}
17 August 2024

“Eskişehir’deki terör saldırısı bir uyanışa vesile olmalı”

Eskişehir’de gerçekleşen ırkçı saldırının ardında neler var? Amerika’da, Avrupa’da görmeye alışkın olduğumuz bu hadiseler artık Türkiye’de de mi yaşanmaya başladı? Doç. Dr. Enes Bayraklı ile tüm bunların sebeplerini, alınması gereken önlemleri konuştuk.

Geçtiğimiz günlerde Eskişehir'de malumunuz elim bir hadise yaşandı. Bir genç, cami avlusundaki insanlara saldırdı ve yürürken 7 kişiyi bıçakladı. Ve bu kişi bir manifesto yayımladı sosyal medya hesabından. Son yıllarda dünya genelinde benzer ırkçı saldırıları görüyorduk. Avrupa’da, Amerika’da siyahilere ve Müslümanlara yönelik saldırılarla ortaya çıkan bir radikalleşme söz konusu. Bu radikalleşmenin altında yatan nedenleri sizden dinlemek isteriz.

Küresel olarak baktığımız zaman aşırı sağcı, ırkçı siyasetin, ideolojinin dünya üzerinde yükselişte olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Batı’da bu çok görünür hâle geldi. Ama onun da ötesin de Batı’da başlayıp tüm küreyi etkisine alan aşırı sağcı-ırkçı bir salgından bahsedebiliriz. Mesela Hindistan'da Hindutva denilen Hindu ırkçılığı, radikalliği yükselişte ve Neranda Modi aslında bu ırkçılığın bayraktarlığını yapıyor. Tabii özellikle ırkçılığın bir ideoloji olarak ortaya çıktığı coğrafya Batı. Özellikle 15. yüzyılda ortaya çıkmış olan kapitalizmle beraber sömürgeciliğin de etkisi fazla. Nitekim kapitalizm, sömürgecilik ve ırkçılık birbirini besleyen ideolojiler. Ama ırkçılık, bugünün Batı'sını da kuran birkaç temel ideolojiden bir tanesi.

Batı'da zaman zaman ırkçı akımların yükselişe geçtiğini görüyoruz. Özellikle son 20-30 yılda ırkçılık tekrar Batı siyasetinde etkili olmaya başladı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında ırkçılık ve aşırı sağ hareketler, savaşın yarattığı yıkım ve duyulan tepkilerden dolayı Avrupa’da baskılanmıştı. Fakat son 30 yılda tekrar normalleşmeye, siyaset alanında kullanılmaya başlandığını görüyoruz. Irkçılık ve aşırı sağ partiler gibi geçmişte meşru görülmeyen, siyasi spektrumun hep kenarında kalan, marjinal hareketlerin bugün artık normalleştirildiğini görüyoruz. Siyasi açıdan Hollanda’da Geert Wilders'in, Almanya’daki AfD’nin, Fransa’da Marine Le Pen’in başarısı gibi birçok örnek var.

Örnekteki siyasetçiler; söylemleriyle “ötekileri”, “yabancıları” düşmanlaştırarak, şeytanlaştırarak, bütün problemlerin kaynağı göstererek kitlelerini mobilize ediyorlar. Böylelikle özellikle Avrupa’da zayıf bir azınlık olan Müslümanlar, şeytanlaştırılarak kitlelerin önüne atılıyor. Onlara göre işsizliğin, ekonomik problemlerin ve diğer sorunların kaynağı, Müslümanlar ve göçmenler. Bu düşünce etrafında kitleleri bu şekilde motive edip radikalleşmeye sebep oluyorlar. Hatta aşırı sağ grupları engelleyebilmek ya da onlarla baş edebilmek için ana akım partiler dahi benzer söylemleri kullanmaya başlıyorlar. Siyasi spektrumun tüm renklerinde Müslümanlara ve göçmenlere karşı Avrupa’da söylemlerin radikalleştiğini görüyoruz. Dolayısıyla bu siyasi atmosfer, geçmişten beri Avrupa’da bulunan Neonazi grupları ve terör örgütlerini daha da cesaretlendirdi diyebiliriz.

