}
23 May 2025

Enes Hakan Tokyay: “Gazze’deki zulmü görünür kılmak istedim”

Enes Hakan Tokyay’ın “Sadece İsimler Değişiyor (Renamed)” adlı yerleştirmesi, 3. Uluslararası Yeditepe Bienali kapsamında Sirkeci Garı’nda sergileniyor. Bir araya geldiğimiz Tokyay ile Filistin’deki drama ışık tutan enstalasyonu, savaşın sanat dünyasına yansımalarını ve sinema kariyerini konuştuk.

Sirkeci Garı içerisinde konumlanan “Renamed” adlı enstalasyonunuz, Gazze’de savaşın gölgesinde kaybolan hakikati ve bastırılmış kolektif hafızayı görünür kılıyor. 18 Haziran’a kadar ziyaret edilebilecek olan bu sergi nasıl hayata geçti?

Üçüncü Uluslararası Yeditepe Bienali kapsamında, özel olarak Filistin’e odaklanan bir seksiyon oluşturulması önerildiğinde, bu alanda bir enstalasyon üretme fikri doğdu. Uzun bir süre Filistin'de yaşamış biri olarak, orada hissettiklerimi ve tanıklık ettiklerimi izleyicilere yalnızca göstermek değil, onları da bu duygunun içine çekmek istedim. Bu nedenle yalnızca bir tablo ya da tek bir eserle değil; mekâna yayılan, çok katmanlı bir enstalasyonla yanıt vermeyi tercih ettim. Aslında bu enstalasyon bir tür simülasyon gibi kurgulandı. Amacım, gelen ziyaretçilerin sadece bir meseleyi hatırlamaları değil; o atmosferi hissedebilmeleri, duygusal bir bağ kurmalarıydı. Bu nedenle iş hem görsel hem işitsel hem de kavramsal olarak çok katmanlı bir yapı üzerine kuruldu.

Sergiye hazırlık sürecinizden bahseder misiniz?

Hazırlık süreci aslında çok güçlü bir duygusal temelden yola çıktı. Daha önce Filistin, Lübnan gibi savaş bölgelerinde bulunmuş biri olarak, yaşadığım deneyimleri ve hisleri bir simülasyon aracılığıyla izleyiciye aktarmayı amaçladım. Bu enstalasyon sadece bir görsel deneyim değil; aynı zamanda bir hissiyat alanı olsun istedim. Beni en çok etkileyen şey, savaşın sıradan bir evin içine nasıl sızdığıydı. Bu yüzden sıradan bir yaşam alanının içine, hafızamda yer etmiş detayları yerleştirmeye başladım. Ancak burada sadece bireysel bir hikâye anlatmak istemedim. Aksine, bu enstalasyonun amacı; Gazze'deki zulmü, savaşın evlere, sokaklara, hayatlara nasıl işlediğini daha geniş ve sembolik bir düzlemde anlatmaktı. Benim için en çarpıcı olan, Gazze’de insanların yaşam alanlarının giderek daralmasıydı. Sanki koca bir halk bir mağaraya sıkıştırılıyormuş hissi var orada. Bu da beni doğrudan Platon’un Mağara Alegorisi’ne götürdü. Oradan ilhamla kreatif süreci hızla şekillendirdim. Elbette bu sadece bir fikir olarak kalamazdı; çünkü bu tür bir enstalasyon hem teknik hem de sanatsal anlamda çok yönlü bir ekip çalışması gerektiriyordu. Bu noktada hem sanatına hem de zanaatına güvendiğim Erhan Alabaş ve ekibiyle birlikte yola çıktık. Onların katkılarıyla birlikte bu fikri somut bir esere dönüştürdük. Yapım süreci oldukça yoğun geçti, yaklaşık 7-10 gün içinde, bu gördüğünüz enstalasyonu Sirkeci Garı’nda kurmaya hazır hâle getirdik.

“Vicdan sahibi insanlar geleceğe dair umut veriyor”
“Renamed” adlı yerleştirme, mekân ve tarihsel bağlam açısından oldukça anlam yüklü bir alan lokasyonda yer alıyor. Bu mekânın seçimi, eserinizi nasıl dönüştürüyor? Tarihsel bir noktada yer almanın, izleyiciye nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz?

BNL'in mekân seçimlerini çok başarılı buluyorum. Benim eserin adına baktığımızda hem boyutuyla hem de konumuyla eserin tam karşılığını veriyor. Benim için mekânın fonksiyonalitesi de önemliydi. Sadece bir tane eserim için mekânın içten değil, mekânın dışı da çok önemliydi. Onun için bizim için bir tane yaşayan bir ortamın içinde olması çok önemliydi. Çünkü mekân içindeki delik, yani mağaradan dışarı bakış ve hayatı görmek çok önemliydi. Böylelikle Sirkeci Garı'ndaki Marmaray ve istasyon görüntüsünden geçen insanlar her gün istemeyerek benim eserim bir parçası oluyorlar. Ve böylelikle seçimin, mekânın seçimi en önemli mevzusu buradaydı. Eserin Sirkeci Garı gibi tarihî ve estetik değeri yüksek bir mekânda yer alması, izleyici üzerindeki etkiyi çarpıcı biçimde derinleştiriyor. Burası, insanların geçmişle bağ kurduğu, merak ettiği, mimarisiyle büyülendiği bir yer. Tam da bu yüzden, böyle bir mekânda bir yıkıntı görüntüsüyle karşılaşmak, izleyici için beklenmedik ve sarsıcı bir kontrast yaratıyor.

Garın içine adım atan insanlar önce güzellik ve uyumla karşılaşıyor, ardından bir anda savaşın izlerini taşıyan bir enstalasyonun önünde duraklıyorlar…

Bu ani geçiş, onları düşünmeye ve sorgulamaya zorluyor: “Burada ne oluyor? Bu neden burada?” diye sormalarına sebep oluyor. Sonrasında metni okuyor, içeriği kavrıyor ve esere başka bir gözle bakmaya başlıyorlar. Bir yandan etkileyici bir mekânda olmak izleyiciyi cezbediyor, diğer yandan ise bu güzellik içinde bir acı gerçeği fark etmek onları derinden sarsıyor. Aslında bu tam olarak yapmak istediğim şeydi: Estetik ile gerçek arasında bir yüzleşme yaratmak. Bu yüzleşme, bana şunu hatırlatıyor: Ne kadar büyüleyici bir ortamda olursak olalım, eğer vicdanımız bir yerde acıyorsa, orada hiçbir şeyin gerçek anlamda değeri kalmıyor. Ve bu da hâlâ vicdan sahibi insanlar olduğumuzu gösteriyor, bu anlamda umut da veriyor.

