Kariye Müzesi yakın zamanda ücretli olarak ziyaretçilerine açıldı. İstanbul için önemli yapılardan biri olan Kariye Müzesi'ni gerek kültürel gerekse mimari açıdan eşsiz kılan şey neydi?
Öncelikle yapının tarihinden bahsedersek, burada bir kilisenin yapımı 6. yüzyıla Iustinianus (527-565) dönemine kadar geri gidiyor. Mevcut yapının da bu 6. yüzyıl temelleri üzerine oturduğu düşünülüyor. Kariye’nin üst yapısı ise Orta Bizans Dönemi denilen ikonkırıcı dönemlerin sona erdiği 843 yılından 1204’te İstanbul’un Haçlılar tarafından alınmasına kadarki evreye ait. Yaklaşık 12. yüzyıla tarihlendiriliyor. Orta Bizans döneminde, Geç Antik Çağ’dan, Orta Çağ’a girerken Konstantinopolis’te sosyal yapı değişiyor, kamu yapıları, küçük kiliseler ve savunma yapıları ile sınırlanıyor; dinî mimaride yeni bir plan tipi gözlemleniyor. Günümüz İstanbulu’na pek azı ulaşan bu yapıların önemli örneklerinden biri de Kariye’dir. Daha sonra Geç Bizans Devri’nde, 1316-1321 tarihleri arasında, Khora Manastırı Theodoros Metokhites tarafından tekrar ele alınıyor; bu kapsamda ana kilisenin bazı kısımları yeniden yaptırılıyor ve yapı genişletiletiliyor. İstanbul’da Ayasofya’dan sonra, görece en çok bilinen ikinci Bizans yapısı olan Kariye, Bizans sanatında bir tepe noktası olduğu düşünülen mozaik ve freskleriyle kavuştuğu ününü de 14. yüzyılda manastırı canlandıran Metokhites’e borçludur. Metokhites dönemin önemli bir entelektüeli ve bir nevi devletin dış işleri bakanı “megas logothetes” unvanına sahip. Son araştırmalara göre, Kariye’de Metokhites’in kapsamlı onarım faaliyetinin kronolojik olarak Pammakaristos Manastırı'ndaki (günümüzde Fethiye Camii) pareklesionun (yaklaşık 1310) inşasına ve bezeme programına çok yakın olduğu tespit ediliyor. Bu bilgiye göre aynı atölyenin ürünü olabilirler.
Kariye önemli bir anıt olarak, Orta Çağ İstanbul’undan bugüne, mimari üslubu, mekân tasarımı ve boyutları, malzeme kullanımı, mozaik, fresk gibi bezeme öğeleri ve çeşitli dönem ekleriyle eşsiz bir tarihî belge niteliğindedir. Yapının farklı dönemlerine ait yapım teknikleri ile bu dönemlerin estetik değerleri, mimari ve sosyal ortamı hakkında sunduğu bilgiler, İstanbul’da çağdaşı yapılar arasında en iyi bütünlükte korunabilmiş örnek olması nedeniyle benzersizdir. Böyle önemli bir kültürel varlık tüm insanlığın ortak mirası olarak bütün katmanlarıyla sunulmayı ve korunmayı hak etmektedir.
Kariye’nin inşasından bir yüzyıl kadar süre sonra İstanbul’un fethi gerçekleşiyor ve yapı işlevsel olarak bir dönüşüm geçiriyor, cami olarak kullanılmaya başlanıyor. Bu dönüşümle birlikte yapısal anlamda Kariye’de neler değişti? Muhtemelen eklemeler yapıldı. Hem bu yönden etkisini merak ediyorum hem de Bizans mimarisi, Osmanlı mimarisini de pek çok açıdan etkiliyor. Bu noktada çift taraflı bir etkileşimin olduğunu düşünürsek neler söyleyebiliriz?