1970’lerde, 80’ler ve 90’larda Almanya’da Türklere karşı yapılan ırkçı saldırılar, kundaklamalar oluyordu. Sadece Almanya’da değil, Avrupa’nın diğer ülkelerinde de benzer saldırılara maruz kalıyordu Türkler. Ama söylem düzeyinde aşırı sağ bu kadar siyasete yön veremiyordu, marjinal ve hastalıklı bir düşünce olarak baskılanıyordu. Fakat son 30 yılda aşırı sağcı, islamofobik söylemin siyasetin merkezine oturmaya başlamasıyla birlikte Avrupa’da bu tür aşırı sağcı ırkçı gruplar yeninden hareketlenmeye başladı; özellikle internette forumlar üzerinden örgütleniyorlar, birbirlerini güdülüyorlar.

Çeşitli küçük siyasi grupların yanı sıra bunların içlerinden terör örgütleri ve yalnız kurt dediğimiz tek kişilik terör yapılanmaları da ortaya çıkıyor. Mesela Almanya’daki terör örgütü NSU, 2011’de Norveç’teki saldırıları düzenleyen Anders Breivik gibi isimler ve gruplar ortaya çıktı. Bu tür radikaller, aşırı komplocu bir dünya düzenine inanıyorlar. Bu tabi radikalleşmenin sadece tek bir boyutu, birçok ideolojiden ve sorundan beslenip bu raddeye geliyorlar. Amaçları sadece öldürmek de değil, saldırıları canlı yayımlayıp diğer insanları da cesaretlendirmeyi kendilerine misyon ediniyorlar. Beyaz, Avrupa medeniyetini kurtarmak için kendilerine bir rol biçiyorlar, âdeta bir Haçlı şövalyesi gibi kendilerince kutsal bir savaşın önderliğini yaptıklarını düşünüyorlar. Diğer insanları da kendi aralarına katmak için canlı yayınlar yapıp manifestolar yayımlıyorlar.

Anders Blevik’ten sonra Brenton Tarrant, Yeni Zelanda’da yaptığı saldırı için bir manifesto yayımlamıştı. O manifestoda Ayasofya, 1453 yılında İstanbul’un fethine ve Kosova Meydan Muharebesi’ne dair atıflar vardı. Dolayısıyla o dönem Türkiye’nin de Avrupa aşırı sağının hedefi olabileceği üzerine kaygılar oluştu. Bu sadece Türkiye’nin doğrudan hedef alınmasına yönelik kaygılar değildi, Türk diasporasının da hedef alınmasını da içeriyordu. Özellikle Avrupa’daki camilerin, Türk STK’larının benzer saldırılara maruz kalması doğal ciddi bir tehditti.

Fakat iki gün önce yaşanan saldırı beklenmedik bir yerden geldi. Avrupalı bir aşırı sağcı değil, Türkiye’de bu ideolojilerden etkilenen ve radikalleşen bir genç terör saldırısı düzenlemişti. Bu saldırıyı da Batı’dakilerden özenerek kayıt altına alıp yarım yamalak da olsa manifesto yayımladı. İkinci bir husus olarak söylemlerine bakıldığında ötekileştirdiği ve düşmanlaştırdığı kesimler; Avrupa aşırı sağının da düşman olduğu düşünceler, Yahudiler, göçmenler, mülteciler, Kürtler, Müslümanlar, komünistlerden oluşuyor. Hepsini düşmanlaştırıp “yok edilmesi gereken pislikler, böcekler” olarak nitelendiriyor. Onun da ötesinde genel olarak topluma karşı da bir nefreti var, sadece belirli bir kitleye yönelik değil bu.

Avrupa’daki aşırı sağcı ırkçı ideolojiden etkilenerek yapılan bu terör saldırısı, tabii Türkiye için bir ilk. Türkiye’de son 10 yılda bazı siyasetçilerin ve özellikle bazı siyasi partilerin bu Avrupa aşırı sağını taklit etmeye başladığını görüyoruz. Onların başarılı olduğunu gördükten sonra onların söylemlerini kopyaladılar ve böylelikle bu söylemlerle gençleri güdüleyerek kendilerine siyasi bir alan açmaya çalıştılar. Bunda kısmen başarılı olduklarını ve bu düşünceden etkilenen gençlerin radikalleştiklerini görebiliyoruz. Özellikle mültecilere, yabancılara, göçmenlere karşı yapılan saldırılara baktığımız zaman aynı ideolojik çerçeveden hareket ettiklerini, aynı noktadan güdülendiklerini söyleyebiliriz. Türkiye’deki bu durumu, Irkçı-Tengrici bir radikalleşme olarak nitelendiriyorum ben.

