Hocam, tarihimizde birçok darbe, darbe girişimi ve muhtıra var. 15 Temmuz darbe girişimini bunlardan ayıran en temel farklar neler sizce?
Aslında darbelerin iyisi kötüsü yok. O anlamda diğer darbelerle benzerlikleri çok fazla olan bir darbe girişimi ama darbe gecesi öncesi itibariyle de bir farkı var. Öncesinden farkına baktığımızda, öncekilerde adı sanı belli olmayan cuntalar bu işi yaparken ya da TSK bütün hâlinde ya da bir parçasıyla cunta olarak bu işi götürürken bu seferkinde adını bildiğimiz bir örgüt bunun arkasındaydı: FETÖ. Hazırlığı hakkında bunu söyleyebiliriz. İlk defa bir darbeye karşı insanların sokaklara çıkarak direndiğini, siyasi iradenin de bu direncin liderliğini üstlendiğini gördük. Dolayısıyla darbenin sonunu getiren, darbeyi akamete uğratan gelişme de bu olmuş oldu. En büyük farkın bu olduğu kanaatindeyim ben. Yani sivil siyasetin ve sivil toplumun o akşam darbecilere karşı göstermiş olduğu direnç; bu darbe girişimini, kalkışmayı öncekilerden ayıran önemli bir farktır.
Hocam, bu soruyu şöyle açmak istiyorum. Cumhuriyet tarihinde yaşanan darbe girişimlerinde sivillerin bu kadar işin içinde olduğu başka bir hareket görmüyoruz. Burada Akıncı'da yakalanan sivil imamlar olsun ya da o dönemki bir kargo şirketinin çalışanının tanktan çıkması olsun, bunun gibi bir sürü örnek var. Bu anlamda değerlendirmenizi rica etsem.
Geçmiş darbelerde de aslına bakarsanız bazı sivil oluşumlar darbeye çanak tutmuşlardı. Örneğin 28 Şubat'ı bir hatırlayalım. Medyasından, yargı organlarından, üniversitelere kadar pek çok sivil kurumda sivil görünümlü kimseler, darbeye çanak tutan konumdaydı. Fakat bu sefer örgüt, kendi militanları üzerinden sivil olanları da muvazzaf olanları da ihraç edilmiş olanları da hep beraber kullanarak böyle bir darbe kalkışmasına girişti. Bunun altını defalarca çizmek gerekiyor.
“15 Temmuz’un altında ABD imzası var”
Özellikle 12 Eylül Darbesi’yle özdeşleşen bir kelime vardır: Our Boys. “Bizim çocuklar başardı.” 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında da bir uluslararası güç, odak görüyor musunuz?
Kendi kendine gerçekleşen olaylar olduğunu düşünmüyorum. Çünkü askerî disiplinle yetişmiş muvazzaf subayların doğrudan anayasanın yerini alacak şekilde kalkışma yapması bu işin doğasına çok uygun değil. Genellikle de bu işlerde dışarıdan bir izin, bir onay, bir terkin alınması durumu söz konusu. Ama geçmiş darbelerde bununla ilgili biz sadece spekülasyonlarda bulunabiliyoruz. Bu yönde işaretler olduğunu söylüyoruz. Mesela 1980 Darbesi için “our boys” söylemi yahut yine 1980 Darbesi’nin gerçekleştiği bir bağlama baktığımızda; İran 1979’da Amerikan güdümünden çıkmış, Afganistan’a Sovyetler Birliği girmiş. Hâliyle Türkiye'de bu nasıl oldu diyoruz? Çünkü elimizde doğrudan deliller yok. “Our Boys” kavramı bile tevile açık bir yorum. Ama bu seferkinde sadece bu şekilde spekülasyonlar ya da işaretler görmüyoruz. Doğrudan bu darbenin altında bir imza var ve bu imzayı da şöyle izah edeyim: Darbenin çok kısa bir süre öncesinde darbenin beyin takımı diyebileceğimiz, Adil Öksüz gibi isimlerin Amerika'dan Türkiye'ye gelmesi bu anlamda gerçekten önemli. Kalkış gerçekleştikten sonra Amerika şunu söyleyebilirdi bize: “Darbeden önce benim ülkemden çıkıp sizin ülkenize gelen bu isimler darbeyi tertip etmişler, haberim yoktu.” Ama darbeden sonra Fethullah Gülen ve FETÖ'nün beyin takımının Amerika tarafından korunması ve aradan geçen sekiz yıla rağmen Türkiye'ye iade edilmemesi, Türkiye'nin bütün ısrarına, paylaştığı tüm dosyalara rağmen bu talebinin karşılıksız bırakılması bu darbenin altındaki imza olmuştur diyebilirim.
