}
24 June 2024

“Birey-sistem çatışmasının insani öyküsü”: Profesyonel

14 yıl boyunca Devlet Tiyatrolarında gişeleri kapatan, seyircisi tarafından her seferinde ayakta alkışlanan Profesyonel’i, karakterlerine can veren usta tiyatroculardan dinledik. Yetkin Dikinciler ve Bülent Emin Yarar ile sahneye dair gerçekleştirdiğimiz sohbette oyunun büyüsüne kavuştuk.

Profesyonel oyunu 1990'lı yıllarda yazılmış bir oyun ve Yugoslavya'da yönetim biçimlerine karşı iki yönlü bir eleştiri sunuyor. Oyunu anlatmak istediği ve açtığı alana dair düşünceleriniz neler? Kendi kendini yazan bir oyun aynı zamanda. Her sahneye çıktığınızda, her oynayışta neler hissediyorsunuz?

Yetkin Dikinciler: Aslında güzel bir giriş yaptınız yönetim biçimleriyle ve karşılıklarıyla ilgili. Oyunun zaten özü ve yazarın da meselesi hep bir mücadele. Ben ve diğer taraf diye bir şey var. Diğer taraf şimdi hâkim ve ben onun beni baskıladığını, beni özgürlüğümden alıkoyduğunu düşünüyorum. Özgürleşmeye ve toplumu özgürleştirmeye çalışıyorum. Bunun mücadelesini veriyorum. Yazar böyle bir yüzleşmeyle başlamış aslında. Yani diyor ki: “Ben bu prangayı kabul etmiyorum. Bunu kıracağım. Özgür bir Yugoslavya hayalindeyim.” O zamanki rejim biliyorsunuz Mareşal Tito yönetimi; Demirperde’nin bir uzantısı.

Dönemi birazcık ruhuyla anarsak komünizmin Yugoslavya coğrafyasına özgü bir yönetim biçimini -ki sosyalist öz yönetim adını alıyor bu- getirdiği için Mareşal Tito; bir nevi dışarıdan yine Doğu Blok’un, Demirperde’nin parçası gibi görünmeyi sağlayıp içeride de kendini korumaya çalışıyor. Çünkü coğrafi olarak da dinsel olarak da hâkim kültürle dip dibeler. Bu bana günü kurtarmak gibi geliyor. Yani dışarıda böyle görünüp içeride de yönetim biçimini, “Tamam, kabul ettik ama biz bunu nasıl esnetebiliriz, gevşetebiliriz, genişletebiliriz”in mücadelesini vermiş bir adam. O yüzden hâlâ seveniyle sevmeyeniyle takdir edilen bir adam olmuştu tarihte.

Duşan Kovaçevic burada aslında öz eleştiriyle başlıyor: “Biz; bizi özgürlüğümüzden alıkoyduğunu düşündüğümüz düz düzene karşı bir mücadele başlattık. Ama nereye geldik?” Bu dönemde de tabii ki otoritenin kullandığı araçlar vardır. Bunlardan en önemlisi “profesyonel” adını alan Luca Laban karakteriyle karşımıza çıkıyor. Sanki böyle yayınevinde gelen giden bir sürü edebi eserlerle, yazarlarla, fil dişi kulesinde uğraşan bir yazarla (Teya) başladığımızda, birdenbire bomba gibi düşüveriyor Luca Laban oyuna. Aslında iki saat boyunca reel yaşadığımız zamanda ileri doğru giderken hatıralarında geriye doğru giderek Luka’nın Teya’ya geçmişini armağan edip gitmesiyle bitiyor oyun. Ama bir şey daha armağan ediyor: “Yaptığın özgürlük mücadelesi senin için öyleydi. Ben de inandığım düzenin özgürlük olduğuna inandım. Kendimi adadım o sisteme” diyor. “Ama şu anda ben taksicilik yapıyorum. Sen kendi sayende mi; kendi becerilerin, liyakatin sayesinde mi geldin” diyerek de bitiriyor. Ben şimdi bir parantezi açıp kapadım ki oyun ne anlatıyor analım diye. Bu şekilde öz eleştiriyle başlayan oyun, seyirci nezdinde birçok eleştiriye de artık gebe oluyor. Bunu hangi coğrafyada, hangi dilde, hangi zamanda oynarsanız oynayın; zamanının sınırını aşan bir birey-sistem çatışmasının insani öyküsü olarak karşımıza çıkıyor Profesyonel oyunu.