“Eserde yer alan duvardaki isimler, Filistin’de şehit düşen sivillerin isimleri”
Bu sergi ile görünür kıldığınız şeyler nelerdir?

Bu sergiyle öncelikle görünür kılmak istediğim şey; yaşananların arkasındaki sistematik şiddet ve bu şiddetin görünmeyen failleri. Eserde yer alan duvardaki isimler, Filistin’de şehit düşen çocukların, kadınların, sivillerin isimleri… Ancak ben sadece bu isimleri değil; bu ölümlere neden olan düzeni, sistematik bastırmayı, propagandanın savaş makinesine nasıl hizmet ettiğini de görünür kılmak istedim. İkinci olarak çok önemli bir boyut daha var: Bu eser iki yönlü bir deneyim sunuyor. Dışarıdan baktığınızda yalnızca bir duvar ve küçük bir açıklık görüyorsunuz. Ancak o açıklıktan içeri baktığınızda, içerideki daralmış, sıkıştırılmış, boğucu alanla yüzleşiyorsunuz. Dışarısı geniş, özgür ve ferah; içerisi ise sesin yankılanıp boğulduğu, hareket alanının yok denecek kadar az olduğu bir boşluk. İşte burada izleyiciye sormak istediğim temel soru şu: Kim burada yaşamak ister? Bu soru aslında serginin kalbi. Çünkü Filistin’deki durumun en çarpıcı yönlerinden biri; insanların yaşam alanlarının her geçen gün daha da daralması.

Bu yalnızca fiziksel bir daralma değil, psikolojik ve toplumsal bir çöküşün de yansıması öyle değil mi?

Elbette. Dolayısıyla bu sergi, sadece bir trajediyi göstermekle kalmıyor; izleyiciyi bu trajedinin içine alarak, onu o dar alanda nefes almaya zorlayarak empatiyi, vicdanı ve yüzleşmeyi tetiklemeyi amaçlıyor. Evet, son olarak şunu da özellikle vurgulamak isterim: Serginin yer aldığı Sirkeci Garı’nda dışarıdan geçen insanları, raylarda yürüyen yolcuları da istemeden eserimin bir parçası hâline getirdim. Bu bilinçli bir metafor aslında. Çünkü savaşın içinde olan biriyseniz, dışarıda hayat her şeye rağmen devam ediyor. İçeride yaşanan acı, dışarının akışını durdurmuyor. Bu da bizi şu gerçekle yüzleştiriyor: Biz dışarıda yaşayanlar, yani bu acının dışında kalanlar, bu durumu sadece izlemekle yetinmemeliyiz. Televizyon başında duyduğumuz üzüntü ya da sosyal medyada paylaştığımız birkaç cümle yeterli değil. Bu farkındalığı diri tutmak, vicdanî tepkimizi sürdürülebilir bir şekilde dönüştürmek zorundayız. Barışçıl eylemler, bilinçli boykotlar, toplumsal hafızayı canlı tutacak etkinlikler… Bunların hepsi birer adım olabilir. Ne yazık ki savaşın ilk günlerinde toplumsal refleks daha güçlüydü; insanlar sokaklara çıktı, seslerini yükseltti. Ama şimdi bakıyoruz, çoğumuzun vicdanında bu mesele ne kadar güncel ne kadar diri kaldı? Ben bu eserle izleyiciye sadece bir acıyı göstermek değil, aynı zamanda bu sorumluluğu da hatırlatmak istedim: Gözümüzü kapatmadan, unutmadan, unutturulmasına izin vermeden yaşamak ve hareket etmek zorundayız.

Eserinizdeki yerleştirme elemanları ve kullanılan materyaller, izleyiciye hangi duyguları ve düşünceleri aktarmayı hedefliyor?

İzleyicinin yalnızca bir şeyi görmesini değil, o duygunun içine girmesini, bir parçanın içinde olduğunu hissetmesini istedim. Bu nedenle yerleştirmeyi kurgularken son derece gerçekçi bir atmosfer yaratmaya özen gösterdim. Malzemelerden kullanılan renklere, duvar dokularından tüplü televizyona kadar her şey, savaşın sıradan bir eve nasıl nüfuz ettiğini gösterecek şekilde düşünüldü. Bu simülasyonun bir illüzyon olduğunu bilsek bile, kullanılan küçük ama etkileyici detaylar, izleyiciyi adım adım o gerçekliğe çekiyor. Nitekim bu etkiyi yaşayanlardan biri, kısa süre önce Gazze’den dönmüş olan bir Türk psikologdu. Sergiyi gezdikten sonra bana, “Kendimi âdeta yaşadığım o evin içindeymiş gibi hissettim” dedi. Gözleri doluydu. Bir diğer örnek ise Amerikalı bir ziyaretçiden geldi. Sergiyi gezmeye geldiğinde, yerleştirmenin içine giremedi. “Biz Amerika’da savaştan çok uzağız. Bu evin içine girmeye hazır değilim,” dedi. Ve içeriye adım atmadan orada durdu. Bu bile aslında yerleştirmenin amacına ulaştığını gösteriyor: Yalnızca izlemekle kalmayıp, iç dünyamızda bir şeylerin sarsılması, yüzleşme hissinin doğması. Bu nedenle seçilen tüm materyaller duvar boyaları, mobilyalar, objeler izleyicinin sadece bir görüntüyle karşılaşmasını değil, fiziksel olarak o alanın parçası olmasını sağlamak için seçildi.

“Mekânı mümkün olduğunca gerçekçi kurguladım”
Gerçeklik ile temsil arasındaki sınırı bulanıklaştırmak, izleyiciyi pasif bir gözlemciden aktif bir tanığa dönüştürmek istemişsiniz bir noktada öyle değil mi?