“Cumhurbaşkanımız “Ben buradayım” diyerek liderlik etti”
Peki hocam, bu darbenin başarısız olmasında en büyük etken sizce neydi?
TSK'nın bir bütün hâlinde darbe kalkışmasına katılmaması, özellikle Genelkurmay Başkanı ve dönemin Kuvvet Komutanlarının darbeye karşı direnç göstermesi önemliydi. Ama unutmayalım ki geçmişte de TSK'nın bir bütün olarak kalkışmadığı hâlde başarılı olan darbeler yaşandı. Örneğin ilk darbemiz olan 1960 Darbesi’nde de aslında bu ordu içerisinde çöreklenmiş bir yapının yine darbeye kalkıştığını kıdemlileri de peşlerinden sürüklediklerini veya tasfiye ettiklerini biliyoruz.
İlk defa sivil irade, bu kadar net bir şekilde direnç gösterdi darbeye. Teslim olmadı. O gece hatırlarsak bazı uluslararası medya organlarının iddia ettiği gibi yurt dışına da kaçmadı Cumhurbaşkanımız. Tam tersine darbenin ağırlık merkezi olan İstanbul'a geldi ve tam bu hengamenin ortasında “Ben buradayım” diyerek liderlik etti. Bu çok önemli ve yine bununla ilişkili olarak da aynı siyasi irade -Sayın Erdoğan- vatandaşları da demokrasi, vatan, millet adına meydanlara ve direnişe çağırdı. Ve işte o akşam hiç olmayan bir şey oldu. Önceki darbelerde eve kapanan, ışıklarını söndüren ve tüm talimatlara harfiyen uyan kişiler gitti; canını ortaya koyarak -bunu mecazen değil, gerçek anlamda söylüyorum- meydanlara akan insanlar yüzbinler, milyonlar oldu. Hem o gece bombaların, mermilerin altında sokakları boşaltmadılar hem de darbeden sonraki günlerde olası bir artçı darbeye karşı yine nöbetlere devam ettiler. Bu 15 Temmuz darbesinin sonuçsuz, başarısız olmasının en önemli sebebidir.
“15 Temmuz darbe kalkışmasının Türkiye tarihindeki son darbe kalkışması olduğunu düşünüyorum.”
Hocam, bu soruyla bağlantılı bir başka soru yönelteceğim. Bu girişimin Türkiye'nin demokrasi tarihindeki yeri ve önemini bu söylediklerinizle paralel olarak nasıl açıklarsınız.
Siyasi iradenin ve toplumun o aşamada göstermiş olduğu tepki, sadece bizim tarihimizde değil, dünya tarihinde de çok eşini, benzerini bulabileceğimiz bir vaka değil. Türkiye biliyorsunuz pek çok kereler hain darbe kalkışmasına maruz kaldı. Darbelerin hepsi haindir. 1960 Darbesi’ni yapanlar da 15 Temmuz'a kalkışanlardan daha masum insanlar değildir. Onlar da anayasaya karşı ayaklanmışlardır. Onlar da ordunun gerçek vazifesi olan düşmanlara karşı vatanı savunma halkasını zayıflatmışlardır, aciz bırakmışlardır. Şu açıdan söylüyorum: 15 Temmuz gecesi maazallah Türkiye'ye bir saldırı gerçekleşseydi, ne yapacaktık biz burada darbeye karşı uğraşırken? O anlamda 1960, 1971, 1980, 1997 tüm darbeler haindir. Hepsini gerçekleştirenlerden ömrü yetenler yargılandı, ceza da aldı.