Bülent Emin Yarar: Valla Yetkin öyle detayıyla anlattı ki… Evet, bu bir yüzleşme oyunu. Biz de her gün Duşan Kovaçevic’in kendi yüzleşmesiyle başlayan bu hikâyeyi hem kendimiz yüzleşerek hem seyirciyle birlikte aynı yüzleşme pozisyonunu alarak devam ettiriyoruz 14. yılı. Bu hâlâ seyirciye sıcak geliyor. Aynı zamanda sadece sistemin yorduğu insanlar yok, sistemin içindeki tüm gerçekler var oyunda.  İster aydın olsun ister sıradan insan olsun. Birbirimizden farkımız yok. Sistem bizi öyle ele geçirmiş ki bir gün seni vuruyor yere, bir gün alıyor beni vuruyor yere. Böyle devam eden bir süreç. Duşan Kovaçevic ile küçük bir sohbetim olmuştu Türkiye’ye geldiğinde. “Benim en iyi dramaturjisi olan oyunum” diye söz etmişti Profesyonel’den. Gerçekten de öyle. Yani hiçbir boşluk yok, hiçbir gereksiz an yok. Biz de her gün sıcağı sıcağına, sanki 14 yıl geçmemiş gibi taze taze seyirciyle paylaşıyoruz.

İç içe geçen masklar: “Ağlanacak hâle gülmek”
Aslında bahsettiğiniz üzere sistemin içerisindeki zıtlıkların -eski ile yeninin, aydın ile polisin- bir araya geldiği bir sahneden bahsediyoruz. Bu bir araya gelişi de oyunun komedi unsurlarıyla beslediğini görüyoruz. Sizce komedinin buradaki rolü nedir?

Bülent Emin Yarar: Ben öyle komedi, dram diye ayıramıyorum. Bizim bir tiyatro maskımız vardır bilirsiniz. Ağlayan yüz, gülen yüz. Duşan Kovaçevic zaten bunu özellikle dile getirmiş. Onun komedisi de böyle kaba bir komedi değil. İçi olan, içi geniş olan, hem de böyle derinlere inen bir komedi aslında. Hani deriz ya; “Ağlanacak hâlimize gülüyoruz.” Öyle bir durum var bence. O yüzden salt komedi deyip geçiştiremiyorum.

Yetkin Dikinciler: Aslında içine düşülen komik durum; tam da Bülent’in dediği gibi ağlanacak hâlimize gülme durumu. Seyirci de bu duyguyu yaşıyor zaten; duygudan duyguya savrulurken bir yandan da deyim yerindeyse dalağına, karaciğerine yumruk yemiş gibi hissediyor. Kendi de işte o anda yüzleşiyor. Orada öz eleştirisini yapıyor. Çünkü kendi başına bir sistemi yıkıp yenisini kurduğunu iddia eden yazar karakteri (Teya) bağlamında, Luca Laban’ın -polisin- geçmişten çıkardığı her nesnede (Teya’nın) “Yahu, sen orada mıydın?” diye sorduğu soruyla, “Oradaydım ne kelime! Bak, babanın saatini bile getirdim, hani kaybettiğini düşündüğün” diyerek, bize gülmenin başka bir tanımını yapıyor. Evet, o an çok mutlu ediyor onu görmek ama çok da acıklı bir durum. Yani benim hatırlamadığım, geçmişimde döktüğüm her şeyi adam toplamış, getirmiş. Buna gülünür ama işte öyle gündelik bir yerden gülünmez.

“Bir oyuncunun besleneceği cevher, kendi cevheri…”
Oyuncu ve karakter arasında muhakkak ki bir etkileşim söz konusu oluyor. Oynadığınız karakterlerde kendinizden bir parça buluyor musunuz? Ya da o karaktere kendinizden bir parça bırakıyor musunuz?