Kendilerine Tengrici diyen, “Türk milliyetçisi” olduğunu iddia eden bu çevreler, aslında Türklüğü İslam tarihindeki tecrübesinden arındırarak Orta Asya’daki o saf kan Türklüğe geri dönmeyi istiyorlar. Irkçılığın birçok türü var. Bu bir biyolojik ırkçılık. Biyolojik ırkçılık, 15. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkıyor; bu düşünceye göre insanlar arasında farklı türler (ırklar) olduğu, içlerinden bazılarının üstün, bazılarının ise alt türlerde olduğu iddia ediliyor. Bu iddia bilimsel olarak yanlışlanmış durumda artık. İnsanlar arasında böyle bir fark yok. Söz konusu iddiadan yola çıkan biyolojik ırkçılık söylemleri bu tür terör eylemlerinin ideolojik altyapısını oluşturuyor. Türkiye’de özellikle son seçim dönemlerinde çok köpürtüldü bu söylemler. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında bir genç, sokak röportajı sırasında “Araplar, siyahiler, Pakistanlılar, Afganlar maymundur, hayvandır. Ben bunların beyni üzerine çalıştım, genetikleri düşük bunların” gibi söylemlerde bulunduğu bir sokak röportajı sırasında ve milyonlarca defa izlendi. Bu gibi yargılar, gençler arasında yaygınlaşmaya başladı.

“Öteki”yi bu derece şeytanlaştırıp insandışılaştırdığınız zaman onun katli, öldürülmesi meşru hâle geliyor. Bir böceği öldürmek kadar basit görülüyor. Dolayısıyla bu derece bir radikalleşmenin temelinde bu ideolojik söylemler bulunuyor. Irkçı- Tengrici ideoloji de bu noktada Batı’daki söylemleri alıp Türkiye’ye taşıyıp kopyaladı. Bir ara çok meşhur bir belgesel yayımlanmıştı. “İstila” adında bir belgeseldi ve iddiası Türkiye’nin 20 yıl içerisinde Suriyeliler tarafından işgal edileceği, Arapların çoğunluk hâline gelip ülkeyi ortadan kaldıracakları yönündeydi. Bu, Fransız bir aşırı sağcının Grand Replacement adında Avrupa’daki büyük nüfus değişimine dair komplo teorisinin Türkiye’ye uyarlanmış hâliydi. Bu komplo teorisi çerçevesinde Avrupa'da nüfusun demografik yapısının değiştirildiği, sistemli bir göç hareketinin olduğu, hatta bunun Müslüman kardeşler tarafından özellikle planlandığı gibi ipe sapa gelmez, akla hayale gelmeyecek iddialar ortaya atıldı. Bu şekilde toplumun gözü korkutuluyor, insanları aşırı sağ partilere yönlendirmeye çalışılıyordu. İstila adlı belgeselde da yapılan bunun Türkiye’ye uyarlamaktan ibaretti aslında. Dolayısıyla çok büyük esinlenmeler var.

Maalesef sosyal medyada yazılıp çizilenlere baktığımız zaman benzer saldırıların olma ihtimalinin yüksek olduğunu görüyoruz. Yani Eskişehir’deki saldırıyı düzenleyen gencin ya da onun gibi düşünen diğer gençlerin herhangi bir yerden talimat almalarına gerek yok. Zaten kendi başlarına problemli bireylerden bahsediyoruz. Ailevi problemlerini topluma, diğer etnik ve dinî azınlıklara yönlendirerek nefretini kusuyor ve kendi sorunlarından onları sorumlu tutuyor. Toplumda benzer bireyler bulunabilir elbette, onların da böyle gençlerden etkilenme ihtimalleri çok yüksek. Sosyal medyada, forumlarda zaten böyle grupların olduğu açık. Bu Türkiye açısından yeni ve takip edilmesi gereken bir tehdit. Çeşitli mücadele yöntemlerinin devreye sokulması gerekiyor.

“Radikalleşmeyi önleme programı devreye sokulmalı”
Hocam, 2010'lu yıllarda Yunanistan'da bir “Altın Şafak” örneği vardı. İnanılmaz bir ivme kazanıp yükseldi. Fakat Yunan hükûmeti bu “Altın Şafak” yükselişinden rahatsızlık duyarak bir takım hukuki yollara başvurdu ve “Altın Şafak”ın faaliyetleri yasaklandı, yöneticileri hapse atıldı vs. Şimdi Türkiye'de sizin de bahsettiğiniz gibi bir siyasi parti var ve bu siyasi partinin bütün enstrümanları ırkçılık üzerinden bina ediliyor. Bu anlamda hukuki olarak hem bu siyasi partiyle hem de bu fikirle mücadele etmek için neler yapılabilir?