Önce fetih sonrasından bahsedeyim. 1455’te Fatih Sultan Mehmet için derlenen bir İstanbul araştırması bulunuyor. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’daki yapıların bir envanterini çıkarıyor. Bu yapıların içerisinde tabii manastırlar da var. Çıkarılan envantere göre Khora Manastırı, Fatih döneminde terk edilmiş durumda. Yakın zamanda Yunanistan’da Vatopedi Manastırı’nda Osmanlıca belgeler bulunuyor ve bu belgelerde II. Murat’ın eşi Mara Brankoviç’in 1487’deki ölümünden kısa süre önce Khora Manastırı’nı satın aldığı ve manastır kompleksini Vatopedi’ye miras olarak bıraktığı ortaya çıkıyor. Yine bu belgede duvarlarla çevrili bir alan içerisinde dikdörtgen bir bina, yirmi dört keşiş hücresi, fırın, depo, değirmen, üzüm bağları gibi varlıklardan da bahsediliyor.
Ancak 16. yüzyılın başında Khora Manastırı’nın, Sadrazam Hadım Ali Paşa tarafından camiye dönüştürüldüğünü görüyoruz. Vakıf kayıt belgelerine göre 1511’den hemen önce dönüştürüldüğü anlaşılıyor. Paşanın Çemberlitaş semtindeki vakfına bağlı olan binanın Küçük Cami olarak adlandırıldığı vakfın kayıtlarından öğrenilebiliyor. Camiye dönüşümü sonrasında çan kulesinin bir minareyle değiştirildiği düşünülüyor. Aslında Bizans yapılarında çan kulesi çok kullanılmıyor. Doğu kiliselerinde çan kulesi geleneksel bir öğe değil. Latinlerden etkilenilerek çan kulesi zamanla Bizans yapılarına ekleniyor. Camiye dönüştürüldüğünde Kariye’deki bu çan kulesi minareye evriliyor.
İç mekânda da tabii değişim oluyor. İkona perdesi kaldırılıyor, minber ve mihrap ekleniyor. Fakat fresk ve mozaiklerin hepsi hiçbir zaman tam olarak kapatılmıyor. Nitekim 1785 gibi bir tarihte Osmanlı topraklarındaki Greko-Romen eserlere ilgi duyan yabancı araştırmacılar, İstanbul’a ve Anadolu’nun çeşitli yerlerine gidip çalışmalar yapıyorlar. Bunlardan bir tanesi yapının içerisindeki bir yazıttan yapının Khora Manastırı olduğunu ortaya çıkarıyor. Aynı zamanda gerek Evliya Çelebi’nin gerekse 16. yüzyılda Alman bir elçi olan Stefan Gerlach’ın yazdıklarından yapının içine -en azından namaz saatleri dışında- girildiğinde birtakım figürlü bezemelerin kısmen görülebildiğini öğreniyoruz.
“1396’daki Niğbolu Savaşı mimari açıdan bir dönüm noktası”
Fresk ve mozaiklerin tamamıyla örtüldüğüne yönelik bir genel kabul var. Böylelikle bunun doğru olmadığını söyleyebiliriz, öyle değil mi?
Yani tamamen kapatılmamış. Belki bazı yerler sıvanmış olabilir. Özellikle parekkesion’daki fresklerin sıvandığını ve 20. yüzyılda Amerikalıların yaptığı onarımda o yıla kadar görülemeyen bazı sıva altında kalmış fresklerin ortaya çıktığını biliyoruz. Ama bazıları da açık olarak bırakılmış. Abdülhamit albümlerinde çeşitli fotoğraflar var. O fotoğraflarda zaten görülüyor. Ana harim mekânında Meryem ve İsa’nın tasvirlerinin yer aldığı bezeme ahşap bir perdeyle kapatılmış. Fotoğraflarda o ahşap perdenin açık durumundaki hâlini görebiliyoruz.
Yapının çevresi fetihten sonraki ilk zamanlarda ıssız. Camiye dönüştürüldüğünde yapının çevresinde bir Müslüman mahallesi kuruluyor. 19. yüzyıl fotoğraflarına baktığımızda Müslümanların ve Rumların birbirine yakın yaşadıklarını görebiliyoruz. Kariye’nin yakınlarında Panayia Uranon Kilisesi ve iki tane de Rum okulu bulunuyor. Rum ve Müslüman evleri birbirine yakın, mahalleler bitişik. Bu da doğal olarak bir etkileşim getiriyor.
