}
03 January 2025

Eylem Kaftan: “Sahici hikâyelerin peşindeyim”

İlk uzun metrajlı filmi "Kovan" ile katıldığı birçok festivalden ödül kazanan yönetmen Eylem Kaftan, “Bir Gün, 365 Saat” adlı yeni belgeseliyle gündemde. Kaftan ile 10’dan fazla ülkede gösterilen belgeselini, kadınların yaşadıkları zorlukları, beyaz perdede kadının yerini ve sanat dilini konuştuk.

Endişe atmosferini kız kardeşlik hissi ve umut dürtüsüyle aşarak, adalet mücadelesi veren kadınların hikâyesini konu alan “Bir Gün, 365 Saat” sinemadaki yolculuğunu sürdürüyor. Gerçek hayattan alınan bu filmin hikâyesine dair neler söylersiniz?

Bu hikâye arkadaşlarım aracılığıyla ilk önüme geldiğinde ‘muhakkak çekmeliyiz’ dedim. Aile içinde şiddete ve istismara maruz kalan Reyhan, Leyla ve Asya ile tanıştıktan sonra kızlarımızın nasıl bir durum içerisinde olduğunu gördüm. İki kız çocuğunun bu duruma maruz kalması hiç şüphesiz acı vericiydi. Sonrasında Av. Birsen Topaloğlu hukuk mücadelesi başlattı. Bu mücadele neticesinde kızlarını mağdur eden aile fertleri mahkeme tarafından cezalandırıldı. Belgeselimize konu olan bu hikâye hiç şüphesiz dünyada benzer durumlara maruz kalan kız çocuklarının da uyanışına vesile olabilme ihtimali ve zamansız olması yönünden önem taşıyor. Adaletin tecelli etmesi de en önemli gelişme.

Aile içerisinde yaşanan problemler genelde mümkün olduğunca dışarıya anlatılmaz. Doğrusu budur ancak sizin gündeme getirdiğiniz hikâyedeki durum çok farklı tabii. Şiddet ve istismar gibi durumlar karşısında kimse ‘elbet geçer’ yanılgısına kapılıp sessiz kalmamalı öyle değil mi?

Elbette. Aile içerisinde şiddet ve istismara maruz kalan bireyler kabuğuna çekilmemeli. Bu tip durumlarda ‘kol kırılır yen içinde kalır’ düşüncesine de kimse kapılmamalı. İşte burada biz de Reyhan, Leyla ve Asya üzerinden kadınların haykırışına tanıklık ettik, acıdan sonra tecelli eden adalet mücadelesi nedeniyle de içimizi bir umut kapladı.

Belgeselin ana karakterlerinin yüzlerini gizlemediğini gördük. Kendi tercihleri miydi?

Normal şartlarda maske ile kamera karşısına geçeceklerdi. Çekimlere bir ay kala, “Biz maske takmayacağız, utanacak bir şeyimiz yok” dediler. Netice itibarıyla bu kararı verdikleri için biz de mutlu olduk. Onların bu kararı sonrası kendi kendime ‘Hiçbir suçumuz olmamasına rağmen bize kendimizi suçlu hissettiren meseleler yüzünden kendimizi hasta ediyoruz. Bundan vazgeçmeliyiz’ dedim. Bu açıdan filmin iyileştirici bir etkisi de var.

Birey olmak, insanların kendilerini özgürce ifade edebilmeleri, kişisel kimliklerini geliştirebilmeleri ve yaşamlarında kendi değerlerini oluşturabilmeleri açısından büyük bir öneme sahip. Belgeselinizde de karakterlerin birey olma süreçlerine de tanıklık ediyoruz bir nevi?

Bireyin; ruhsal, manevi ve maddi bütünlüğü vardır. Sınırlarını her isteyen kolayca aşamaz, kararlarını kendi hür iradesiyle alır. Aile içerisinde yaşanan şiddet ve istismar olayları sonrası kişi ister istemez birey olma özelliğini yitiriyor. Başkalarına rezil olurum korkusuyla da hareket kabiliyeti ister istemez kısıtlı. Ama artık dünya değişiyor. Kadınlarında kendine ait bir ses ve kimlik oluşturmak için çabaladığını ve başarıya ulaştığını görüyoruz. Fransa'da cinsel saldırıya karşı mücadelenin sembolü olan Gisèle Pelicot da bu noktada bir başka örnek olarak karşımızda duruyor.