Nefret suçları ve nefret söylemiyle mücadelenin, hukuki olarak yapılması gerekiyor. Bu konuda ilk olarak, Türkiye'deki hukuki altyapının güçlendirilmesi ve bu söylemleri kullananlara karşı yasal adımların, yasal girişimlerin yapılması gerekiyor. Hukuk önünde hesap sorulmalı, ırkçılığın normalleştirmesinin önüne geçilmeli.

İkincisi ve daha önemlisi, on gün önceki Instagram tartışmalarından gördüğümüz üzere sosyal medya platformlarında Türkiye'ye bir çifte standart dayatılıyor. Instagram, Facebook, WhatsApp, Twitter ya da TikTok gibi platformlar; Avrupa'da ya da Amerika'da belli yasal düzenlemelere uymak zorundalar. Yani örneğin Avrupa’da Twitter'da ya da bu sosyal medyadaki diğer platformlarda etnik ya da dinî gruplara karşı bir nefret söylemi kullanıldığı zaman şikâyet edilir edilmez çok hızlı bir şekilde reaksiyon alınıyor ve o söylemi içeren paylaşımlar kaldırılıyor, paylaşım yapan hesap kapatılıyor. Ama Türkiye’de böyle bir mekanizma yok. Bu tarz paylaşımları şikâyet ettiğinizde Türkiye’de işleme alınmadığını, ciddiye alınmadığını görüyoruz.

Birinci olarak sosyal medyanın regülasyonu, Türkiye açısından çok önemli bir mesele. Bunu mutlaka gerçekleştirmeliyiz. İkinci olarak, hukuki altyapı hazır olmalı. Nefret söylemleri ve nefret suçları; ırkçılıkla ve ayrımcılıkla ilgili yasal düzenlemelerin güçlendirilmesi, bunun da sahada uygulanması gerekiyor. Üçüncü olarak ise siyasi mücadelenin önemli olduğunu vurgulamalıyız. Bu alada ırkçı nefret söyleminin kullanılmasını ve normalleştirilmesini engellediğiniz zaman aslında büyük oranda meseleyi çözmüş oluyorsunuz. Çünkü kitleler daha çok söylem üzerinden güdüleniyor. Bu radikal söylemlerin ifade edilmesinin önünü açtığınız zaman, kitlelerin bu yöne sevk edilmesi artık çok kolay hâle geliyor. Dolayısıyla bunun engellenmesi gerekiyor. Yasal olarak bu söylemleri kullanan siyasetçilerle ilgili mutlaka adım atılmalı. Bu da işin başka bir boyutu ama tek boyutu bu değil.

Başka bir boyutu da radikalleşme ile mücadele. Yani Türkiye'de terörle mücadele hususunda geçmişten beri konuşulan “bataklığın kurutulması gerektiği” ile ilgili bir söylem var. Tabii ki askerî tedbirler gerekli ama sonuçta terörün insan kaynağını kurutmak gerekiyor. Peki, o kaynaklar neler? Gençler. Gençler henüz ortaokul, lise çağlarında radikalleştiriliyor, kandırılıyor ve dağa çıkmaları noktasında ikna ediliyor ya da kaçırılıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin ilk önce radikalleşmeyi engelleme, önleme programını devreye sokması lazım. Ortaokul, lise ve üniversitelerde görev alacak, radikalleşmeyi önlemek için çalışacak uzmanları yetişmesi gerekiyor. Radikalleşmeye meyilli bireylere daha problemin en başında müdahale etmeli ve bunu sadece hukuki müeyyideler uygulayarak değil, danışmanlıkla takip ederek mücadele etmeli, böyle bir mekanizma inşa edilmeli.