Sorunuzun devamında mimari etkileşimden bahsettiniz. 1396’daki Niğbolu Savaşı, İstanbul’un fethi öncesinde bir dönüm noktası diyebiliriz. Savaştan sonra soylu aileler Konstantinopolis’i terk etmeye başlıyorlar ve İtalya taraflarına gidiyorlar. Konstantinopolis’te orta ve alt sınıf mensupları ve manastır keşişleri kalıyor daha çok. Bu keşişlerden biri de Fatih döneminde yaşayan Gennadios Skholarios. Kendisine Fatih Sultan Mehmet tarafından patrik unvanı veriliyor. Fatih, Gennadios Skholarios’un Osmanlı sultanına olumlu baktığını biliyor. O dönemde Bizans içinde Vatikan’la birleşmek isteyen bir grup var. Bu grup Roma’nın üstünlüğünü kabul edip onlara müntesip olmak istiyor. Ama Gennadios Skholarios “Bizim mezhebimiz farklı, onlarla birleşemeyiz. Fatih Sultan Mehmet’in hükümdarlığını kabul edelim” fikrinde ve fetih sonrasında esir olarak Edirne’ye satılıyor. Fatih, keşişi Edirne’de bulduruyor ve kendisine patriklik teklif ediyor. Böylece Rum Patrikhanesi, Fatih Sultan Mehmet tarafından tekrar faaliyete geçirilmiş oluyor.
Niğbolu Savaşı’ndan sonra Bizans zayıflayınca burada çalışan yapı ustaları; Güney Marmara’ya, Türk beyliklerinin egemen olduğu yerlere gidiyorlar. Dolayısıyla beylikler dönemi ya da erken Osmanlı döneminde bu ustaların yapım teknikleri, bezeme biçimleri mimariyi etkiliyor. Bizans mimarisine yakın bezemelerle, tekniklerle karşılaşıyoruz. Klasik Osmanlı mimarisi oturduğu zaman -Sinan dönemi- kendine özgü bir üslup geliştirilmiş oluyor.
Tabii, Ayasofya da Osmanlı cami mimarisini etkileyen önemli bir yapı. Ayasofya’nın kubbesinin çok büyük olması ve altında huşu uyandırması insanları yüzyıllar boyunca etkiliyor. Mimar Sinan da hep bu kubbeyi örnek alıyor. Mesela Kılıç Ali Paşa Camii’nde Ayasofya’nın küçük bir modeli gibi aynı planı uyguluyor. Ama Selimiye Camii’nde mühendislik olarak daha iyi bir geometri kuruyor ve Ayasofya’yı aştığını göstermeye çalışıyor. Zira mimarlık tarihçileri Sinan’ın Ayasofya’yla bir yarış içerisinde olduğunu söylerler. Fakat Sinan’ın diğer küçük camileri de kendi içinde çok ilginç geometrileri barındıran yapılar.
“Yapıların vandalizmden korunması için insanlar bilinçlendirilmeli”
Sadece Osmanlı döneminde değil, Erken Cumhuriyet’te de Kariye bir dönüşüme uğruyor bilindiği üzere. Kariye, camiden müzeye dönüştürülüyor. Bu durum, Kariye’ye olan bakışı nasıl etkiliyor? Daha doğrusu yüzyıllarca toplumsal hafızayı taşıyan bu tür tarihî mekânlar, işlevsel ve yapısal dönüşümlerden nasıl etkileniyorlar?
Kariye’nin 450 yıllık bir cami geçmişi var. 1945'te Ulusal Anıt ilan ediliyor, 1948'de de müze hâline geliyor. Aslında yapının sahip olduğu bezemeler -az önce de bahsettiğim gibi- Osmanlı'nın son döneminden itibaren dikkat çekiyor. II. Abdülhamit döneminde İstanbul'a gelen Alman İmparatoru Kayser II. Wilhelm yapıyı ziyaret ediyor. Sonra Rus Arkeoloji Enstitüsü yapının mozaikleri ve fresklerini çalışıyor.
