Şu anda sahnelenmekte olan “Miss Turkey” oyunundaki tek kişilik performansınız oldukça çarpıcıydı. Gerek konusuyla gerekse bir zihin akışı hâlinde gerçekleşen ani duygu değişimlerini bize çok gerçekçi bir biçimde yansıtmanızdan dolayı izlerken fazlasıyla etkilendik. Karakterle nasıl tanıştınız, bu hikâye nasıl başladı?
Karakterle tanışmam aslında proje tasarımcısı ve uygulayıcı yapımcı Mustafa İri’nin projeyi bana getirmesiyle başladı. Oyununda karakterlerin çeşitliliği hemen dikkatimi çekti. İncelemelerim sırasında hikâyenin derinliği, özellikle de zihin akışı şeklinde ilerleyen yapısı ve karakterimin duygu değişimlerini ele alış biçimi beni oldukça etkiledi. Bu süreçte, karakterin iç dünyasına girmeye başladıkça bu projede yer almayı gerçekten istedim.
Projeye olan inancımı pekiştiren en önemli unsurlardan biri de yönetmen olarak Nihat Alpteki’nin varlığıydı. Yıllar önce, Şehir Tiyatroları’nda “Kargaşa” adlı oyunda birlikte çalışmıştık; o zaman kendisi yardımcı yönetmendi. O dönemden beri çalışma anlayışlarımızın ve vizyonlarımızın uyuştuğunu biliyordum. Ayrıca ikimizin de Kadir Has Üniversitesi’nde yüksek lisans yapmış olması da ortak bir payda yarattı. Dolayısıyla Nihat Alpteki ile bu kez bir yönetmen olarak çalışmanın çok verimli geçeceğine emin oldum.
Bunların yanında, tek kişilik bir oyunda birden fazla karakteri canlandırma fikri de benim için çok ilgi çekiciydi. Kariyerimde, bir oyuncu olarak bu tarz bir meydan okumayı deneyimlemek istediğimi fark ettim. Tüm bu etkenler, “Miss Turkey” projesinde yer alma kararımı şekillendirdi.
“Sahnede tamamen oynadığım karakterim”
“Miss Turkey”, tek kişilik bir performans ve karakterin çoğunlukla iç mücadelesine tanık oluyoruz. Siz oynadığınız bu karakterin dünyasına nasıl giriyorsunuz? Karakterin zihin akışı içinde kaybolmuyor musunuz?
“Miss Turkey”de gördüğüm en ilginç şeylerden biri, aslında herkesin tek başınayken de çok kişi olduğu gerçeği. Bu yüzden tek kişilik bir performans sergilerken bile -kendi hayatlarımızda olduğu gibi- içimizde oldukça kalabalık olabiliyoruz. Oynadığım karakter de kendi iç dünyasında, zaman zaman kendisinin farklı hâllerini, sanki farklı karakterlermiş gibi yaşıyor. Bu durum, metnin sunduğu yapıdan çok, Nihat Alptekin’in rejisi ve benim oyunculuk tercihlerimle şekillendi.
Metinden gelen diğer karakterler ise oynadığım kadından tamamen bağımsız. Kadının farklı hâllerini oynarken, onların birbirleriyle benzeşmelerini ve çatışmalarını sahnede özellikle vurgulamak benim için çok keyifli bir süreç. Karakterin zihin akışı içinde kaybolmuyorum. Çünkü o anda, o karakterin içinde, onun hâlindeyim. Oyun sırasında Ece’yi geride bırakıyorum. Kendimde olduğumda ne kadar kayboluyorsam, karakterin içinde de ancak o kadar kayboluyorum ama bu, tam anlamıyla bir kaybolma değil. O anda sahnede tamamen oynadığım karakterim.
“Aile içinde çözülmemiş sorunlar toplumda da devam eder”
Oyun aslında bir kadının, aldatılma hikâyesini anlatmasıyla başlıyor. Ama bu hikâyenin ötesinde kadınların duygu dünyasının nasıl istismar edildiğine, yaşamları boyunca maruz kaldıkları psikolojik-fiziksel-cinsel şiddetin boyutlarına, etraflarında şahit oldukları acılara, kavgalarına ve özgürleşme çabalarına da şahit olduk. Bir kadın sanatkâr olarak hepimizin yaşadığı, gördüğü, tanık olduğu ama maalesef ki toplumun normalize ettiği bu olgular üzerine neler söylemek istersiniz?
Öncelikle bu soru, oyunda anlatmak istediğimiz şeyleri doğru şekilde yansıttığımızı gösteriyor. Bu beni çok mutlu etti. Bu hem oyunun hem de mesajlarımızın izleyiciye ulaştığını gösteriyor ki bunu bir başarı olarak kabul ediyorum. Ayrıca oyunumuzu bu kadar dikkatle izlediğiniz için de teşekkür ederim.
