konusunda imtina ederim. Sahneyi doğru kullanmaya gayret ederim. Sahnenin koreografisini doğru oluşturmak gerekiyor.
“Dizi dünyasını kurarken de film dünyasını kurarken de aynı sancıları çekiyorum”
Film yönetmenliğiyle dizi yönetmenliğini kıyasladığınızda ne tür farklılıklar söz konusu?
Hiçbir fark yok. Yönetmenlik bir vizyondur. Elbette bir sitcom yönetmenliği, belgesel yönetmenliği, tiyatro yönetmenliği çok başka işlerdir birbirinden. Fakat dizi ile film yönetmenliği arasında bana göre bir fark yok. İkisinde de dünya kuruyorsunuz, karakterlerin yolculuğunu aktarıyorsunuz. Sadece dizide televizyondasınız, daha kolay ulaşılabilirsiniz; aynı zamanda da bir yarışın, koşturmacanın içindesiniz, bölüm yetiştirmeniz gerekiyor. Dolayısıyla bu yarış içinde filmde gösterdiğiniz özeni dizide gösteremiyorsunuz. Çünkü bir bakıma her hafta bir film çekiyorsunuz. Filmde her sahneye özenebilecek zamanınız olabiliyor, aradaki tek fark bu. Bakın, sahne özeninden, mecburi bir aceleden bahsediyorum. Sinema ile diziyi yönetmek arasında farklar var ama yönetmen aynı yönetmen. Ben dizi dünyasını kurarken de film dünyasını kurarken de aynı sancıları çekiyorum. Bunu ayırmanın doğru olduğunu düşünmüyorum ben, kendi adıma da ayırmıyorum birbirinden.
“Mukadderat” filminin yönetmeni Nadim Güç’ü de mesela çok tebrik ederim. Bizim yolculuğumuz da onunla aynı. O da dizi çekti yıllarca, “Mukadderat” ilk filmi oldu. Ben de yıllarca dizi çektim, benim de ilk filmim “Derûn”. İkisi de çok beğenildi. Sonuç olarak beş parmağın da beşi bir değil. Beğenilmesi de çok mühim bir şey değil, beğeni çünkü göreceli bir şeydir. Biz sanat yapıyoruz, önemli olan alnının akıyla bir iş ortaya koyabilmek. Çapaksız, güzel, temiz iş çıkarmış mısın, mühim olan bu. Diğer ayrımlar bu sebeple doğru değil bana göre.
“‘Derûn’ hayatımın bir dönüm noktası”
Peki, ilk uzun metraj filminiz olması sebebiyle “Derûn”un sizdeki yeri nedir?
Tabii ki “Derûn”un bendeki yeri çok başka. Öncelikle hayatımın bir dönüm noktası diyebilirim. Yani hayatımda yön değişikliği yaptıktan sonra benim ve şirketimin ilk projesi “Derûn”. Tuna’ya adamamız, benim için çok kıymetli. Ekibim, filmi inanılmaz haz duyarak çekti ve izledi. Çok sevdiğim bir coğrafyadaydık; oradaki insanlar, bizi kucakladılar. Bütün bunlar benim için çok kıymetliydi. Ama şunu da söylemem gerekir: “Aşk Laftan Anlamaz” dizisi de benim ilk yönetmenlik yaptığım işti. O da benim bebeğim, “Derûn” da benim bebeğim. “Aşk Laftan Anlamaz”dan önce de bir sürü ikinci yönetmen olarak yer aldığım projeler var. Ama “Aşk Laftan Anlamaz” projesine beşinci bölümde dâhil oldum ve her şeyi baştan kurarak çektim diziyi. Şimdi ikinci filmimiz geliyor, “Aşk ve Yemek”. O da çok kıymetli benim için. Çekerken çok eğlendik, kadrosu inanılmaz: Uğur Güneş, Hande Doğan Demir, Hatice Arslan, Bülent Şakrak, Osman Sonant… 7 Şubat’ta o da vizyona girecek.
“Derûn”un müziklerini Mercan Dede yapmıştı. Mercan Dede ile yolunuz nasıl kesişti?
Filmi çektikten sonra müzisyen arıyordum. Ama bu filmin müziklerini yapmak gerçekten çok zor. Ben piyasadaki dizi müziği yapan bütün dostlarımızla çalıştım. Hepsi de çok kıymetli, iyi müzisyenler. Ama “Derûn” çok başka bir proje. “Derûn”u anlamak zaten çok kolay değil. Ortak yapımcımız Ergin Varlıbaş, Mercen Dede ile arkadaştı. Mercan'a projeden o bahsetmiş, filmimizi anlatmış. Mercan sonra tanışmak istedi benimle. Beraber yemeğe çıktık ve konuştuk filme dair. Mercan 2025 sonuna kadar çok doluydu, zaten Kanada’da yaşıyor. Programı çok yoğun olmasına rağmen “Derûn”a âşık oldu ve bu projede olmak istedi. Bence inanılmaz bir iş çıkardı, filmi çok içselleştirerek yapmış müzikleri. Benim için en kıymetlisi, böyle insanların izleyip filmimden etkilenmiş, sevmiş olması, projede severek yer alması. Bu yüzden de kurgusundan müziğine, rengine, kadrajına, oyunculuğuna, atmosferine kadar derli toplu, derdi tasası belli bir film oldu.