15 Temmuz darbe kalkışmasının Türkiye tarihindeki son darbe kalkışması olduğunu düşünüyorum. Çünkü ilk defa darbeye kalkışanların, ivedi olarak etkili bir şekilde cezalandırıldığını düşünüyorum. Türkiye'deki bu darbeci virüsünün TSK'mızdan, medyamızdan, yüksek yargımızdan, üniversitelerimizden söküp atılması adına yapısal reformlar da yapıldı. Bu da çok önemlidir. Belki en önemli ve çarpıcı kısmı da şuydu: O akşamki dirençten dolayı bir daha darbeye kalkacak kişiler, ya hakikaten akıl sağlıkları olmayan kişiler olması lazım ya da ciddi ciddi ülkeyi bir iç savaşa sormak için bu adımı atmaları gerekiyor.
Türkiye'de artık bir muhtıra ile darbe yapmak devri sona ermiştir. Darbe yaptığını söyleyen kişilerin amacı iç savaş çıkarmaktır. Bu da tabii darbeye kalkışmayı artık çok daha zorlaştıran bir durumdur. Çünkü o iş savaşı kaybettiğimizde darbecilerin de canından olabileceğini, özgürlüklerinden olabileceklerini, tüm kazanımlarından olabileceklerini gördük. Bu anlamda da önümüzdeki darbelerin önünü kesen bir son kalkışma olarak değerlendiriyorum ben bu kalkışmayı.
Peki hocam, bu kalkışmanın akamete uğratılmasının akabinde Türkiye'deki askerî ve sivil ilişkiler nasıl değişti?
Türkiye'de 15 Temmuz akşamına kadar bazı kesimlerin darbeleri hoş görme, bunun öncesinde darbeyi yeri geldiğinde bir görev olarak görme hastalığı mevcuttu. Diyorlardı ki “Sivil siyaset ülkeyi yönetemezse asker düzeltmeli, balans ayarı vermeli.” Veyahut şunu diyorlardı: “Vatandaş çoban, köylü. Hasolar, Memolar doğru kişiyi seçemeyebilirler. Yanlış kişiyi seçerlerse o zaman ordumuz var, ordumuz siyaseti kendisi yönetir, en iyisini o yapar.” Böyle hastalıklı bir düşünce vardı. Çünkü geçmiş darbeler, görece daha az hasar üretmişti. Tamam, onlarda da kan döktü. 28 Şubat'ın da açtığı çok büyük yaralar var. Milyonlarca insanı mağdur etti. Ama mağdur olmayan insanlar bunu görmediler ya da görmek istemediler. Hatta ilk darbe olan 1960 Darbesi -ki bence 15 Temmuz'dan hiç de geri kalmadı- tüm bu lanet süreci başlatmıştır.
1960 Darbesi de bakanları, başbakanları asarak bir nevi kan dökmüş oldu. Ama 15 Temmuz'daki kadar yalın hâliyle neredeyse iç savaşı çağrıştıran bir görüntü görmemiştik. O yüzden de darbeleri mazur gören, bunları destekleyen bir kitle vardı. Bugün bu kitle bitmemiştir. Hâlen daha vardır, bunu biliyoruz. Hâlen daha o “eski” Türkiye'yi özleyen muhakkak vardır. Ama bugün darbecilik literatürümüze bir suç olarak yerleşti. Bu sadece bir kültür olarak değil, bir norm olarak değil, kanunen de bu alanda daha güçlü bir zemine oturdu. Biz de sivil-asker ayrımını -bir anlamda o iki farklı dünyanın arasına köprüler kurarak- bu iki farklı dünyanın birbirini daha iyi anlamasını sağlayacak şekilde askerî eğitimi reform ederek, askerî teşkilatın- sahil güvenlikten jandarmasına ve kuvvetlere kadar- tekrar tanzim ederek, kuvvetlerin doğrudan bakanlığa bağlanmasıyla askerî eğitimin profesyonel eğitimcilerin tavsiyelerine, yönetimine, kontrolüne daha çok açılmasıyla daha yapısal reformlarla ıslah edildiğini görüyoruz. Artık ordumuzda darbe hayali kuran subaylarımız kalmamıştır. Çünkü o virüslü, o hastalıklı durumu yapısal reformlar ile ortadan kaldırdık.