“Belgeselde kız kardeşlik duygusuyla zorlukların aşılabileceğini gösterdik”
Filme dair son olarak şunu soracağım… “Bir Gün, 365 Saat”, 10’dan fazla ülkede gösterildi. İzleyicilerin genel olarak size geri dönüşleri nasıl?

Gittiğimiz her ülkede salonu dolduran seyirciler oyuncuları cesaretinden ötürü kızları kutladı. Bazı seyirciler de empati kurduklarını ve kız kardeşlik duygusuyla zorlukların aşılabileceğine ikna olduklarını da söyledi. Bu geri dönüşler bizim için en büyük ödül diyebilirim.

“Türk sinemasında kadın” başlığına parantez açacak olursak. “Kadın” figürü zaman içinde önemli bir dönüşüm geçirdi. Sinemanın gelişimiyle paralel olarak, kadınlar farklı rollerle yer alıp, toplumsal değişimlere ayak uydurdu ve bazen toplumsal eleştirinin odağı haline geldi. Siz de sinemada çeyrek asrı devirdiniz. Kadınların son dönemde daha çok adını duyurmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dünya ve Türk Sineması’nda hiç şüphesiz erkek egemenliği söz konusu. Bu nedenle konu yönünden de erkek kahramanların hikâyeleri ve baba-oğul çatışmalarını anlatan konular ön planda oluyor. Sık sık yerli ve yabancı festivallerde jüri üyeliği yapan birisi olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki eskiden ödül verecek kadın bulamazdık. Yan rollerdeki kadınlara ödül verirdik. 2025 itibarıyla tüm dünyada kadın dünyasını anlamaya yönelik çabaların olduğunu görüyoruz bu da sevindirici. 61. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde kadın hikâyesi olan pek çok filmin olması da buna işaret olsa gerek.

Sinema alanında toplumcu gerçekçi bir çizginiz var. Bu noktada ilham kaynaklarınız nedir?

Sahada olmak, gerçek ve sahici hayat hikâyelerini dinlemek bana her zaman yol gösteriyor, ilham veriyor. Bunun haricinde isim olarak da dünyaca ünlü yönetmenler Stanley Kubrick, Alfred Hitchcock ve Agnès Varda beslendiğim diğer kaynaklar.

“Dijital platformlardaki dizilerin gerçeklik duygusu düşük”
Daha çok belgesel alanında çalışmalar ortaya koyuyorsunuz. Belgeselin, sinemaya veya diziye oranda toplumda farkındalık yaratmasının daha düşük olduğu görüşüne katılıyor musunuz?

Katılmıyorum. Güçlü bir sinematografi ve estetik bir dille çekilen belgesel yeri geldiğinde sinema filmini ve diziyi gölgede bırakabilir. Belgesel didaktik olduğu zaman izleyiciye etki geçmiyor. Hikâye belgeselciliği şuurlu kitlelerde her zaman farkındalık yaratır. Mesela dijital platformlardaki dizilerin gerçeklik duygusunun zayıf olduğunu düşünüyorum.

Sizi böyle düşünmeye iten sebep nedir?

Orada izlediğim diziler ve oyuncuların performansları bana yapay geliyor. Keza izleyici de gerçekçiliğin yüksek olduğu projelerde hikâyenin içerisinde kendini kaybediyor olağanüstü bir özdeşleşme ve katarsis yaşayıp bütün duyguları tadıyor.

Son dönemde izlediğiniz ve az önce söylediğinizi destekleyecek bir proje var mıdır?

77. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülü kazanan Sean Baker imzalı “Anora” filmi buna örnektir. Filmde ultra gerçeklik söz konusuydu. Buradan da anlayacağımız üzere sinema da her zaman sahicilik duygusu önem taşıyor.