Evet. Yerleştirmeyi kurgularken hedefim, izleyicinin yalnızca görsel bir deneyim yaşaması değil; bedensel ve duygusal olarak da bu savaşın içine çekilmesiydi. Bu nedenle mekânı mümkün olduğunca gerçekçi kurguladım. Kullanılan her obje eski model tüplü televizyon, kırık duvarlar, tozlu zemin, solgun duvar renkleri savaşın gündelik yaşamı nasıl parçaladığını hissettirecek şekilde seçildi. Ama bununla da yetinmedim. Ses, bu enstalasyonun çok önemli bir parçası. Çünkü sadece böyle bir evde kalmak değil, o evin içinde yaşarken dış dünyadan gelen seslerin de insan üzerinde nasıl bir baskı yarattığını göstermek istedim. Bilinçli olarak bu rahatsızlığı izleyiciye hissettirmek için ses tasarımıyla çalıştım. Dışarıdan gelen patlama, siren, çocuk ağlaması gibi savaş sesleriyle birlikte içeride yerleştirilmiş lazer ışıkları, keskin nişancı tehdidini temsil ediyor. Böylece sadece görsel değil, işitsel olarak da bir baskı oluşturuluyor. Bu ses unsurları, izleyicinin alanla kurduğu ilişkide sürekli bir huzursuzluk ve tetikte olma hâli yaratıyor. Bu detaylar, savaşın soyut bir kavram olmaktan çıkıp izleyicinin bedeninde, kulaklarında, hatta nefesinde hissedilir hâle gelmesini sağlıyor. Yani amaç, savaşın soğuk bir haber değil, yaşanmış bir gerçeklik olduğunu göstermek. Çünkü orada, Gazze’de insanlar tam olarak bu hissin içinde hayatta kalmaya çalışıyor.

Savaşın ve kolektif hafızanın bastırılması gibi konuları işlerken, izleyicinin bu temalarla yüzleşmesini nasıl sağlıyorsunuz?

Bu tür ağır temalarla izleyicinin yüzleşebilmesini sağlamak, aslında onların hafızasına ve algısına dokunmaktan geçiyor. Çünkü hepimizin kolektif bir görsel hafızası var – savaşla ilgili görüntüler, haberlerde ya da sosyal medyada sıkça karşımıza çıkan imgeler: kan, oyuncaklar, yıkıntılar, kişisel eşyalar… Ancak ben tam tersine bu kalıpların dışına çıkan bir yerleştirme yapmak istedim. Birçok izleyici bana gelip, “Bu evde neden çocuk oyuncağı yok? Neden kişisel bir kıyafet, bir iz yok?” diye soruyor. Aslında bu sorular tam da yaratmak istediğim etkiyi gösteriyor. Evet, bu bir ev ama aynı zamanda bir temsiliyet alanı. Bu evde hiçbir kişisel eşya yok. Çünkü burada anlatılan yalnızca bir kişinin hikâyesi değil; bastırılmış kolektif bir travmanın temsili. Yüzleşmeyi sağlayan şey, işte tam bu eksiklik duygusu. Seyirci bir şeyin eksik olduğunu hissediyor ve kendi hafızasında o boşluğu tamamlamaya başlıyor. Böylece artık sadece bir izleyici değil, aynı zamanda kendi belleğiyle de yüzleşen aktif bir katılımcıya dönüşüyor. Duvarda yazan isimler bu noktada çok kritik bir rol üstleniyor. Her biri kaybedilen bir hayatın adı… Ve bu isimlerin sadece bir coğrafyaya ait olmadığını görmek çok etkileyici oluyor. Ukrayna’dan gelen bir ziyaretçi, “Aynısını biz de yaşıyoruz, gerçekten sadece isimler değişiyor” dediğinde aslında bu eserin evrensel acıya nasıl dokunduğunu anlıyorsunuz. Diğer yandan, savaşı birebir yaşamamış ülkelerden gelen izleyicilerin tepkileri de çok çarpıcı. Japonya’dan gelen bir ziyaretçi, “Biz böyle görüntüleri sadece görüyoruz ama hiçbir zaman hissetmedik. Umarım da hiç hissetmeyiz,” dedi. Bu da savaşın görünürlüğü ile hissedilirliği arasındaki mesafeye işaret ediyor – ve bu mesafeyi sanatla kısaltmak belki de hepimizin ortak sorumluluğu.

Eserin, izleyici üzerinde ne tür bir düşünsel veya duygusal etki yaratmasını umuyorsunuz?

Bu eserler vesilesiyle en çok istediğim şey, izleyicinin sadece o anda etkilenmesi değil, o etkilenmenin bir iz bırakması ve devam etmesi. Çünkü burada mesele sadece görmek değil; hatırlamak ve unutmamak. Savaş, zulüm ve adaletsizlik konuları medyada sık sık karşımıza çıkıyor. Ama bazen bu görüntüleri o kadar çok görmeye alışıyoruz ki zihnimiz onları arka plana atıyor, fark etmeden duyarsızlaşıyoruz. Benim hedefim, o anı öyle güçlü bir şekilde inşa etmek ki, izleyici onu içselleştirsin ve o duyguyu sergi salonunun dışına da taşısın. Yani yalnızca savaşta hayatını kaybedenleri düşünmekle kalmasın; onlar için bir şeyler yapma iradesi de oluşsun. Bu bir boykot olabilir, bir barış yürüyüşüne katılmak olabilir ya da başka yaratıcı ve etkili yollarla bu farkındalığı sürdürmek olabilir. Ama burada da bir uyarım var: Bu eylemlerin formu da önemli. Sürekli aynı biçimde yapılan, tekrara düşen protestolar zamanla görsel hafızamızda silikleşebiliyor. O yüzden daha yaratıcı, daha etkili, daha kalıcı yöntemlere ihtiyacımız var. İzleyiciden en çok istediğim şey şu: Sadece o anla kalma. O anı çoğalt. Duygunu eyleme dönüştür. Unutma. Unutturma. Duygusal olarak ise empati duygusunun tetiklenmesini çok önemsiyorum. İzleyici o dar alanda nefes almakta zorlandığında, bir anlığına da olsa o baskının, korkunun, çaresizliğin neye benzediğini hissediyor. İşte tam o anda gerçek bir temas kuruluyor. Bu temasın izleyicide uzun süre kalmasını ve sadece sergi salonunda değil, hayatın içinde de yankılanmasını umuyorum.