Sadece aşırı sağ görüşlerdekiler için değil; PKK, FETÖ, El-Kaide, DHKPC gibi terör gruplarını da kapsayan radikalleşmeyi önleme programı devreye sokulmalı. İşin bir tarafında YÖK, Millî Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, diğer tarafında Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı, İç İşleri Bakanlığı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı olmalı. Maalesef bu, Türkiye’nin ihmal ettiği bir konu. Tabii önlemek sadece işin bir boyutu. İkinci boyutu ise terör örgütlerinden ayrılmış kimselerin deradikalizasyonu. Bu mesele de önemli. Bu tarz gruplara girmiş fakat pişman olmuş ve “itirafçı” olarak etkin pişmanlık yasasından da faydalanmış birçok insan var. Cezasını çekmiş, hapisten çıkmış pek çok insanın tekrar topluma kazandırılması ve yeniden radikalleşmesinin önüne geçilmesi gerekiyor. Bununla ilgili programlar devreye sokulmalı.

Dolayısıyla aslında çok boyutlu, komplike bir problemden bahsediyoruz burada. Ama bu Irkçı- Tengrici radikalleşme dediğimiz meselenin ise daha başlarındayız, son 10 yılda köpürtüldü. Hâlâ kontrol altına alınabilir. Önümüzdeki dönemde dünya siyasetinde bu tür ırkçı siyasetin yükseleceğini görebiliyoruz. Dolayısıyla Türkiye’ye çok ciddi zarar verme potansiyeli var. Bunun şimdiden önlenmesi ve geçmişte yapılan hataların yapılmaması gerekiyor. Devlet, geçmişteki problemleri görememişti; bu sebeple de toplum olarak ağır bedeller ödedik hem maddi hem manevi açıdan. Hâlâ çözmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla bu mesele henüz yeniyken kontrol altına alınmalı.

“İnternetin derin karanlığında radikaller bir araya geliyor”
Hocam, yayımlanan manifestolardan görüyoruz ki bir böcek söylemi var. Yani kendisi dışında olan herkesi insan dışı gören bir anlayış. Bu biraz da sanal gerçeklik, oyunlar, o dünyaya ait kavramlar esasında. Yani bu isimler, oyun ortamlarında, sosyal medya platformlarında örgütleniyorlar. Okullar hakikaten bunların kaleleri konumunda. Çocuklar hızla ırkçı oluyorlar. Tabii bunda sokakta karşılaştıkları mülteci problemleri, sığınmacı problemlerinin de etkisi var. Fakat burada öğretmenlere, okul yönetimlerine, Millî Eğitim Bakanlığına çok büyük iş düşüyor, sizin de söylediğiniz gibi. Orada bir çalışma başlatılması gerekiyor gibi duruyor.

Şimdi ben de bu meselenin reel bir problem üzerinden inşa edildiğini düşünmüyorum. Yani Türkiye'nin göçü ve mülteci meselesini yönetmesi başka bir mesele ama köpürtülen bu ırkçı nefretin birçok yönden baktığınız zaman reel bir temeli yok. Mesela bu insanlar “Mültecileri asacağım, keseceğim” diyorlar. Soruyorsunuz bu tür fikirlere sahip insanlara: “Peki, sen kişisel olarak ne tür problemler yaşadın? Herhangi bir tecrüben var mı?” Bir problem yaşamadığını söylüyor. Peki, nereden geliyor bu nefret? Bu nefretin kaynağı aslında insanların bazı aşırı sağcı ırkçı siyasetçiler, medya ve sosyal medya tarafından hayali bir düşmana karşı güdülenmiş olması. Bu hayali düşman, inşa edilen bir düşman.

Oyunlar vs. tabii gençlerin çeşitli etkilere maruz kalması noktasında evet etkili ama oyunları tek başına bir sebep olarak göstermek mümkün değil. Oyunlar belki de işin en masum boyutu. Bunun ötesinde sosyal medyada yazılıp çizilen ırkçı söylemler, nefretin normalleştirilmesi, yaygınlaştırılması ve benzer içeriklerin sosyal medya şirketleri tarafından sistemli ve kasıtlı olarak algoritmayla ön plana çıkartılması var. Gençlerin önüne sürekli benzer haberler ve içerikler çıkarılıyor, bunlar üzerinden gençler güdüleniyor ve radikalleşme süreci başlıyor. Bu sosyal medya platformları üzerine düşündüğümüzde Türkiye’ye de çeşitli siyasal mühendislik uygulamalarının yurt dışı kaynaklı olabileceği ihtimali ön plana çıkıyor. Bu durumun, Türkiye’nin yumuşak karnı olması isteniyor.