Kadınların maruz kaldığı psikolojik, fiziksel ve cinsel şiddetin boyutları, toplumun ne yazık ki normalleştirdiği olgular arasında. Dünya tarihine baktığımızda, insanlık olarak bile çok kısa bir süredir belirli haklara sahibiz. Kadınların toplum içinde eşit bir birey olarak varlık göstermesi, oy kullanabilmesi, haklarını savunabilmesi gibi konular, bir insan ömründen bile kısa süre önce kazanılmış haklar.
Örneğin, İsviçre gibi gelişmiş bir ülke bile kadınlara oy hakkını ancak 1971’de verdi. Liechtenstein’da ise bu hak 1984 yılında kazanıldı. Amerika Birleşik Devletleri’nde kadınlar 1920’de oy hakkına kavuştu ancak siyah kadınların eşit haklara erişimi için 1960’lara kadar mücadele edilmesi gerekti. Türkiye’de ise kadınlar 1934 yılında bu hakka kavuştu ki bu, pek çok Batı ülkesinden önce gerçekleşmiş olsa da hâlâ kadınların toplumsal alanda maruz kaldıkları eşitsizlikler ve şiddet üzerine çalışılması gerektiğini unutmamalıyız. Bu bağlamda toplumun kadın hakları konusundaki ilerlemesi, kısa sürede kat edilen yola bakınca umut verici görünse de hâlâ gidilecek çok yolumuz olduğunu biliyoruz.
Oyunun kadın özelinde bir hikâye anlatması nedeniyle burada kadın hakları üzerine yoğunlaşıyorum ama bu sadece kadınlarla sınırlı bir mesele değil. Hayvan hakları, doğanın istismarı gibi birçok konuda da toplumun farkındalığını artırması gerekiyor. Oyunda bahsettiğim bazı sahneler –sürprizi bozmak istemediğim için ayrıntı vermiyorum– bu konuları da ele alıyor.
Tüm bu meselelerin, toplumun en küçük birimi olan aileden başlayarak ele alınması gerektiğine inanıyorum. Aile içinde çözülmemiş sorunlar toplumda da devam eder. Bu nedenle bu oyunda yer almak hem bir sanatçı hem de bir kadın olarak bu konularda farkındalık yaratmaya katkıda bulunmak benim için büyük bir mutluluk. Çünkü toplumun normalleştirdiği bu olgular üzerine daha çok konuşulması ve çalışılması gerektiğine inanıyorum.
“Oynadığım karakter, bireysel bir hikâye üzerinden toplumun kadına biçtiği rolleri sorgulatıyor”
Sahne dekoru, kostümler hepsi çok sadeydi ama hepsi oyuna sembolik açıdan da hizmet eden unsurlardan oluşuyordu. Bavul, beyaz elbise ve kırmızı kurdele (gelinlik kuşağı ile bağımsızlığını ilan ettiği “Miss Turkey” flaması) … Hikâyenin gösterilen ve gösterilmeyen alanlarıyla birlikte, oynadığınız karakter bize nasıl bir kesit sundu?
İzlediğiniz ve bu detaylara dikkat ettiğiniz için teşekkür ederim. Oyunun sahne tasarımı, kostümleri ve kullanılan semboller, hikâyenin hem duygusal hem de düşünsel boyutunu desteklemek için bilinçli olarak sade tutuldu. Sadelik, izleyicinin dikkatini karakterin iç mücadelesine, duygu dünyasına ve hikâyenin özüne odaklamayı sağladı.
Bavul, beyaz elbise, kırmızı kurdele gibi unsurlar aslında karakterin iç dünyasını, toplumdaki kadınlık algısını ve bireysel özgürlük mücadelesini temsil eden güçlü semboller. Örneğin, beyaz elbise masumiyeti ve saflığı çağrıştırırken; kırmızı kurdele gelinlik kuşağının, toplumun kadına yüklediği geleneksel rollerin ve dayatmaların bir göstergesi. Miss Turkey flamasıyla bu kurdeleleri bağladığımızda ise bireyin kendi kimliğini yeniden tanımlama ve bağımsızlığını ilan etme çabası ortaya çıkıyor.
Oynadığım karakter, aslında bireysel bir hikâye üzerinden toplumun kadına biçtiği rolleri sorgulatıyor. Gösterilen alanlar kadar gösterilmeyen, izleyicinin hayal gücüne bırakılan alanlar da bu sorgulamayı derinleştiren bir yapıya sahip. Bu nedenle karakter, sadece bir bireyin mücadelesini değil, aynı zamanda toplumsal bir kesiti, kadınların ortak deneyimlerini ve özgürleşme çabalarını sunuyor.