“İsmi olanın hikâyesi vardır, ismi silinenin ise sesi kesilir”
“Renamed” adlı yerleştirme, adlandırma ve kimlik kavramlarını da sorguluyor gibi görünüyor. Bu noktada, adlandırmanın hafıza üzerindeki etkilerini ve savaşın kimlikleri nasıl dönüştürdüğünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

“Renamed” aslında tam da bu soruya bir cevap olarak doğdu. Çünkü savaşlarda yalnızca insanlar ölmüyor; kimlikler siliniyor, yerle bir ediliyor. Yer isimleri değişiyor, hafızalar bastırılıyor, tarihler yeniden yazılıyor. Bu sadece fiziksel bir yıkım değil; aynı zamanda kolektif bir hafızanın, bir halkın, bir kültürün kimliğinin silinmesi anlamına geliyor. Adlandırma, insanın kendisini dünyada konumlandırma biçimidir. İsmini kaybeden biri, bir anlamda varlığını da kaybeder. Bu yüzden sergide duvara yazdığım isimler sadece birer anı değil; aynı zamanda bir direniş. Çünkü adları hatırlamak, onları yeniden görünür kılmak demektir. Hafıza, sadece hatırlamakla değil, isimlendirmekle de kurulur. İsmi olanın hikâyesi vardır. İsmi silinenin ise sesi kesilir. Savaş, bu bağlamda sadece can alan değil; kimlikleri yeniden tanımlayan bir süreçtir. Mağdur olanların isimleri unutulurken, fail olanlar kendilerine yeni anlatılar inşa eder. “Renamed” tam da bu çelişkiye işaret ediyor: İsmi değiştirilen sadece yerler değil; gerçekler, kimlikler ve hafızalar da. Ben bu eserle, o “silinen” isimleri geri çağırmak istedim. Çünkü adlandırmak bir eylemdir. Unutturulanı yeniden adlandırmaksa, hafızayı ve adaleti yeniden kurma çabasıdır.

Eserinizdeki “kaybolan hakikat” teması, günümüz dünyasında hala geçerliliğini sürdüren bir konu. Sizce, kolektif hafızanın bastırılması, günümüz toplumlarında hâlâ devam eden bir olgu mu?

Eğer öyleyse, bu durumu nasıl gözlemliyorsunuz? Kesinlikle devam eden bir olgu. Hatta belki de bugün, teknoloji çağında ve bilgiye erişimin bu kadar kolaylaştığı bir dönemde, hakikat çok daha karmaşık yollarla bastırılıyor. Artık sansür, sadece bir bilginin silinmesiyle değil; bilginin fazlalaştırılması, çarpıtılması, dikkat dağıtılması ve duygusal manipülasyonla gerçekleşiyor. Gerçek, yerini versiyonlara bırakıyor. Hakikat çok sesli hâle gelince, neye inanacağımızı, neyi hatırlayacağımızı seçemiyoruz. Bu yüzden kolektif hafıza, yalnızca geçmişi hatırlamakla ilgili değil; bugünün nasıl kurulduğunu da anlamamızı sağlar. Ama bu hafıza sürekli bastırılıyor: isimler değiştiriliyor, şehirler dönüştürülüyor, toplumsal travmalar unutturuluyor ya da romantize ediliyor. Ve en tehlikelisi de şu: unutmak bazen bireyin bir savunma mekanizması olabilir, ama kolektif olarak unutmak, geçmişin tekerrür etmesine neden olur. Ben “Renamed” ile bu bastırılmış hafızaya bir gedik açmak istedim. Bu eser bir hatırlatma olduğu kadar bir sorgulama alanı. Hakikat kaybolduğunda sadece geçmiş değil, bugün de zarar görür. Ve bir halkın hafızası susturulduğunda, kimliği de zamanla silinir. Sanat, işte bu sessizliği delmenin, görünmeyeni görünür kılmanın bir yolu olabilir.

Savaşın etkilerini ve bastırılmış hafızayı sanatla yansıtmanın zorlukları vardır elbette… Bu zorluklarla nasıl başa çıktınız ve izleyiciyi bu derin temalarla yüzleştirirken nasıl bir denge kurmaya çalıştınız?

Bu tür ağır ve insani temaları sanatla anlatmak başlı başına bir sorumluluk. Çünkü savaş yalnızca bir tarihsel olay değil; hâlâ canlı olan, insanlara dokunan, acı veren bir gerçeklik. Sanatçı olarak bunu estetik bir düzleme taşıdığınızda, risk şu: Ya duyguyu fazla estetize edip etkisiz hâle getirmek ya da izleyiciyi tamamen felç edecek kadar karanlık bir alana çekmek. O yüzden en büyük zorluk, ifade ile empati arasında hassas bir denge kurabilmek. “Renamed”de bu dengeyi kurarken kendime şu soruyu sordum: "Ben izleyicinin neyi hissetmesini değil, neyi sorgulamasını istiyorum?" Bu yaklaşım beni görsel şiddetten uzak ama duygusal derinliği yüksek bir dil kurmaya yöneltti. Çünkü ben travmayı estetize etmek istemedim; onun ağırlığını, sessizliğini ve bastırılmışlığını duyurmak istedim. Bu yüzden sergide ne kan var ne kişisel bir dram. Her şey temsilî ama her şey gerçek. Zorluklardan biri de kendi tanıklığım. Filistin’de, Lübnan’da yaşadıklarım birer görüntü değil, deneyimdi. O deneyimi soyutlamadan ama izleyiciyi de duygusal manipülasyona zorlamadan aktarmaya çalışmak ciddi bir iç hesaplaşma gerektirdi. Ayrıca bu eser izleyiciye doğrudan bir duygu yüklemiyor; ona alan tanıyor. İçeri giren kişi, sessizlikte ne hissediyorsa, o onunla kalıyor. Kimi ağlıyor, kimi kaçıyor, kimi sorular sormaya başlıyor. Ben o alanı açmak istedim; yorumla değil, baskıyla değil, bir yüzleşme atmosferiyle. Bu nedenle dengeyi kurarken hep şunu gözetmeye çalıştım: Gerçek acıyı anlatırken, saygıyı ve mesafeyi korumak. Ve belki de en zoru, sanatın hâlâ bir umut taşıyıcısı olabileceğini hatırlatmak.

“Zaman burada doğrusal değil; döngüsel, sarmal ve bastırılmış”
“Renamed” adlı yerleştirmede farklı zaman dilimlerinin ve geçmişin izlerinin izleyiciyle buluşması, eserinizde zamanın kavramsal bir şekilde işlenmesini sağlıyor. Zaman ve hafıza arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz?