Dolayısıyla oyunlardan ziyade daha çok forumlar dikkat çekiyor gençler arasında. Bazı forumlar bulunuyor deep web üzerinde. Esas problemli olan yerler buralar. Burada bu radikal gruplar bir araya geliyor ve bilgi alışverişinde bulunuyorlar; bomba yapımından tutun silah üretmeye, hatta katliam planlarına kadar pek çok bilgiye buradan ulaşabiliyorlar. Bu platformlar, teknik olarak çok fazla takip edilemiyor maalesef. Bir nevi internetin derin karanlığı olan bu forumlarda radikal gruplar birbirleriyle irtibata geçiyorlar. Sosyal medya sadece işin görünen yüzü, burada nefret ve ırkçılık normalleştiriliyor, yaygınlaştırılıyor. Burada gençler birbirini bulup, aynı düşünceler etrafında güdüleniyorlar. Zaten Eskişehir’deki saldırıyı gerçekleştiren çocuğun da deep web’deki radikallerle irtibat hâlinde olduğunu görüyoruz. Geçmişe baktığımızda Breivik de Tarrant da aynı süreçlerden geçmişlerdi.

“Irkçılık bir hastalık değildir”
Hocam, aslında bu gencin kullanacağı ekipmanları internetten hepimizin ulaşabileceği sitelerden kolaylıkla satın alması da sizce trajikomik bir hadise değil mi? Sizce buradaki işleyişte bir problem yok mu? Oraya da bir denetleme, bu tür ürünlerin satışına bir sınırlama getirilemez mi

Düşündüğümüzde basit bir bıçak ve balta… Bir bıçağı ve baltayı kontrol altına almanız çok mümkün değil. Aşırı sağcı çevreler arasında yaygınlaşmış olan bazı ekipman, elbise veya semboller var mesela. Tabii onların satışının yasaklanması, gamalı haçlı bir şeyi Türkiye’de satın alamıyor olmanız lazım. Bunun kabul edilebilir bir yanı yok. İşin ilginç yanı bu çocuk, kendini nasyonal sosyalist olarak nitelendiriyor. Nasyonal sosyalist ideolojiye göre; Alman ırkı üstün ırktır, geri kalanlar ise aşağılık insanlardır. Özellikle de Avrupalı olmayan, beyaz olmayanlar... Türkler zaten ikinci sınıf insan onlara göre. Ama bu çocuk, bir taraftan da Tengrici, Türkçü olduğunu düşünüyor. Neye inandığını, neyin parçası olduğunu çok da farkında olan bir genç değil. Bu da aslında eğitim sistemimizdeki çok temel başka bir sıkıntıyı ortaya çıkarıyor.

Türkiye'de ırkçılığın ne olduğuyla ilgili ciddi bir kafa karışıklığı var. Türkiye'de ırkçılık çalışmaları çok zayıf. Üniversiteler de bu konuda maalesef yeterli çalışmalar ortaya koyamıyorlar. Bununla ilgili yeterli literatür yok, varsa da çok az. Çünkü Türkiye'nin Batı gibi bir tecrübesi yok. İdeolojik ve eylemsellik açısından Türkiye’de böyle bir ırkçılığın temeli yok. Ama artık Türkiye'yi etkilemeye başlayan bir ideolojiden bahsediyoruz. Bu ırkçılığın ne olduğu, dünyada nasıl ortaya çıktığı, ana argümanlarının ne olduğu ve neden aslında geçersiz olduğunun ortaokuldan itibaren toplum içindeki her bireye öğretilmesi gerekiyor. Yani ırkın varlığına insanlar hala inanıyorlar. Hâlbuki ırk sosyal bir inşa. Biyolojik olarak baktığımızda dünya üzerinde tek bir insan türü var. Fakat etnisite dediğimiz kültürel bir gerçeklik de var. Bunun temelinde de kültürel farklılıklar, dil, din, gelenek görenek farklılıkları bulunuyor. Ama bu farklılıklardan hiçbiri bir Alman’ı, Fransız’ı, Türk’ü ya da Arap’ı üstün kılmıyor.