Bunun yanı sıra bu hikâye sadece bizim ülkemizde değil, dünya standartlarında bile kadınlara çocukluktan itibaren biçilen rollerin ve görevlerin eleştirisini de içeriyor. Hepimizin çocukken dinlediği masallar ve hikâyeler, kadınların hangi rollere sıkıştırılması gerektiğini belirlemeye çok küçük yaşlardan itibaren başlıyor. Masallarda dayatılan bu kalıplar, kadınların hayatlarındaki görev tanımlarını, sınırlarını ve toplumdaki yerlerini şekillendiren önemli araçlar hâline geliyor. Metnin bu durumu eleştiren bir tarafı olması da benim için çok kıymetliydi. Çünkü oyun, bu sınırlayıcı rollerin ve dayatmaların kaynağını ve etkisini sorgulayarak, aslında daha derin bir farkındalık yaratıyor.
Bu semboller ve minimal tasarım, karakterin hikâyesini anlatırken izleyicinin kendi hayatına da ayna tutmasına olanak sağlıyor. Sade ama çok katmanlı bir anlatımla hem kişisel hem de toplumsal bir farkındalık yaratmayı hedefledik.
“Sanat, topluma ışık tutmanın ötesine geçip, yeni bir yol dahi önerebiliyor”
Buradan hareketle sizce sanat, içinde doğduğu toplumun sorunlarına ışık tutabilir mi?
Bu soru aslında sanat yapan, üreten ya da eleştiren herkese sıkça sorulan bir soru. Dolayısıyla cevap verirken biraz ürkek davranabilirim. Ancak sanatın toplumun sorunlarına ışık tutma gücüne dair düşündüğüm bir şeyi paylaşmak isterim: Herhangi bir olaya tanıklık ettiğimizde, o olayla ilgili bir fikrimiz mutlaka gelişiyor. Sanat da sanki tanıklık ettiğimiz bir olay gibi… İzlediğimizde, gördüğümüzde ya da dinlediğimizde bize bir şey olur, istemsiz olarak bizde bir etki bırakır. “Hiçbir şey anlamadım” demek bile aslında o eserin bıraktığı bir etkidir. Ancak bu kişiden kişiye değişeceği için izleyen kişinin, gören kişinin geçmişten getirdiği tecrübesiyle ve sanat birikimiyle şekillenen bir etkidir. Hiçbir şey anlamamış olmak, o işin kötü olduğuna dair bir gösterge değildir. Aynı şekilde izleyen kişinin de eksik olduğuna dair bir gösterge değildir. Ama sadece henüz buluşulmadığına dair bir işaret olabilir. Ve eğer kişi tembellik etmeyip biraz konu üzerinde düşünme çabasına girerse, anlamadığı şeyin ne olduğuna dair birkaç cümlelik bir düşünce akışı yaşasa, ben yaptığım işin sorumluluğunu almış ve o işin aslında yerine getirmesi gereken şeyi getirdiğine inanırım.
Dolayısıyla oynadığımız oyunun illa ki seyircide bir etki bıraktığını bildiğim için doğduğu toplumun sorunlarına ışık tutabileceğini biliyorum. Hatta ışık tutmanın ötesine geçip, oyunun sonunda oynadığım karakterin aldığı hareketle bir yol önerdiğini de söyleyebilirim. Ve bu anlamda bu tür işlerin içinde olmak, yaptığım işi anlamlı hissetmeme sebep oluyor. Böyle olunca kendimi işin sorumluluğunu almış olarak hissediyorum.
“Tek kişilik oyunda aslında tek kişi oynamıyorum, partnerim seyirci oluyor”
Bir oyuncu olarak sizce dizi sektörü ile tiyatro arasındaki sanat doyumu açısından bir fark var mı? Oynadığınız projelerde bu doyumu nasıl hissediyorsunuz? Ekran mı, tiyatro sahnesi mi sorusu yerine aslında bu iki alanda sizin hissiyatınızın farklı olup olmadığını merak ediyorum açıkçası.