Ben zamanla hafızayı birbirinden kopuk iki şey olarak değil, iç içe geçmiş, hatta birbirini şekillendiren yapılar olarak görüyorum. “Renamed” adlı yerleştirmede bunu özellikle vurgulamak istedim: geçmiş sadece geride kalan bir şey değil; hâlâ bugünün içinde soluyan, ses veren, hatta yönlendiren bir varlık. Savaş gibi travmatik olaylar, zamanın akışında donmuş anlar yaratır. Biz bu anları unuttuğumuzu sansak da onlar bilinçaltımızda, kolektif belleğimizde yaşamaya devam eder. Eserde izleyici bir zaman çizgisinde ilerlemiyor; aksine zaman, sıkışmış ve katmanlaşmış bir şekilde mekânın içinde duruyor. Bir yandan geçmişin izlerini taşıyan bir evdeyiz ama o evde savaş hâlâ devam ediyor. Sesler, kırık dökük objeler, yazılar ve duvarlar hem geçmişin tanığı hem bugünün yansıması gibi. Zaman burada doğrusal değil; döngüsel, sarmal ve bastırılmış. Zamanın bu şekilde ele alınması, hafızayı da daha çok bir "yeniden yaşama" hâline getiriyor. İzleyici bir tarihî bilgiye bakmıyor; o anı yeniden hissediyor, geçmişin bugün üzerindeki gölgesini yaşıyor. Çünkü hafıza sadece hatırlamak değil; hissetmek, yeniden üretmek ve bazen de yüzleşmektir. Bu yüzden “Renamed”, zamana sadece bakmaz; zamanın içinde yaşanmış olan acının bugün hâlâ nasıl sürdüğünü hissettirir. Hafızanın bastırılmasına karşı bir direniş alanı kurar. Zaman burada sadece geçip giden değil; iz bırakan, şekil veren bir güçtür.

Savaşın gölgesinde kaybolan hakikate dair eserinizin bir çağrı yapma, farkındalık yaratma amacı taşıdığını düşünüyor musunuz?

Evet, bu eser açık bir çağrı. Ama bu, yüksek sesle bağıran bir çağrı değil; sessizliği dinlemeye davet eden bir çağrı. “Renamed” ile görünmeyeni görünür kılmak, bastırılanı hatırlatmak ve unutturulmak istenene karşı kolektif bir hafıza alanı yaratmak istedim. Çünkü hakikat sadece gözle görülmez; bazen onu duymak, hissetmek, onunla yüzleşmek gerekir. Savaş ortamında en önce kaybolan şey hakikattir. Gerçek, propaganda ile gölgelenir; isimler değişir, kimlikler silinir, anlatılar manipüle edilir. Bu eser, tüm bu bastırma mekanizmalarına karşı bir hafıza direnişidir. Ama sadece geçmişe dönük bir ağıt değil bu; bugüne ve geleceğe dönük bir sorumluluk çağrısı da. Farkındalık yaratmak elbette bir hedef ama bu farkındalığın sadece duygusal bir sarsıntı olarak kalmasını değil, düşünsel ve ahlaki bir harekete dönüşmesini istiyorum. Bu yüzden “Renamed”, sadece bir sergi değil. Aynı zamanda izleyiciye yöneltilmiş bir soru: "Hakikatin susturulduğu bir dünyada, sen hangi sesi duyuyorsun?"

Eserinizin toplumsal bir mesaj verme gücü var mı?

Bu soruyu size sormak isterim aslında. Ama bence, evet! “Renamed” kesinlikle toplumsal bir mesaj taşıyor hem de sadece taşıyan değil, taşıdığı mesajı biçim olarak da kuran bir eser. Sessizlikle konuşuyor, boşlukla anlatıyor, görünmeyenle yüzleştiriyor. En etkileyici yanı şu bence: Bu eser ne bağırıyor ne didaktik bir dille bir şey anlatıyor. Ama tam da bu sessizliğiyle, izleyiciye boşlukları doldurma, kendi vicdanıyla yüzleşme ve sorumluluk alma imkânı veriyor. Bu, sanatın nadir başarabileceği şeylerden biri: izleyicinin içine bir soru bırakmak. Ve o soru orada kalıyor. Birçok eser gerçeği anlatır. Ama Renamed, unutturulmuş gerçeğin izini sürüyor. Sadece ne olduğunu değil, neden unutulduğunu da sorguluyor. Ve bu sorgulama alanı, sadece sanatsal değil, aynı zamanda etik bir eylem. Yani özetle: Evet, bu eser bir toplum aynası. Ama bu aynaya sadece bakmıyoruz. Aynı anda içimize de bakıyoruz. İşte bu yüzden bence toplumsal mesajı sadece var değil sarsıcı ve kalıcı.

Serginizde izleyicinin anlam dünyasını nasıl şekillendirmeyi amaçlıyorsunuz?

Aslında izleyicinin anlam dünyasını doğrudan şekillendirmek gibi bir iddiam yok. Tam tersine, ona açık uçlu bir alan sunmak istiyorum. Çünkü bana göre sanatın en güçlü yanı; izleyiciyi tek bir bakış açısına mahkûm etmeden, onun kendi düşünsel ve duygusal yollarını keşfetmesine alan tanımasıdır. Sergide kurduğum atmosfer mekânın darlığı, sessizlik, duvarlardaki isimler, ses tasarımı izleyiciye bir anlatı sunmaktan çok, onu belli bir ruh hâline sokmayı hedefliyor. O ruh hâliyle birlikte her birey, kendi hafızasıyla, kendi vicdanıyla ve geçmişten bugüne taşıdığı anlamlarla baş başa kalıyor. Bazıları için bu bir travmayı tetikleyebilir. Bazıları içinse ilk kez empati kurdukları bir deneyime dönüşebilir. Önemli olan, izleyicinin dışarıdan izleyen değil; içeriye dâhil olan, hatta “orada olsaydım ne hissederdim” sorusuyla kendi iç yolculuğuna başlayan biri hâline gelmesi. Dolayısıyla bu sergi, anlamı “vermek” değil, “çağırmak” istiyor. İzleyicinin anlam dünyasında bir boşluk yaratmak ve o boşluğu onun kendi sesiyle doldurmasına alan açmak. Çünkü her hakikat, kişisel bir yüzleşmeyle başlar.

“Eserin adının da işaret ettiği gibi, sadece isimler değişiyor”
“Renamed” üzerinden izleyicinin, geçmiş ve hafızayı yeniden düşünmesini nasıl sağlamak istiyorsunuz?