Irkçılığın bir hastalık olduğu söyleniyor mesela. Böyle bir ezber var Türkiye’de. Irkçılık, bir hastalık değil, yani psikolojik bir rahatsızlık değildir. Belki psikolojik rahatsızlığı bulunan biri aynı zamanda ırkçı olabilir, bu başka bir mesele. Ama ırkçılık, bir ideolojiden ibaret. Türkiye’de ırkçılığa dair farkındalık ve bilgi yetersizliği var maalesef. Muhafazakâr, dindar çevrelerde bile ırkçı yaklaşımlara şahit olunca şaşırıyorum. Oysa İslamiyet, baştan bunu reddeden bir din. Arap’ın Acem’e, Acem’in diğerlerine herhangi bir üstünlüğü yoktur; üstünlük ancak takvadadır düşüncesi hâkimdir İslam’da. Bu düşünceyi benimsemesi gereken insanların ırkçılıktan etkilenmesi oldukça şaşırtıcı.

Öteki taraftan bazı kesimler diğerlerinin aşağılık bir kültüre sahip olduğunu da söyleyebiliyorlar. Bu da kültürel ırkçılık türüne giriyor mesela. Batı’da da biyolojik ırkçılık bir süre sonra artık savunulmaz hâle geldi, özellikle de bilimsel çalışmaların etkisiyle. Bu sefer de kültürel ırkçılık ortaya çıkmaya başladı, bu sefer “Bizim kültürümüz diğerlerinden daha üstündür” düşüncesi hâkim oldu. Bu düşünce oryantalizmle birlikte selforyantalizmi de beraberinde getirdi. Batı dışı toplumlar da belli bir Doğu algısı üzerinden bu düşünceleri kabul etmeye başladılar, biz de dâhil. Hâlbuki dünya üzerinde farklı pek çok kültür var. İslamiyet açısından baktığımızda da bu farklılıkları zenginlik olarak görüyoruz.

Elbette herkes kendi kültürünü sever, sahip çıkar, korur. Bu başka bir mesele. Fakat sorun öteki kültürden nefret edilmesi; yok etmek, ortadan kaldırmak için o kültüre sahip insanlara söylemsel ya da eylemsel olarak saldırması, “mikrop”, “böcek” olarak nitelendirmesi. Bu, işin ırkçılığa savrulan tarafı. Bu da ırkçılık ideolojisinin ardındaki düşünceye işaret ediyor. İngilizcede “dehumanization” deniliyor. Türkçeye “insandışılaştırma”, “insanlıktan çıkarma” şeklinde çevrilebilir. İnsandışı hâle getirildiğinde ise bir topluma ve bireye her türlü muamele katliam, etnik temizlik ve soykırım meşru hâle gelir.

“Soykırımın temelinde insandışılaştırma fikri var”
Hocam, Black Mirror diye meşhur bir dizi vardı. Bir bölümünde askerlerin gözüne bir implant yerleştiriyorlar ve canavarlarla dövüştüklerine inandırılıyorlar. Bir tanesinin gözünden implant düşüyor ve savaştığı kimselerin çaresiz insanlar olduğunu görüyordu. Biraz Gazze'deki mesele de öyle. Yani orada savaşan askerlere sanki canavarlarla, kurt sürüleriyle savaşıyormuş gibi bir algı yerleştiriyorlar.

Aslında soykırımın temelinde de tam olarak bu insandışılaştırma düşüncesi var. Mesela İsrail, Filistinlere karşı özellikle bu soykırımı nasıl meşrulaştırılıyor? Yakın zamanda bir yazı okudum, meşhur bir İsrailli soykırım araştırmacısının yazısıydı. Nazi dönemindeki Alman ordusunu araştırmış, soykırımı nasıl gerçekleştirdiklerini, bütün yaşananları nasıl meşrulaştırdıklarını incelemiş. Araştırmasında diyor ki: “Naziler; Yahudileri, Rusları ve Doğu halklarının ortadan kaldırılması gerektiğine, bunun meşru ve etik olduğuna inandırıldılar. Şu anda da İsrail ordusu buna inandırıldı. ‘Biz büyük bir saldırıya uğradık, onlar insan değiller, hayvanlar, her şeyi hak ediyorlar’ şeklinde düşünüyorlar.” İsrail Savunma Bakanı da hatırlıyorsanız “Biz insansı hayvanlarla savaşıyoruz” demişti. İşte sizin bahsettiğiniz bu implantı onlara veren şey o propaganda, o söylem, o argüman. Bunu da medya eliyle, entelektüellerle, siyasetle empoze ediyorlar topluma; inandırdıktan sonra da her türlü katliam, soykırım, işkence meşru görülmeye başlanıyor. Hatta hapishanede işkence ve tecavüz ettikleri Filistinli gencin hayatını kaybettiğine dair görüntüler medyaya yansımıştı ve İsrail televizyonları bunu savunmuşlardı. O dereceye varan bir insandışılaştırmadan bahsediyoruz.