Yine Osmanlı döneminde İstanbul'un tarihî eserleri hakkında eserler veren İhtifalci Mehmet Ziya olarak bilinen Mehmet Ziya Bey de 1910'da resimli bir kitapta bu yapıyı tanıtıyor. Belki Osmanlı da yapıyı zamanla müzeye dönüştürecekti. Fakat Cumhuriyet döneminde biraz daha keskin bir dönüşüm var. Mesela bütün camiye ait teberrükat eşyasının kaldırılması, radikal bir dönüşüme işaret ediyor. Bugünkü koruma anlayışına baktığımızda yapının üstündeki nitelikli bütün eklerin yani işlevden bağımsız olarak nitelikli bütün eklerin birer tarihî belge olarak sergilenmesi gerekir.
Yapıların müze olması, biraz daha güvenlik görevlilerinden dolayı kontrol sağlıyor ama ona rağmen yine de sorunlar yaşanabiliyor. Yani işlev de bazen yapıyı tamamen koruyor diyemeyiz. Mesela Antalya'daki Aziz Nikolaos Kilisesi, müze olarak kullanılıyor. Ama orada da çeşitli problemler var. Çünkü insanlar içinde mum yakıyorlar. Özellikle Ruslar için önemli bir haç merkezi olduğu için yapıdan bir parça koparıp evlerine götürmek, toprak almak istiyorlar. Gelen her ziyaretçinin bir parça bir şey götürdüğünü düşünün, ne yapıda ne de etrafından parça kalmaz.
Aynı şekilde Sultanahmet Camii'nde de en çok zarar gören şey kündekâri kapıların alt kısımlarındaki sedef bezemeler. İnsanlar koparıyorlar bunları, bir hatıra almak istiyorlar. Vandalizmden yapıların korunması için insanların bilinçlendirilmesi, yapıların girişlerinin daha kontrollü olması gerekiyor. Çok büyük kalabalık grupların kontrolsüz bir şekilde içeri girmelerini böyle önemli anıtlar için bir koruma uzmanı olarak doğru bulmuyorum. Çünkü o zaman insanların verdikleri zarar gözden kaçabiliyor ve yapı zarar görebiliyor.
Tabii ki, Cumhuriyet döneminde yeni kurulan devletle birlikte birtakım değişiklikler yapılıyor. Osmanlı dönemindeki çok kimlikli, çok farklı etnik ve dinî grupların bir arada yaşadıkları ve kaynağını bundan alan sokak isimleri, gibi şeyler de değişiyor. Mesela 1934 şehir rehberinde ciddi bir isim değişikliği olduğunu görüyoruz. 2000'lere geldiğimizde, 2008'de tarihî yarımadada mahalle isimleri yeniden değiştirildi. Bazı mahalleler 2008 yılında birleştirildi. Hâlbuki aslında o mahallelerin isimleri Fatih dönemine dayanıyor. Fatih döneminde mahallelerin oluşumu ise şöyle gerçekleşiyor: Bir mescit kuruluyor, mescidin etrafında evler ve onlar bir mahalle oluyor. Dolayısıyla aslında bu, Fatih döneminden süregelen bir gelenek. Siz o mahalleleri birleştirdiğiniz zaman o sürekliliği kaybediyorsunuz. Maalesef bazen koruma uzmanlarının çok onaylamadığı bu şekilde birtakım değişiklikler olabiliyor.
“Osman Hamdi Bey, sanat eserlerinin korunmasında önemli bir figür”
Hocam insanların bir hatıra almak için eserlere zarar verebildiklerinden, aslında deformasyona uğratabildiklerinden bahsettik. Ama aynı zamanda da yüzyıllar içerisinde yaşanan pek çok depremler, yangınlar gibi çeşitli afetler de oluyor. Peki, Kariye bu alanda bir deformasyona uğradı mı? Kariye Müzesi bugüne kadar varlığını nasıl korudu? İmparatorluk döneminde ya da Cumhuriyet sonrasında restorasyon çalışmaları ya da koruma çalışmaları yapılıyor muydu?
Kariye, 1766 Depremi’nde ağır hasar gören yapılar içindeydi. Bununla ilgili İTÜ'den Deniz Mazlum Hoca'nın bir kitabı var. Oradan daha detaylı bilgiler edinilebilir. 1766 İstanbul'daki büyük depremlerden bir tanesi. Bu depremde bina hasar görüyor. Depremden 10 yıl sonra Mimar İsmail Halife tarafından onarılıyor, tamir ediliyor. Daha sonra 1894'teki İstanbul Depremi’nde de hasar alıyor yapı ve 1898'de onarılıyor.
