}
14 May 2025

Hatice Aşkın: “Sinemada yeni çağın dilini keşfetmeli"

Senarist ve yönetmen Hatice Aşkın, “Adresi Olmayan Ev” adlı filmiyle adından söz ettiriyor. Aşkın ile senaryoyu yazma sürecini, distopik hikâyelere merak duyma nedenini, kadın sinemacıların daha görünür olmasını ve yapay zekânın sinemanın kreasyon sürecine etkilerini konuştuk.

Senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiğiniz “Adresi Olmayan Ev” festival yolculuğunu sürdürüyor. Avrupa’nın en büyük fonu olan Eurimages’tan destek alarak adını dünyaya duyuran bu filmin senaryosunu yazma sürecini sizden dinleyebilir miyiz?

“Adresi Olmayan Ev”, benim için yalnızca bir hikâye değil; varoluşsal mekânsızlık hissi ile bireysel ve kolektif belleğin izinde şekillenen kimlik arayışının sinemasal bir ifadesi. Dünya üzerindeki her toplum, başımıza gelen olgulara kendi kültürel kodlarıyla birlikte farklı savunma mekanizmaları geliştirmiştir. Ölüm olgusu, insanlar için oldukça travmatik bir olgu olmasına rağmen ölülerini toprağa gömüp yas tutan toplumların yanı sıra cenaze ritüellerini bir şenlik havasında gerçekleştiren toplumlar da var. Madagaskar’da her yedi yılda bir ölüler mezarlarından çıkarılıp ölülerle caz müziği eşliğinde dans edilen seremoniler gerçekleştiriliyor. Endonezya’nın Tana bölgesinde cenazelerle bir düğün gibi aylarca süren hazırlıklar sonucunda dans, müzik ve ziyafetler eşliğinde kutlamalar yapılıyor. Toplumların ölüm ve cenaze ritüellerine karşı verdiği birbirinden farklı tepkilerin ilginçliği “Adresi Olmayan Ev”in ortaya çıkış hikâyesini oluşturdu. Dante’nin yedi ölümcül günah metaforunu kullandığı “İlahi Komedya” adlı eseri ise senaryomun ana katmanın kurgusu için referans oldu.

Film, distopik bir gelecekte, bireylerin işlediği dokuz büyük suç nedeniyle unutma yasası kapsamında tamamen hayattan silindiği bir dünyayı anlatıyor. Distopik filmler, geleceğe dair karamsar bir uyarı gibidir. Siz bu filmle nasıl bir uyarı vermek istediniz?

Filmimiz, bireysel ve toplumsal hafızanın sınırlarında dolaşan bir anlatı. Anlatıyı kurarken hafızanın nötr bir kayıt aracı değil; sürekli yeniden yazılan, biçimlenen ve inşa edilen bir alan olduğunu düşündüm. Bireylerin işlediği dokuz büyük suç nedeniyle tamamen hayattan silindiği bir dünyada unutma kavramı yalnızca bireysel hafızanın değil, aynı zamanda bir sistemin adaletle kurduğu ilişkinin sorgusuna dönüşüyor. Hatırlamak, sadece geçmişle kurulan bir bağ değil; aynı zamanda adaletin devamlılığını sağlayan etik bir zorunluluk. Bir sosyal yapı içerisinde “unutma” kimi zaman görünmeyen ama derin bir cezalandırma biçimine dönüşebilir; “hatırlama” ise her zaman konforlu olmasa da belki de gerçeğe ulaşabilmenin tek yoludur.

Sizi distopik bir hikâye yazmaya ne itti?

Distopyalar, kurgusal olarak gelecekte geçen anlatılar gibi görünseler de aslında günümüzün birer yansıması. İçinde yaşadığımız dünyanın distopik kurguya giderek daha fazla benzemeye başlaması beni oldukça etkiledi. Teknoloji, hafıza yönetimi, bireyin yalnızlaşması gibi konular artık sadece bilim kurgu malzemesi değil; günlük hayatımızın bir parçası. Distopyanın bilim kurgunun bir alt türü olarak bilim ve sanat ile olan dirsek teması üretim alanımda bana oldukça geniş bir perspektif ve evrensel bir dil yakalama olanağı tanıyor. Tüm bu nedenlerle distopya benim için hem yaratıcı hem de neredeyse zorunlu bir ifade alanı oldu.