“Fırat Kalkanı Harekâtı ABD ile ilişkilerdeki kırılmanın en bariz göstergesi oldu”
Hocam o zaman söylediklerinizden şunu anlıyorum. 15 Temmuz hadisesi bir paradigma kırılmasını da beraberinde getirdi Türkiye siyasi tarihi için. Peki, uluslararası alanda Türkiye'nin imajına etkileri nasıl şekillendi?
15 Temmuz'dan sonra Türkiye'nin imajı algı operasyonlarıyla kirletilmeye çalışıldı. Darbeyi yapanlar çok demokratmış da darbeyi bastıranlar anti-demokratikmiş gibi saçma bir anlatı oluşturanlar oldu. 15 Temmuz'dan sonraki özellikle birkaç sene Türkiye'ye karşı çok ağır yayınlar yapıldı. Bunu FETÖ'cü isimler doğrudan Batı mecralarında yazdılar. Batı mecraları güya Batılı isimler kaleminden bunları çıkardı. Düşünce kuruluşları raporlarıyla bunlar yayıldı. Başka başka hikâyeler yazıldı. Türkiye DEAŞ’a yardım ediyor hikâyeleri, Türkiye’nin diktatörleştiği hikâyeleri, Türkiye’nin Rusya ile ortağı olduğu hikâyeleri… Türkiye'yi bambaşka bir algı içerisinde göstermeye çalıştılar.
Ben bu süreçte Türkiye'nin saygınlığının, prestijinin arttığını düşünüyorum. Türkiye darbeye karşı durabilen siyasi iradesi ve demokratik normları sıkı sıkıya uygulamasıyla öne çıktı. Aslına bakarsanız ne kadar kötü sıfatlar yakıştırsalar da Erdoğan bir dünya lideri olarak artık dünyada doğusundan batısına kadar saygı gören bir isim olarak alınıyor. Bu önemli. Ama tabii bu işin uluslararası yansımalarından bakacak olursak bir politika değişimi de burada yaşandı. Türkiye 15 Temmuz'a kadar Amerika'nın tüm hatalarına rağmen, bütün çıkarlarımıza karşı geliştirilmiş olduğu politikalara rağmen, ciddi bir diyalog geliştirmekten hiç geri durmamıştı. Bu süreçten sonra alternatifler anlamında ciddi kopuşlar yaşandı.
Biz 1952’de NATO'ya girdik. Daha öncesinden geliştirdiğimiz ilişkiler de malumunuz. Yani 60-70 yıllık sorgulanmayan bir ilişkinin sorgulandığı bir dönem yaşadık. Çünkü Amerika 15 Temmuz'u planlayanları bölgesinde hâlen daha barındırdı, PYD-PKK'ya silah teçhizatı sundu, Doğu Akdeniz'de Türkiye'yi dışlayan projelerin arkasında oldu, Türkiye'nin kendi inisiyatif iradesiyle ortaya koyduğu tüm operasyonlarda; Libya'dan Irak'a, Suriye'den Karabağ'a kadar, tüm statüko değişimlerinde bizim karşımızda konumlandı. Türkiye, Amerika ile olan o ilişkisini sorgular hâle geldi. Ama ciddi bir kırılma arıyorsak, 15 Temmuz'dan bir ay sonra gerçekleşen Fırat Kalkanı Harekâtı bunu bize göstermekte. Yani biz o zamana kadar Suriye'de özellikle Amerika ile ortak bir girişim içerisinde yer almaya çabalarken -darbe kalkışmasından çok değil bir ay bile geçmeden- Suriye'de kendi inisiyatifimizle hem PYD hem de DAEŞ ile savaşarak Amerika'yı hiç de memnun etmeyen bir harekâta başladık. Bu da o kırılmanın en somut göstergesi oldu.