Avrupa’da Greko-Romen kültürüne artan ilgiyle birlikte Osmanlı egemenliğindeki geniş coğrafyanın çok zengin arkeolojik mirası olduğu keşfediliyor. Böylelikle pek çok insan bu topraklara yönelmeye başlıyor. Mesela Troya’da yapılan ilk kazıda eserlerin ne yazık ki çalındığını biliyoruz. Bazen de Sultan’ın izni ile eserler götürülüyor. Bununla ilgili olarak Pera Müzesi’nin daimî sergisinde bir tablo var. Bu tablo, bir Fransız elçisi birtakım eserleri kıyıda paketle sarıp Fransa’ya götürmek üzere gemiye yükletirken yapılmış.
Bütün bunları gözlemleyen Osman Hamdi Bey, 1869 yılında artık bu eserlerin kaçırılması da iyice artınca Asar-ı Atika Nizamnamesi’ni (Eski Eser Nizamnamesi) çıkarıyor. Fakat bu nizamname, en son 1906'da olmak üzere dördüncü kez yeniden düzenleniyor. Zira bir şekilde nizamnamede delikler bulunuyor. Örneğin yabancılar arsa alabiliyorlar; aldıkları arsayı kazıp yine oradaki eserlerin kendi mülkleri olduğunu iddia edebiliyorlar. Bunun üzerine yabancıların arsa satın alması yasaklanıyor. Yaşananlar sebebiyle nizamname her seferinde daha sıkı hâle getiriliyor. Bu sebeple Osman Hamdi Bey, önemli bir figür. Zaten kendisi Müze-i Hümayun’un (İmparatorluk Müzesi) da kurucusu. Hem Müze-i Hümayun’un kurulması hem de Asar-ı Atika Nizamnamesi’nin çıkarılması ile işler biraz daha kontrol altına alınıyor. Nizamnamenin1906’daki son düzenlenmiş hâli, Cumhuriyet döneminde de 1973’e kadar kullanılmaya devam ediliyor. O açıdan da yapmış olduğu katkı, önemi büyük. Fakat artık 1973'te bazı kavramların değişmesiyle birlikte güncellenmesi gerekiyor. Belki daha evvel de güncellenebilirdi ama o tarihe kadar Cumhuriyet döneminde de kullanılıyor.
Osman Hamdi Bey'in kardeşi, Halil Ethem Bey’in de katkıları önemlidir bu hususlarda. O da bugün İslam Eserleri Müzesi olarak bilinen, 1914'te açılan Efkaf Müzesi’nin kurucusu. O, abisi gibi Greko-Romen değil, İslami eserlere meraklı birisi. O da aslında camilerdeki hırsızlıkların önüne geçmeye çalışıyor. Çünkü sadece Greko-Romen kültüre değil, İslami kültüre ve onun eserlerine karşı da bir ilgi uyanıyor Avrupa'da. Çok bilinen bir olaydır mesela, Eminönü’ndeki Rüstempaşa Camii’nin çinileri hep çalınmıştır. Çiniler, el yazması Kur’an’lar, hat eserleri cami içlerinden hep çalınıyor. Halil Ethem Bey de bu eserlerin cami içlerinden müzeye taşınmasını, dolayısıyla da çalınma riskinin ortadan kalkmasını sağlamaya çalışıyor. Osmanlı döneminde bu şekilde korumaya yönelik bir çabaya girişilmiş.
Kariye’ye dönecek olursak Cumhuriyet döneminde en erken onarımının 1929 tarihli olduğunu biliyoruz, yani henüz camiyken. Yapı müzeye dönüştürüldükten sonra Thomas Whittemore ve onun ölümünün ardından Paul Underwood yapıda onarım gerçekleştiriyorlar, freskleri temizliyorlar ve daha sonra bazı yayınlar yapılıyor. Underwood'un üç çiltlik bir Kariye yayını var. Daha sonra Profesör Robert Ousterhoot’tan da bahsetmek lazım. 1987'de bir monografi olarak Kariye Camii üstüne doktorasını yapıyor. Kariye Camii'nin mimarisi üzerine yaptığı çalışma “The Architecture of the Kariye Camii in İstanbul” ismiyle yayımlanıyor. Bu eser bayağı detaylı olarak bütün yapının mimari öğelerinden, bezemelerinden, kornişlerinden, yapısından ve benzeri detaylarından bahsetmesiyle oldukça önemlidir.