“Renamed” tam olarak bu sorunun içinde doğdu diyebilirim. Çünkü geçmiş dediğimiz şey, sadece yaşanmış bir zaman değil; bugün nasıl düşündüğümüzü, nasıl davrandığımızı ve nasıl unuttuğumuzu belirleyen bir yapı. Hafıza ise sadece hatırlamakla değil, nasıl hatırladığımızla ilgilidir. Bu eserle izleyiciyi tam da bu noktada durdurmak istiyorum: Bildiğini sandığı geçmişe yeniden, başka bir gözle bakmaya davet etmek. Yerleştirme içerisinde ne bir kişisel dram ne de ajite edici imgeler var. Ama duvarlardaki isimler, seslerin yarattığı boğucu atmosfer ve içerideki daralmış mekân, izleyicinin kendi belleğiyle temas kurmasını sağlıyor. O anlarda izleyici artık sadece bir sanat eserine bakmıyor; geçmişle, bastırılmış hakikatle ve unutturulmuş olanla yüzleşiyor. Ayrıca bu yüzleşme tek bir coğrafyaya ya da zamana ait değil. Çünkü bu sorular evrensel: Kim hatırlanır, kim unutulur? Hangi isimler kalır, hangileri silinir? Eserin adının da işaret ettiği gibi, sadece isimler değişiyor. Acılar, adaletsizlikler, yıkımlar aynı kalıyor. İzleyiciden tek bir düşünce beklemiyorum. Ama şunu umuyorum: Eserin içinden çıktıktan sonra geçmiş artık sadece geçmiş gibi görünmesin. Bir yük, bir iz, bir sorumluluk gibi hissedilsin. Çünkü hafızayı canlı tutmak, sadece hatırlamak değil; yeniden düşünmek, yeniden konum almak demektir.

“İsimler değişse de hikâyelerin hep aynı” olduğu tezini savunuyorsunuz. Bunu biraz açmanız gerekirse…

Evet, bu cümle aslında “Renamed” yerleştirmesinin çıkış noktası. Çünkü savaşlar, yıkımlar, zorbalıklar, acılar – ne yazık ki zaman ve coğrafya fark etmeksizin kendini tekrar eden yapılar. Her dönemde, her coğrafyada başka bir isimle, başka bir yüzle karşımıza çıkıyorlar. Ama hikâye hep tanıdık: birileri susuyor, birileri konuşamıyor, birileri yerinden ediliyor, birileri unutuluyor. Bu yüzden yerleştirmenin duvarında yer alan isimler yalnızca Gazze’deki çocuklara ait değil. Onlar; Bosna’nın, Halep’in, Grozni’nin, Hiroşima’nın, Ukrayna’nın, Latin Amerika’nın da sessiz tanıkları. Adlar farklı, tarih farklı, ama yaşanan travma neredeyse birebir. Ben bu eserde kişisel hikâyeleri değil, ortak bir insanlık yarasını görünür kılmak istedim. Çünkü eğer sadece belirli isimleri konuşur, sadece belli hikâyelere üzülürsek o zaman gerçek bir yüzleşme değil; seçici bir duyarlılık üretmiş oluruz. Ve bu seçicilik, bizi asıl sorumluluktan uzaklaştırır. Çünkü mesele kimliğin değil, insaniyetin meselesidir. Adaletin, vicdanın evrensel bir zeminde savunulması gerekir. Dolayısıyla “İsimler değişiyor ama hikâyeler aynı” demek; unutmamak, unutturmamak ve hafızayı sadece bir yerin değil, tüm insanlığın sorumluluğu olarak görmek demektir.

Sergiyi bir kenara bırakıp kişisel kariyerinizi de konuşmak isterim. Sinema projeleri genellikle uzun soluklu, geniş bir anlatıya sahipken, reklamlar kısa sürede bir mesaj iletmeye çalışır. Siz her iki alanda da aynı yaratıcı enerjiyi ve derinliği nasıl sağlıyorsunuz?

Bu iki alan arasında biçimsel farklar olsa da özünde aynı yaratıcı sorumluluğu taşıyorlar: İzleyiciyle güçlü bir bağ kurmak. Sinema bana geniş bir anlatı alanı sunuyor; karakter inşa etmek, ritmi zamana yaymak, düşünsel katmanlar oluşturmak mümkün. Reklam ise zamanın en yoğun hâli… Saniyelere sıkışmış bir hikâye anlatımı. Bu zorluk aynı zamanda çok ilham verici. Her iki alanda da en önemli şey, özün peşinden gitmek. Sinemada da reklamlarda da önce şu soruyu soruyorum: "Ne anlatmak istiyorum ve bu neden önemli?" Bu sorunun cevabını bulduğum anda, biçim ne kadar farklı olursa olsun, yaratıcı enerji oradan doğuyor. Reklamda sınırlı sürede etki yaratmak, sinemadaki uzun anlatılara göre daha yoğun bir sezgi ve sembol dili gerektiriyor. Bu yüzden reklam projelerinde de sinematografik bir bakış açısı, atmosfer kurma becerisi ve duygusal yoğunluk yaratma refleksi çok önemli. Orada da küçük bir anın, büyük bir anlam taşımasını sağlamak istiyorum. Yaratıcı derinliği her iki alanda da sağlamak için disiplinler arası bir düşünceyle çalışıyorum. Sinemadan reklamcılığa geçerken görsel şiirselliği kaybetmemeye, reklamdan sinemaya geçerken de ritmik kurgunun faydasını unutmamaya özen gösteriyorum. Kısacası: Süre değişse de samimiyet, sezgi ve anlatı tutkusu değişmiyor. Bu iki alan arasındaki simbiyotik ilişkiyi en iyi yansıttığını düşündüğüm örneklerden biri, 3. Yeditepe Bienali için hazırladığımız tanıtım filmidir.

Bu enstalasyonda hem reklam filmi disipliniyle hareket edip hem de sinemasal anlatım olanaklarını derinlemesine kullandığınızı da görüyorum. Yanılıyor muyum?

Doğru. Film yalnızca bir tanıtım aracı olmakla kalmadı; aynı zamanda bienalin kavramsal temalarına dair metaforik bir anlatı kurdu. Görüntü diliyle, atmosferiyle, kurgusuyla izleyiciye sadece bilgi vermek değil; bir his yaşatmak, düşünsel bir bağ kurmak hedeflendi. Bu da reklamın işlevselliği ile sanatın şiirselliği arasında samimi ve ciddiyet taşıyan bir denge kurmamızı sağladı. Bu tarz projelerde, sinemanın duygu kurma gücüyle reklamın etkili mesaj iletimini bir araya getirmenin yaratıcı anlamda çok zenginleştirici olduğunu düşünüyorum. Özellikle metafor kullanımı ve görsel anlatım biçimleri, her iki dünyanın birbirini beslemesini mümkün kılıyor. Dolayısıyla bu alanları birbirinden ayrı değil, simbiyotik bir yapının parçaları olarak görüyorum. Ve bu yaklaşım, izleyiciyle daha derin, daha etkili bir bağ kurmamı sağlıyor. Sinema ve reklamcılığın her ikisi de izleyiciye hitap etmeye yönelik olsa da hedef kitle ve mesaj açısından farklı dinamikler taşıyor.