Karakterler sisteme karşı nasıl bir tutum sergiliyor? Direniyorlar mı, uyum mu sağlıyorlar? Karakterlerinizi yaratırken hangi unsurlara odaklandınız?

“Adresi Olmayan Ev”in karakterlerini oluştururken çok farklı prototipteki insanların içsel ikilemlerine odaklandım. Her karakter, kendi varoluş savaşı içinde farklı bir refleks geliştiriyor. Kimisi tamamen sisteme uyum sağlıyor, çünkü başka bir seçenek görmüyor. Kimisi ise bir direniş içinde; zor olsa da sistemle mücadele etme yolunu seçiyor. Özellikle başkarakter, işi gereği hem sistemin bir parçası hem de onun yarattığı boşlukları sorgulayan bir noktada duruyor.

Neden öyle bir noktada duruyor?

Distopik bir dünyada en gerçekçi şeyin, insanların en insani zaafları olduğunu düşünüyorum. Kusurlu, kırılgan ama gün sonunda umutlu karakterler yaratmaya çalıştım. Karakterlerimin kahraman değil, insan olmasını önemsiyorum. Kırılganlıklarını, ikilemlerini, suçluluk duygularını merkeze aldım. Çünkü insan en çok, kusurlarıyla gerçektir. Her karakter, içinde bir zaaf taşıyor ve bu zaaf onların en derin hikâyesini anlatıyor.

Distopik dünyada kahraman yaratmak, karmaşık dinamiklerle başa çıkabilmek için derin bir karakter gelişimi ve etkileyici bir içsel yolculuk gerektirir. Kahraman, sadece fiziksel olarak güçlü olmakla kalmayıp, aynı zamanda toplumsal, ahlaki ve psikolojik anlamda da zorlu bir mücadele vermelidir. Sizce de distopyan dünyada bir kahraman oluşturmak daha mı zor?

Evet, çünkü distopyada kahramanlık klasik anlamını yitirir. İyinin ve kötünün sınırları bulanıktır. Bir kahraman bile bazen sisteme hizmet etmek zorunda kalabilir. Bu yüzden kahramanlarım genellikle gri alanlarda hareket ediyor. Burada kahraman olmak; hayatta kalmak, ruhunu korumak, hafızasına ihanet etmemek gibi küçük ama muazzam eylemlerle ölçülür. Kahramanlık bir zafer değil, çoğu zaman çok insani bir eylemin kazanımıdır. Bu yüzden daha sahici, daha insani bir kahramanlık anlayışı kurmaya çalıştım. İzleyicinin iç dünyasında ikilemler duyduğu bir deneyim yaratmak istedim. Rahatsız olmalarını ama umutsuz hissetmemelerini hedefledim. Film bittikten sonra izleyicinin zihninde devam etsin isterim.

“Eğer hatırlamazsak, kim olduğumuzu değil, kim olabileceğimizi de kaybederiz”
Peki, hikâyeniz aracılığıyla topluma vermek istediğiniz temel mesaj neydi?

Hafıza, bireysel ve toplumsal kimliğin temelidir. Unutmak, kolay bir çıkış yolu gibi görünse de sonunda kim olduğumuzu kaybetmemize yol açar. Eğer hatırlamazsak, sadece kim olduğumuzu değil, kim olabileceğimizi de kaybederiz.

Oyuncuların performansı sizi tatmin etti mi?

Evet, fazlasıyla! Oyuncularımız inanılmaz bir özveriyle çalıştı. Hem fiziksel hem de duygusal anlamda sınırlarını zorlamaları gerekiyordu. Çok zorlu ve karanlık sahnelerin üstesinden geldiler. Hepsi karakterleri âdeta içselleştirdi. Onların katkısıyla karakterler, kurgusal olmaktan çıkıp kanlı canlı varlıklara dönüştü.