Yakın zamanda 2023 yılında bir sempozyum sonrası bir kitap yayımlandı. O da “Kariye Camii'nin Bibliyografyası” genel ismini taşıyor. Bir sempozyumdaki bildirilerin kitaplaştırıldığı bu eserde Osmanlı dönemi, Baha Tanman tarafından Osmanlı arşiv belgelerine dayanılarak anlatılıyor. Yine başka bir yazar tarafından Metokhites’in onarımlarının aslında 1321’de değil de 1310'larda, yani bir 10 yıl daha önce tamamlandığıyla ilgili bazı ulaşılan bilgilere yer veriliyor. Metokhites’in “Megas Logothetes” unvanını alış yılından hesaplanıyor bu tarih. Böylelikle 1310'da Kariye'nin tamamlanmış olduğunu, çünkü yapının tamamlanmasından sonra bu unvanın verildiği çıkarımı yapılıyor.
Bir de tabii yakın zamanda tamamlanan son onarımının ardından da ziyaretçilere, yani hem ibadet edeceklere hem de ziyaretçilere açıldı. Elbette önemli bir yapı. Turistler göremedikleri için bayağı üzülüyorlardı. O yüzden açılması bence olumlu oldu İstanbul için. Yani Ayasofya ve Topkapı Sarayı'dan sonra müzeler içinde en çok gezilen yerler arasında yer alıyordu, bu fresk ve mozaiklerinden dolayı.
“Tarihî yarımada silueti korunmalı”
Hocam, son restorasyondan bahsettik ama bu süreç içerisinde neler yapıldı? İlerleyen süreçlerde de aslında neler yapılabilir ya da nasıl korunabilir? Yani son restorasyon çalışmalarına ek olarak neler yapılmalı?
Evet. Ben bu restorasyonun içerisinde bire bir bulunmadım. O yüzden çok detaylı olarak bir şey söylemem mümkün değil. Ama bir takım strüktürel, yapısal sorunları vardı binanın, çatlaklar bulunuyordu. Onların onarıldığını, en azından kontrol altına alındığını biliyoruz. Tabii freskler ve mozaikler, yani yıllar içerisinde işte aydınlatmadan, hava koşullarından dolayı kirler oluşmuştu, mozaik ve fresklerde biriken bu kirin ve isin temizlendiğini biliyoruz. Sağlamlaştırmaya gerek duyulan yerlerde sağlamlaştırma yapıldı. Yapıdaki sıvaların, kurşunların çeşitli yerlerinde onarımlar gerçekleştirilerek yapı daha iyi bir duruma getirilmeye çalışıldı.
Bundan sonrası için daha iyi ne yapılabilir? Böyle Orta Çağ yapılarının çevresinde de bir koruma alanı belirlenmesi yapının çok yakınında ona zarar verecek fiziksel olarak ya da sosyal olarak yapının bütünlüğünü bozacak yapıların olmaması gibi bir önlem alınabilir. Yani yapının çevresi için bir tampon bölge. Bazı Avrupa ülkelerinde görüyoruz bu uygulamayı Orta Çağ yapıları için tıpkı sit alanlarında olduğu gibi bir tampon bölge bırakılıyor. Böylece o alanın görüntüsünün bozulmaması hedefleniyor. Tampon bölgeyi bir örnekle açıklamak gerekirse, örneğin Birinci Köprü üzerinden tarihî yarımadaya bakarsak, Zeytinburnu’nda yapılan 16:9 gökdelenlerin tampon bölgede içinde olmalarına rağmen çok yüksek katlı inşa edildikleri için Tarihî Yarımada siluetini bozduklarını görüyoruz. Dolayısıyla tampon bölge denilen alanın yapıyı görsel ve fiziksel etkilerden koruması gerekiyor.