“Reklamda izleyiciyle göz göze gelmek gerekir; sinemada ise kalp kalbe”
Sinema ve reklamcılığın her ikisi de izleyiciye hitap etmeye yönelik olsa da hedef kitle ve mesaj açısından farklı dinamikler taşıyor. Sinema ile reklamda izleyiciyi etkileme biçiminiz arasında ne gibi farklar var?

Kesinlikle çok farklı dinamikler söz konusu. Reklamda genellikle önceden tanımlanmış, ölçülebilir bir hedef kitle vardır; mesaj kısa, net ve güçlü olmalı, belirli bir davranış ya da algı değişimi hedeflenir. Sinemada ise izleyiciye daha açık uçlu, düşünsel ve duygusal olarak derinleşebileceği bir alan sunulur. Buradaki amaç sadece bir mesaj iletmek değil; bir yolculuk başlatmak, sorular bırakmak, belki de hiç çözülmeyecek hisler uyandırmaktır. Reklamda izleyiciyi etkilemek için yoğun bir dikkat ekonomisi içinde çalışırsınız. İlk saniyelerde etkilemeli, duygusal ya da görsel bir çarpıcılıkla bağ kurmalısınız. Bu yüzden reklamda daha hızlı, daha doğrudan ama aynı zamanda yaratıcı bir sezgi gerekir. Sinemada ise izleyiciyle güvenli ve daha sabırlı bir ilişki kurarsınız. Zamanla inşa edilen atmosfer, karakter gelişimi ve metaforik anlatım izleyicinin derin bağ kurmasını sağlar. Ben her iki alanda da izleyiciye “saygı” kavramını merkezde tutuyorum. Reklamda da sinemada da izleyiciyi küçümsemeyen, onun zekâsına, hafızasına ve duygularına güvenen işler üretmeye gayret ediyorum. Her iki türde de samimiyet, beni izleyiciyle buluşturan en önemli unsur. Kısacası, reklamda izleyiciyle göz göze gelmek gerekir; sinemada ise kalp kalbe. Ama her ikisi de bir "hikâye" ile başlar. Fark, o hikâyeyi anlatma süresinde ve sorumluluğun biçiminde ortaya çıkar.

Dijital medyanın ve sosyal medyanın yükselişi hem sinema hem de reklamcılık dünyasında büyük değişimlere yol açtı. Bu dijital dönüşüm süreci sizin işlerinizi nasıl etkiledi?

Dijitalleşme sadece teknik bir dönüşüm değil; aynı zamanda düşünme, anlatma ve ilişki kurma biçimimizi kökten değiştiren bir süreç. Bu dönüşüm benim işlerime hem yaratıcı hem de stratejik anlamda büyük etkiler yaptı. Artık yalnızca bir hikâye anlatmak değil, o hikâyeyi hangi mecrada, hangi hızda, hangi etkileşim biçimiyle anlatacağımızı da düşünmemiz gerekiyor. Özellikle sosyal medya, anlatının zamansallığını ve dikkat ekonomisini yeniden tanımladı. Bu, reklam projelerinde beni daha yoğun, daha özlü ama aynı zamanda daha yaratıcı çözümler üretmeye yöneltti. Artık tek bir versiyon değil, farklı sürelerde, farklı platformlara özel kurgu ve ritimle çok katmanlı işler tasarlamak gerekiyor. Sinema alanında ise dijital medya izleyiciyle ilişkiyi demokratikleştirdi diyebilirim. Artık sadece salonlarda değil, dijital platformlarda da var olabilecek alternatif anlatı biçimlerini düşünmek zorundayız. Klasik sinema diliyle değil, izleyicinin çoklu ekranlı, parçalı dikkat yapısını da hesaba katarak üretim yapmak gerekiyor. Bu beni hem teknik olarak esnek olmaya hem de anlatılarımda daha çağdaş düşünmeye yöneltti. Ayrıca dijital medya bana yeni bir özgürlük alanı da sundu: üretimden dağıtıma kadar daha bağımsız hareket edebilme, hedef kitleyle doğrudan ilişki kurabilme ve geri bildirimi anlık alabilme fırsatı. Bu, özellikle sosyal ya da sanatsal söylemi olan işler için çok kıymetli bir araç. Dijital dönüşüm elbette zorluklar da getirdi; ama aynı zamanda yaratıcılığın alanını genişletti. Ben bu değişimi tehdit olarak değil, dönüştürücü bir fırsat olarak görüyorum. Ve bu dönüşümle birlikte hem sinema hem reklam alanında daha melez, daha cesur anlatılar kurma imkânı bulduğumu düşünüyorum.

Gelecek için dijital platformlarda yaratıcı işlerinizi nasıl konumlandırıyorsunuz?

Dijital platformlar artık sadece alternatif mecralar değil; yaratıcı üretimin ana sahnelerinden biri hâline geldi. Ben de işlerimi bu yeni sahnede hem içerik hem de biçim olarak yeniden konumlandırmaya çalışıyorum. Gelecekteki yaratıcı işlerimi sadece izlenen değil, katılım çağıran, izleyiciyle etkileşim kuran, düşünsel ve duygusal katmanları olan işler olarak hayal ediyorum. Sinema diliyle düşünen ama dijital dünyanın hızına ve yapısına duyarlı işler üretmek önceliğim. Belki bir kısa film, bir mini belgesel ya da bir deneysel yerleştirme… Ama hepsi dijitalin sunduğu dağıtım ve erişim gücünü gözeterek tasarlanmalı. Özellikle kısa formatlar, çoklu ekran deneyimleri ve izleyiciyle birebir etkileşim kuran işler üzerinde yoğunlaşıyorum. Ayrıca dijital platformlarda içerik üretmek, bana hikâyeyi sadece anlatmak değil; paylaşmak, çoğaltmak, tartışmaya açmak imkânı sunuyor. Bu da üretim motivasyonumu çok besliyor. Gelecekte, daha fazla bellek, empati ve hakikat temalı projeyi bu alanlara taşımak istiyorum. Dijital dünya, bana göre yalnızca bir mecra değil; aynı zamanda yeni bir anlatı kültürü. Bu kültürün içinde yer almak, onu sadece tüketmek değil, ona içeriden katkı sunmak istiyorum. Yani mesele sadece dijitalde “var olmak” değil, dijital olanı yeniden tanımlamak.

“Her zorluk, sizi daha net, daha özgün ve daha sabırlı bir yaratıcıya dönüştürüyor”
Hem sinema hem de reklam dünyasında yaratıcı bir profesyonel olarak en çok karşılaştığınız zorluklar nelerdir?