Sinema gibi hem sanatsal hem de ticari açıdan karmaşık ve rekabetçi bir ortama girmeye nasıl karar verdiğinizi merak ediyorum. Çünkü bu alanda başarıya ulaşmak, sadece yaratıcı yetenekle değil, birçok faktörün bir araya gelmesiyle mümkün oluyor…

Sinemaya olan ilgim; yalnızca bir eğlence aracı olarak değil, bir düşünce ve ifade biçimi olarak onu keşfetmemle gelişti. İlk başta beni cezbeden şey, sinemanın felsefeyle, psikolojiyle ve edebiyatla kurduğu derin bağlardı. Bir yönetmenin kadrajına sığdırdığı dünya, aslında insan doğasına dair çok katmanlı bir okuma sunuyordu. Bergman’ın varoluşsal sorgulamaları, Tarkovsky’nin zamanla kurduğu şiirsel ilişki ya da Godard’ın anlatı yapısını parçalayarak izleyiciyi düşünmeye zorlaması beni sinemanın büyüsüne çekti.

“Yazmak benim için hayatı anlamlandırmanın en iyi yolu”
Yönetmenlik ve senaristlik genellikle birbirini tamamlayan rollerdir. Ancak bu iki işin bir arada yürütülmesi çok daha derin ve karmaşık bir süreç olabilir. Sizin yazarlık serüveniniz nasıl şekillendi?

Senaristlikle kurduğum ilişki, sinemanın yalnızca görsel bir sanat değil, düşünsel bir edim olduğuna dair inancımla şekillendi. Auteur yönetmenlik için anlatının biçimini kurmak kadar salt anlatıyı oluşturmak da bu varoloşun bir parçası. Yazmak benim için hayatı anlamlandırmanın en iyi yolu.  Filmlerimde kendi dünyamın kurucusu olma isteği yönetmenlikle birlikte senaristlik sürecimin de temellerini oluşturdu.

Senaristlik kariyerinizde, özgün bir ses ve stil bulmak için nasıl bir yol izlediniz?

Yeni bir yol yaratmak için öncelikle var olan tüm yolları bilmek gerekir. Yazarken her zaman var olan anlatı biçimlerinin ötesine geçme ve ezberlediğim yollar yerine daha önce hiç gidilmemiş yollardan gitme arzusuyla hareket ettim. Özgünlük, kendi içinin derinliklerine bakma cesaretiyle başlar. Yalnızca bu şekilde dışarıdan gelen seslerden arınıp kendi iç sesimizi duyabiliriz. Gerçekten kim olduğunu keşfetmek, o kimliği özgün bir sese dönüştürür.

İzleyicinin duygusal bağ kurmasını sağlamak için kullandığınız özel bir teknik ya da stil var mı?

İzleyicinin duygusal bağ kurmasını sağlamak için karakterlerin kırılganlıklarını ve insani zayıflıklarını vurgulayarak onları daha gerçek ve ulaşılabilir kılıyorum. Duygusal çatışmalar ve etik ikilemler karakterleri zorlarken, izleyicide karakterlerin duygusal dünyasına dair merak uyandırır. Hikâyeyi anlatırken sürekli cevaplar sunmak yerine sorular sormak ve anlatıda seyircinin doldurabileceği boşluklar bırakmak kullandığım en etkili tekniklerden biri. Bu boşluklar, anlatıda izleyicinin kendi duygusal ve düşünsel katkılarını yapmasına olanak tanır; izleyicinin bu boşluğu kendi hayal gücüyle doldurmasına yol açar ve derin bir bağ kurmanın temelini oluşturur. Bu teknikler, yalnızca izleyicinin karakterle daha yakın bir bağ kurmasını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda hikâyenin içsel anlamını da derinleştirir.