Sahicilik üzerine konuşmuşken… Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte çekilen film sayısında bir artış olduğu gözleniyor. Kimileri bu durumun sinemada sahiciliği yok ettiğini savunuyor. Sizin görüşünüz nedir?

Sinema, televizyon ve dijital platformlarda izleyiciye yönelik bir içerik bombardımanı var. Bana göre çoğu proje de yüzeysel. Sanatsal yönü güçlü olmayan filmler akılda kalmıyor, seyircide de derin etki bırakmıyor. Bu noktada niteliğe önem verip, gerekirse film sayısını azaltmak yerinde olabilir. Bir projenin iyi olup olmadığı da onun seyirciyle ilk buluştuğu günden itibaren kaç gün boyunca gündemde kaldığı ile doğru orantılıdır.

“Yapay zekânın içerisine felsefi bakış açısı eklenmesi gerekiyor”
Diğer yandan sinema ve yapay zekâ (AI), günümüzde giderek daha fazla etkileşim içine giriyor. Bu ilişki, film yapımından izleyici deneyimine kadar birçok alanda önemli değişimler meydana getirmekte. Siz yapay zekâ araçlarını kullanıyor musunuz?

Yapay zekâ araçlarını kullanıyorum. Bilhassa senaryo analizi konusunda yardımcı olduğunu söyleyebilirim. En son geçenlerde Berlin’de bir atölyeye katıldım ve yapay zekâ konferansında da konuştum. Bu alandaki gelişmeler teknolojik açıdan sevindirici elbette ama yapay zekâ ile üretilen içeriklerin yüzeysel olduğunu düşünüyorum. Bu donanımın içerisine felsefi bakış açısı ve derinlemesine analiz eklenmesi gerekiyor. İnsan dediğimiz varlık zayıflıklarıyla, hatalarıyla ve hayal kırıklıklarıyla var. Yapay zekâ henüz bunlardan çok uzakta.

Sinema verilerine de bir parantez açacak olursak… Ülkemizde 2022’de 35 milyon 754 bin 644 olan sinema seyirci sayısı, 2024'te yaklaşık 4 milyon kişi azalarak 31 milyon 5 bin 844 oldu. Hollywood da Covid-19 salgını ve grevlerin ardından ciddi bir duraksama dönemi yaşanıyor. Sinemanın mevcut durumu ve geleceğine dair neler söylersiniz?

Sinema yıl kaç olursa olsun büyülü bir deneyim. Hiçbir zaman evde herhangi bir platformdan yapım izlemeye benzemez, benzemeyecek de… Ama şu da bir gerçek her şey çok ticarileşti. Kapitalist düzen vahşi çarklarını döndürüyor. Sanatsal üretim bu nedenle risk taşıyor. Bu noktada etki ve yetki sahibi kişilere iş düşüyor. Ülkemizde olduğu gibi sanatın devletler tarafından da teşvik edilmesi önem arz ediyor. ‘Bir Gün, 365 Saat’ adlı belgeselimiz üzerinden örnek verecek olursam filmimiz geniş kitlelere ulaşsın diye özel topluluklar üzerinden gösterim yapmaya sürdüreceğiz. Avukatlar, psikologlar ve üniversite öğrencilerini kast ediyorum. Yıllarını sinemaya adamış biri olarak bu bizim topluma borcumuz.

“Bir Gün, 365 Saat’ adlı belgeselinizin yolculuğunu 2025 yılı boyunca sürdüreceğini söyleyebiliriz. Bu proje yolculuğunu tamamladıktan sonra izleyicilerle buluşturacağınız yeni çalışmanıza dair sizden bilgi alabilir miyiz?

Dolabımda çok hikâye mevcut, hepsi zamanını bekliyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı ve TRT ortak yapımı ‘Gerçek Bir Kadın’ adlı projem var. Bir süredir onun bütçesini tamamlamak üzere çalışıyorum. Bu film kişisel hikâyemi konu alıyor. Bir yıl içerisinde çekmek ve kıymetli izleyicilerimizle buluşturmak istiyorum.

 
 
 

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...