Özünde buna benzer süreçler maalesef burada da yaşanıyor. Adapazarı’nda hamile bir Suriyeli kadının tecavüz edilip çocuğuyla birlikte öldürülmesi benzer güdünün burada da olduğunu gösteriyor. Bu saldırıyı gerçekleştiren insanlar psikopat, sadist, ruh hastası tipolojisine sahip insanlar değillerdi. Veyahut Kayseri’de işinde gücünde olan insanların bir anda çığırdan çıkarak komşularının evini yakıp yıkmaya başladığı olayları hatırlayın. Bunun arkasında ırkçılık propagandasının bir sonucu olduğunu görüyorsunuz. O implantı taktıktan sonra artık diğerleri olarak gördüğü insanların katli vacip sayılıyor onlar için.

“Irkçılığı Batı’dan ithal ettik”
Hocam son olarak şunu sormak istiyorum. Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak biraz kendimizi övmeyi severiz. Yani söylemlerimizde bu açıkça fark edilir. Fakat bizim tarihimizde de derler ya “Türklerin ırkçı bir damarı yoktur” diye. Ama tarihe baktığımızda Edirne olayları Yahudilere karşı, 6-7 Eylül olayları İstanbul’daki Rumlara karşı gerçekleşmişti. Tarihte de benzer bazı ırkçı olaylarla karşılaşıyoruz. Böyle bir eğilim varsa ne tür önlemler almakta fayda olabilir?

Kültürümüz, medeniyetimiz ve tarihsel tecrübemize baktığımızda toplumumuzda bu tür eylemlerin ideolojik bir temeli olmadığını görüyoruz. Ama Batılılaşmayla birlikte son 200 yıldır bu tür düşüncelere maruz kaldık ve Batı’dan ülkemize ithal ettik. Batı dünyasından gelen ırkçılığın Türkiye’deki bazı toplumsal olayları tetiklediğini söyleyebiliriz. Ama tarihimizi incelediğimiz zaman kültürümüzün temellerinde böyle bir düşünce dinamiğini göremiyoruz. Cumhuriyet tarihinde hiçbir zaman Batı’daki gibi nasyonal sosyalist, ırkçı partiler Türkiye’de yer edinemedi. İmparatorluk bakiyesi bir toplum olduğumuz için bu tür düşüncelerin Türkiye’de yer bulması kolay değil ama yine de Türkiye’de bazı kesimlerin etkilendiğini görebiliyoruz.

Bugün de görülen bu aşırı sağ düşünce, Batı’dan ithal ettiğimiz bir mesele. Kaynağı dışarıda ama içeride yeşertilmeye çalışılıyor. Bu konuda bilinçlenmek gerekiyor, ırkçılığın ne olup ne olmadığı açık bir şekilde ortaya konmalı. Çünkü toplumumuzun ırkçılığa karşı ilanihaye sürecek bir bağışıklığı yok. Bu sebeple pekâlâ Türkiye’de bu tür düşünce ve eylemler tutabilir. Bunun örneğini de gördük. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura kalmasıyla birlikte Kemal Kılıçdaroğlu’nun Geert Wilders gibi bir siyaset güttüğünü, ellerini masaya vurarak “Gidecekler” diye bağırdığını hatırlıyorsunuzdur. Sosyal demokrat bir parti olduğunu iddia eden CHP’nin genel başkanının bir anda içinden Geert Wilders’ın çıkması, siyasal olarak da orada kazanç bulduğunu gösteriyor. O düşünceye oynayarak Zafer Partisi’nin oylarını almayı planlıyordu çünkü. O iki haftaya baktığımızda Kemal Kılıçdaroğlu’nun dönüştüğü figür, CHP için bir utanç kaynağı olmuştur. Ama bu söylemlerin nasıl tutabileceğini görmüş olduk. Bu elbette buzdağının görünen kısmı. Eskişehir’deki terör saldırısı, Türkiye açısında bir uyanışa vesile olmalı diye düşünüyorum. Aksi takdirde önümüzdeki dönemlerde bu saldırının çok komplike başka sorunlara neden olacağını düşünüyorum. O yüzden hemen şimdi müdahale edilmeli.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...