“ABD-Türkiye ilişkilerinin bozulmasında tek sorumlu FETÖ’yü besleyen ABD’dir”
Peki hocam, şimdi bu kırılmadan yola çıkarak soruyorum bunu. FETÖ'nün beyin takımının Türkiye'ye iade edilmemesi de yine bu perspektif ile değerlendirilmesi gereken bir husus mu?
Türkiye'nin genel olarak Batı blokuyla özellikle de Amerika’yla ilişkilerinin yer yer bozulmasında ve bunun kalıcı hasarlar vermesinde yanlış bir şekilde Türkiye'nin hatalarını arayanlar var. İşte S-400 almışız, Osman Kavala gibi kişileri hapse atmışız. Bu şekilde biz nerede hata yaptık diye bakanlar var. Böyle bakanlar Türkiye ile Amerika'yı bir hiyerarşide konumlandırmakta ve Türkiye'yi Amerika'nın daha aşağısında bir konumda görmekte, Amerika'nın doğrularına uymadığımız için hatalı olduğumuzu iddia etmekte. Ama çok net bir cevabı var bu durumun. O da şu: Türkiye 250 vatandaşını bu darbe kalkışmasında kaybetti. Maddi manevi büyük yaralar aldı. Her ne kadar güçlenerek çıkmış olsa da Türkiye o akşam bir iç savaşın eşiğinden döndü.
Türkiye’ye bu kadar büyük hasar veren darbe kalkışmasının beyin takımını ve doğrudan ele başısı Fethullah Gülen'i Türkiye'ye iade etmeyen Amerika, bu ilişkilerin bozulmasından tek sorumlu olan taraftır. Türkiye kasıtlı Amerikan politikasına rağmen yine de köprüleri tamamen atmamıştır. Farklı kulvarlarda Amerika ile diyaloga girmiştir. Bu ilişkinin bozulmasındaki, hasar görmesindeki tek sorumlu %100 olarak FETÖ'yü besleyen Amerika'dır.
Yine darbe gecesine geri dönecek olursak, o gece medya ve iletişim kanallarının da bu kalkışmanın bastırılmasında etkili olduğunu biliyoruz. Bu konuyu nasıl değerlendirirsiniz?
Bu durum oldukça önemli. 1960 Darbesi’nden beri başlayan bir süreç vardır. 1960 Darbesi’nde TRT Radyolarından okunmuştu darbe metni. Sonraki darbelerde televizyonlardan da okundu. Ama iletişim araçları daha dar, daha kısıtlıydı. Bu sefer darbeciler de biraz ne yapacaklarını şaşırdılar. TRT'yi bastılar, özel kanalları bastılar. Ama bu sefer farklı bir durum vardı. Eski darbelerde bazı insanlar bir gün sonra darbeyi öğrenebildiler. Gazeteler sabah çıkıyordu. Radyo ya da televizyon -tek televizyon vardı 1980'lerde- darbecilerin güdümünde yayın yapıyordu. 1997'de daha renkliydi, özel kanallar vardı ama onların da büyük bir çoğunluğu darbecilerin güdümüne girmişti. Medyanın da böyle amiral gemileri darbecilere çanak tuttu, darbecilerden brifingler aldı.