Her iki dünyada da ortak olan en büyük zorluk, yaratıcılıkla zaman ve bütçe kısıtları arasındaki dengeyi kurmak. Yaratıcı bir fikir zaman ister, düşünsel derinlik ister. Ama özellikle reklam alanında bu fikirleri çoğu zaman çok kısa sürede üretmeniz, uygulamanız ve ölçülebilir sonuçlarla karşılık vermeniz beklenir. Sinemada ise zorluklar daha çok üretim süreçlerinin uzunluğu, finansman bulma ve bağımsızlığınızı koruma üzerine yoğunlaşır. Bir diğer önemli zorluk da beklentiyle vizyon arasındaki çatışmadır. Reklamda bazen markanın güvenli alanda kalma arzusu ile yaratıcı risk alma isteği arasında kalırsınız. Sinemada ise çoğu zaman anlatmak istediğiniz hikâyenin sektörel kalıplara uymadığı gerekçesiyle destek bulmakta zorlanırsınız. Ayrıca hem reklam hem sinema, çok sayıda insanla birlikte üretilen alanlar. Bu da iletişimi, ekip yönetimini ve ortak bir yaratıcı dili sürekli olarak yeniden kurmayı gerektiriyor. Bir fikri korumak ile onu kolektif sürece açmak arasında ince bir çizgi var. Bu çizgiyi iyi yönetmek, yaratıcı sürecin en kırılgan noktalarından biri. Benim için bu zorluklarla baş etmenin yolu, özle bağlantıyı kaybetmemekten geçiyor. Neyi neden anlattığımı, o işin hangi soruya yanıt verdiğini içimde netleştirdiğimde, bu tür dışsal baskılarla daha sağlam bir şekilde başa çıkabiliyorum. Ve en önemlisi: her zorluk, sizi daha net, daha özgün ve daha sabırlı bir yaratıcıya dönüştürüyor.

Bu zorlukları aşarken sizi tatmin eden veya motive eden şeyler neler?

Beni en çok motive eden şey, bir fikrin karşılık bulduğu o an. Bir izleyicinin gözünde beliren duygu, bir markanın anlatısının samimi bir bağ kurması ya da bir sahnenin kurgu masasında tam olarak “olduğu” hâliyle oturması… Bunlar tarif edilmesi zor ama çok güçlü anlar. Çünkü o anda bütün yorgunluk, belirsizlik ve mücadele anlam kazanıyor. Zorluklarla karşılaştığımda beni en çok ayakta tutan şeylerden biri de fikrime olan inancım. Eğer anlatmak istediğim şey gerçekten içimden gelen, samimi ve sahici bir mesele ise, onun arkasında durmak daha kolay oluyor. Karşıma çıkan engeller, bu inancı daha da netleştiriyor aslında. Ayrıca üretimin kolektif doğası da çok besleyici. İyi bir ekiple, aynı yaratıcı dili konuşabildiğiniz insanlarla çalışmak büyük bir moral kaynağı. Özellikle sinema ve reklam gibi çok paydaşlı alanlarda birlikte üretmenin, birlikte düşünmenin gücüne inanıyorum. Ve son olarak, izleyiciyle kurulan bağ. Birinin sizin işinizle empati kurması, kendini sorgulaması, duygulanması ya da ilham alması… Sanatın veya görsel anlatımın dönüştürücü gücünü görmek, benim için en kalıcı motivasyon. Çünkü sonuçta bütün bu çabanın amacı bir iz bırakmak — hem insanlarda hem zamanın içinde.

Bir sanatçının yolculuğundaki en kritik aşama sizce nedir?

İş bittikten sonraki süreçtir. Sadece bir eseri üretmek değil; onu tamamladıktan sonra izleyiciyle, seyirciyle buluşmasını izlemek, o karşılaşmanın etkisini duyumsamak çok derin ve öğretici bir deneyim. Burada sadece dağıtım ya da sergileme sürecinden bahsetmiyorum. Eseri seyirciye teslim ettikten sonra geri çekilip onun yankılarına kulak vermek, belki de bir sanatçının en çok büyüdüğü andır. Çünkü sanat, sadece sizin ne anlattığınızla değil; başkalarında ne uyandırdığıyla da tamamlanır. Ve bu farklar, bu kaymalar, bu beklenmedik okumalar size yeni bir tecrübe kazandırır. Bu yüzden her eser, sanatçının kendisiyle yeniden karşılaşma alanıdır. Benim için asıl üretim, bu ikinci karşılaşmada başlar. Bir sonraki işe taşınan farkındalık, orada kurulan sessiz diyalog, sizi dönüştürür. Ayrıca bir sanatçı için hiçbir eser aslında tam anlamıyla “bitmiş” değildir. İçinizde hep bir şeyleri düzeltme, değiştirme, yeniden kurma arzusu kalır. Ama bir noktada, o eseri elinizden bırakmak, onu zamana ve izleyiciye teslim etmek zorunda kalırsınız. O noktada eser artık size ait olmaktan çıkar. Belki de en sade hâliyle şöyle diyebilirim: Bir sanatçı için bir eser bitmez; sadece elinden alınır. Ve bence iyi bir sanatçı, bu teslimiyet anını bir yenilgi değil, bir öğrenme alanı olarak görendir. Çünkü her karşılaşma, bir sonrakine daha sahici, daha derin ve daha açık bir şekilde hazırlanma fırsatıdır.

Bundan sonraki projeleriniz hakkında bilgi verebilir misiniz?

Şu anda “Unlimited Love” adlı bir eserim post prodüksiyon aşamasında, bitmek üzere. Görsel dili ve teması itibariyle benim için özel bir proje oldu. Onun hemen ardından uzun metrajlı bir sinema filmine hazırlanıyoruz. Senaryo sürecini tamamladım, şu an yapım ve planlama aşamasındayız. Umarım en kısa sürede çekim sürecini başlatıp, ardından post-prodüksiyona geçeceğiz. Aynı zamanda reklam filmleri üretmeye de devam ediyorum. Aslında bu alandaki çalışmalarımın sinema tarafındaki yaratıcı sürece ciddi anlamda katkı verdiğini düşünüyorum. Reklam, bana her defasında yoğunlukla düşünmeyi, özü yakalamayı ve farklı görsel diller denemeyi öğretiyor. Bu dinamizm, uzun soluklu projelerime de ilham veriyor. Dolayısıyla hem sanatsal hem de ticari üretimi bir arada yürütmek, benim için sadece bir zorunluluk değil; yaratıcı beslenmenin çok yönlü bir parçası. Önümüzdeki süreçte hem bağımsız projeler hem de yaratıcı iş birlikleriyle üretmeye devam etmeyi planlıyorum.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...