“Kadınların sinema sektöründe daha fazla görünür olması büyük kazanım”
Kadın sinemacıların daha fazla görünür olduğu bir dönemdeyiz, bu dönüşüm hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kadınların sinema sektöründe daha fazla görünür olması sadece cinsiyet eşitsizliği açısından değil, aynı zamanda yaratıcı eşitlik ve bakış açıları açısından da büyük bir kazanım. Kadınların hikâye anlatımına getirdiği derinlik, sezgi ve cesaret sinemanın yeni dilini inşa ediyor; daha önce göz ardı edilen ya da temsili eksik olan hikâyelerin anlatılmasına olanak tanıyor. Bu dönemin önümüzdeki yıllarda daha fazla değişim ve ilerleme getireceğini düşünüyorum.

Bir yönetmen olarak kendi tarzınızı ve stilinizi nasıl tanımlarsınız?

Kendimi her şeyden önce hikâye anlatıcısı olarak görüyorum. Her film, herkesin farklı bir anlam çıkarabileceği bir anlatı sunar. Bu hikâye anlatıcılığını stilize bir estetikle renklerle oynayarak estetize etmeyi tercih ediyorum.

“Sinema, ruhsal bir ihtiyaç olarak her zaman var olmaya devam edecek”
Dijital platformların yükselmesi, yüksek bilet fiyatları, pandemiyle hayatımıza giren sosyal mesafe etkisi ve alternatif eğlence seçeneklerin nedeniyle sinemaya olan ilgi azaldı. Sinema hâlâ önemli bir sanat formu ve büyük bir kitleye hitap ediyor. Ancak bu değişen dinamikler, insanların tercihlerini ve alışkanlıklarını etkileyebiliyor. Bir sinemacı olarak bunu nasıl okuyorsunuz?

Hikâye anlatımı, insanlık tarihi kadar eski. Biçimler ve alışkanlıklar değişse de iyi bir hikâyeye duyulan ihtiyaç her zaman baki kalacak. Sinema, biçimsel olarak dönüşse de ruhsal bir ihtiyaç olarak her zaman var olmaya devam edecek. Bu yeni çağın dilini keşfetmeye ve bu dönüşüme ayak uydurmaya çalışmak, sinemayı bir adım daha ileriye taşımanın anahtarı gibi geliyor.

Sinema ve yapay zekâ, son yıllarda büyük bir etkileşim içinde ve bu iki alan birbirini şekillendiren birçok farklı şekilde bir araya gelmiş durumda. Yapay zekâ, sinemanın yaratım sürecini, içerik üretimini ve izleyici deneyimini değiştirmeye başladı. Siz bu dönüşüme nasıl bakıyorsunuz?

Filmimizde yapay zekâyı doğrudan kullanmasam da teknoloji ve yapay zekânın sinemada sunduğu olanaklar üzerine düşünmek heyecan verici. Özellikle yapay zekâ, yaratım süreçlerinin çeşitli aşamalarında önemli bir rol oynayabilir. Senaryo yazımında önerilerde bulunmak, kurgu aşamasında zaman kazandırıcı analizler yapmak veya görsel tasarımlarda ilham verici önerilerde bulunmak gibi farklı alanlarda kullanımı mümkün. Bir yönetmen olarak, yapay zekânın yaratıcı süreçlere katkı sağladığını görmek sinemanın geleceği açısından oldukça ilginç. Bununla birlikte, insanın yaratıcılığı ve duygusal derinliği hâlâ önemli bir yer tutuyor. Yapay zekâyı yaratıcılığı destekleyen bir partner olarak görüyorum, bir ikame değil. Yaratıcılığın özü hâlâ insanda; makineler duyguları yalnızca simüle edebilir ama hissedemezler. Bu fark, sinemayı insanın sonsuz iç dünyasını açan bir sanat olarak koruyacaktır.

Şu an üzerinde çalıştığınız yeni projeler hakkında bizlere ipuçları verebilir misiniz?

Yeni uzun metraj filmim üzerine çalışıyorum. Yaratıcı süreçlerimde her zaman yeni fikirler ve yeni deneyimler üzerine yoğunlaşmayı seviyorum. Bir sonraki projede farklı bir tarzda farklı bir anlatıyla karşınıza çıkabilirim.

 
 
 
 

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...