Sayın Erdoğan da iletişim mecrasında da darbecilerle mücadele etti. O akşam hem devlet medya üzerinden hem çeşitli özel kanallar üzerinden topluma mesajlarını iletti. Sadece Erdoğan değil, o akşam pek çok siyasetçi irade ortaya koydu. O akşam başını kuma gömenler de vardı. “Darbe olsun da sabah durma bakarız” diyenler de vardı. Onları ayırıyorum. Ama darbeye karşı irade ortaya koyan, iletişim kanallarıyla toplumu motive etmeye, bilgilendirmeye çalışan siyasetçilerin yaptıkları önemliydi. Sosyal medya üzerinden vatandaşlarla iletişimin açık tutulması, bilgi akışının sağlanması önemliydi. Ama şunun da tekrar altına çizeceğim. O akşam sosyal medyada korkunç görüntüler gördük. Yani tankların insanlarımızı ezdiği görüntüleri, savaş uçaklarının vatandaşlarımızın üzerine bombalar, mermiler bıraktığı görüntüleri de gördük. O görüntüleri görüp kaçabilirdi insanlar, saklanabilirlerdi. Darbeyi tüm şiddetiyle gördüler. Buna rağmen meydanları doldurmaları aslında tek başına bir iletişim başarısı değildir. Daha çok motivasyonla, o güçlü iradeyle mümkün oldu tüm bu direniş. Çünkü iletişim araçlarını yıldırmak için de kullanmak mümkündü.
Sayın Erdoğan'ın ulusa seslenebilmesi ve bu anlamda ne yapabilirim diye düşünen aklı karışan vatandaşlara bir hedef göstermesi; onları belli bir doğrultuda o akşam -tabiri caizse- emir ve sevk idaresini alması, yönlendirmesi bu anlamda iletişim araçlarının sağlamış olduğu bir faydaydı.
Hocam son olarak şunu sormak istiyorum. 15 Temmuz'da yaşadığımız elim hadiseden toplumca çıkarmamız gereken dersler neler? Bu dersler bizim gelecekteki yaşantımızda nasıl uygulanabilir, hayata geçirilebilir?
Bence çok önemli çıkardık, bundan sonra da çıkarmalıyız. Tek bir devletimiz var. O tek bir devletin başında da bizlerin namusumuz gözüyle baktığımız, oylarımızla seçtiğimiz bir sivil siyaset var. Bu sivil siyaset, bu sivil irade bugün A partisidir, yarın B partisi olabilir. Biz bu iktidarı beğenmeyebiliriz, beğenebiliriz. Farklı fikirlerimiz olabilir. Ama hiçbir şekilde seçilmiş iradenin o hakkını gasp etme hakkımız yok. Farklı bir paralel devlet teşkilatı kurarak içinde bulunduğumuz sivil yahut askerî kurumlarda, farklı emir komuta zincirleri kurmak, devlet hiyerarşisi dışarısında küçük gölge devletçikler kurmanın ne anlama gelebileceğini gördük, bu dersi çıkartmalıyız. Eskiden şöyle bir düşünce vardı, az önce de bahsetmiştim. “Siyasetçi ne derse desin, asıl olan ordudur. Ordu ne yapacağını bilir. Doğru yerde durur. Gerekirse siyaseti de düzeltir.” Böyle bir şey yok. Bunun ne sonuçlara varabileceğini 15 Temmuz itibariyle gördük.
Vatandaşın oylarıyla bir iktidar seçilir. O devletin nasıl yöneticiliği anayasada yazılmıştır ve sivil, asker, devlet memuru kim olursa olsun görevi, vazifesi, konumu yazılıdır. Herkes anayasaya eşit derecede bağlıdır ve sorumludur. Böyle bir ders çıkardık. Bu yüzden de ben artık gelecekte bir darbe görmeyeceğimiz düşüncesini taşıyorum. Çünkü anayasanın yönetimin nasıl olması gerektiğini 15 Temmuz hain darbe kalkışması maalesef kafamıza vura vura vermiş oldu. Keşke bunu farklı yollardan öğrenebilseydik.