Bu bana çok sık sorulan bir soru. Herhalde hemen hemen her röportajımda bu soruyu alırım. Benzer şeyler kıyaslanabilir. Sorunuz tiyatro ve dizinin farklılığı değil, bu sebeple farklılıkları anlatarak cevabı genişletmek ve uzatmak istemiyorum. Ortak tek noktası benim her iki alanda da oyunculuk yapıyor olmam. Ancak biri birinden daha doyumlu, biri birinden daha değerli demek doğru değil. Ben oyunculuğu seviyorum ve her zaman layığınca, hatta belki de zaman zaman yapmam gerekenden daha da fazlasıyla çalışmayı, olabildiğince kusursuza yakın bir şey çıkarmayı planlıyorum. Eğer karşımdaki oyuncu, ekibim veya yönetmenim, benimle beraber aynı şekilde çalışma azmine sahipse bu beni çok mutlu kılıyor. O zaman çalıştığım işte yalnız olmadığımı hissediyorum. Bu tiyatro da olsa dizi de olsa geçerli. Zaten aslında görünüşte yalnız olmadığımız işler... Fakat beraber bir şey yapabiliyor olmanın hissi; zaman zaman, eğer fikir ayrışması olursa, yaşanamayan bir durum. Ama eğer ki ekip olmanın bütünlüğünü yaşayabiliyorsam, o projede, o dizide, o tiyatroda ekiple aynı kafada ilerleyebiliyorsak, bu inanılmaz keyif verici oluyor benim için.
Yine de farklılıklara kısaca değinmeden geçemiyorum. Dizi sektöründeki çalışma şartları, sürelerin uzunluğu her zaman konuşulan bir konu. Dizi süreleri çok uzun olduğu için yetiştirmek adına sektörün her birimi, senaristlerden kostüm ekibine kadar herkesin süreleri kısıtlı. Bu yüzden herkes, en iyisini yapabilmek yerine elinden geleni “olduğu kadar” yapmaya çalışıyor. Dolayısıyla ortaya çıkan iş, eminim ki benimle birlikte o sektördeki herkesin orta derecede mutlu olduğu bir iş oluyor. Dizi sektöründe her birimde çok değerli insanlar var. Bu insanlar, işlerini daha iyi yapabilmek için şartların iyileşmesini isterler. Bu açıdan, daha iyi şartlarda çalışabilmek bizi daha verimli hâle getirebilir. Ama dediğim gibi, oyunculuğu her tür projede yapmak; sinemada, televizyonda veya tiyatroda olmak benim için her zaman keyifli. Tiyatronun, özellikle seyirciyle buluşma heyecanının, dinamik tutan bir tarafı var. Tek kişilik oyunlar için söylediğim şey ise şudur hep: “Ben aslında tek kişi oynamıyorum, partnerim seyirci oluyor.”
“Her zaman kendimi geliştirecek, yenilikçi ve ilham verici çalışmalara imza atmak istiyorum”
Hem bir kadın olarak hem de bir sanatçı olarak geleceğe dair umutlarınız, hayalleriniz, hedefleriniz neler? Sizi hangi projelerde görmeye devam edeceğiz?
Bu soru hem bir kadın olarak hem de bir sanatçı olarak geleceğe dair umutlarımı, hayallerimi ve hedeflerimi içeren çok önemli bir soru. Geleceğe dair beklentilerimi cevaplamak zor. Çünkü her şey değişken ama yine de şu andan birkaç şey söyleyebilirim. Ne kadar gerçekçi olur bilmiyorum ama umut her zaman insanı yaşatan bir şey. Ülkemde daha özgürce, daha verimli, ekonomik şartların daha iyi olduğu, sanatçıların geçinme kaygısından sıyrılıp üretebildiği ve Sevgili Atam Mustafa Kemal Atatürk’ün bize verdiği değeri ve kıymeti yaşayabildiğimiz günler görmek isterim. Dünya standartlarında işlerimizi sunabilecek insanlarız. Ülkemin her birimi böyle. Sanat konusunda da dünya çapında işlerle anılabilmemiz için önce bizim kendi kendimize köstek olmak yerine, kendi kendimize destek olmamız gerekiyor. Önce kendimize hak ettiğimiz değeri vermemiz gerekiyor. Kadın olarak ya da bir sade bir insan olarak hayalim aslında bu.
Kariyerimde hep daha anlamlı, daha derinlikli işler yapmayı hayal ettim. Hem tiyatro hem de dizi sektöründe bu doğrultuda projelerde yer almak, her zaman kendimi geliştirecek, yenilikçi ve ilham verici çalışmalara imza atmak istiyorum. Yani hayatımda önemli bir değişiklik olmadıkça, yine her projede her şeyimi ortaya koyarak çalışmaya devam edeceğim. Kendime sürekli yeni hedefler koyarak ilerlemeye ve sınırları zorlamaya devam edeceğim. Her projede daha iyiye ulaşmak, daha fazla insanla iletişim kurabilmek ve sanatın gücünü daha geniş kitlelere aktarabilmek istiyorum. Umarım bu hayalimde yer aldığım projelerle, toplumun farklı kesimlerine dokunabilirim.