Bülent Emin Yarar: Yani tabii ki içimizdeki malzemeden çıkıyor her şey. Geçen gün bir workshop yaptım. Onun da başlığını “İçimizdekiler” koyduk. Yani içimizde her şeyi barındırıyoruz aslında. Her türlü şey var insanın içinde; ne yazık ki olmasını istemediğin şeyler de var, olması gereken şeyler de var. Var, var, var, var. O kadar renkliyiz ki... Kimimiz gri tonlara bürünüyor. Kimimiz çok açıyor; böyle çiçek, bir sürü çiçekmiş gibi zannediyor kendini. Ama içimizde her şey var. Dolayısıyla bizim içimizden çıkmayınca da yazarla buluşmak çok zor.

Tabii ki yazarın şekillendirdiği, muhakkak yazarken hayal ettiği, gözünün önüne geldiği bir şey vardır. Biz yazara oyunumuzu, oyununu göstermedik. Çok istedik bunu ama şimdiye kadar olamadı. Hani o bir şaşkınlık yaşar mıydı bilmiyorum. Yaşayabilirdi gibi hissediyorum. Çünkü sinema filmini yapmış, kendisi yönetmiş. Biz seyretmedik hâlâ, Yetkin de ben de. Festivalde de ödül almış, jüri özelliği ödülü. Ama onu seyreden arkadaşlarımız alakası yok diyorlar sizdeki şeyle. Tabii ki kendi ruhumuz da giriyor işin içine. Ama bence sonuçta hedefi buluyor. Biz Duşan Kovaçevic’in yazdığı yoldan ayrılmıyoruz. Kendi başımıza bir iş yapmadık. Ondan yola çıkarak yaptık her şeyi ne çıktıysa.

Yetkin Dikinciler: Bana bir yayınevi verseler, telefon verseler, yetki verseler ne yaparım? Ben oynadığım karakterde onu düşünüyorum. O hislerimden besleniyorum ve o kaynaklardan yararlanıyorum. Ama tabii ki benim buradaki rehberim, Duşan Kovaçevic’in yazdığı karakter. O karakter böyle havada, uzayda bir şey değil; bir insan. Yani her insanın içinde, Bülent’in dediği gibi her şey mevcut.

Ben de geçen gün böyle bir kütüphane haftası nedeniyle öyle bir buluşma yaptım; panel gibi, söyleşi gibi. Bu soruyu tersten sordular bize. Dediler ki “Oynadığınız karakterlerden etkileniyor musunuz gündelik hayatta?” Buna böyle ukalaca “Hayır, olmaz” ya da “Evet; öyleyiz, çok etkileniyoruz, çıkamıyoruz” gibi bir cevap veremem. Ama eşyanın tabiatı gereği; bir kömür işçisi madende çalışıyorsa toz bırakmaz mı üzerinde? Ya da bir aşçıysak, sürekli mutfaktaysak yemek kokusu sinmez mi üzerimize? Miktarı kâfi, herhâlde biz de etkileniyoruzdur oynadığımız rollerden ama bu öyle yaşamak anlamına gelmiyor.

Madenden çıkmış adam madenci olarak dolaşmıyor ya? Aşçı çıkınca, dolmuşa aşçı olarak binmiyor. Biz de oyuncu olarak devam etmiyoruz. Oynadığımız karakterlerin kokusuyla, iziyle devam etmiyoruz. Ama Bülent’in dediğinin üzerine bu tarafını da söylemek istedim. Karşılıklı etkileşim vardır, olmak zorundadır. Çünkü Bülent’i çıkarsanız, Ahmet gelse, oynasa Ahmetçe olur o rol. Yetkini çıkarsanız, Hasan’ı koysanız, Hasanca olur o rol. Dolayısıyla böyle bir karşılıklı geçişkenlik mevcut. Olması da doğal. Çünkü bir oyuncunun besleneceği cevher, kendi cevheri.

“Dünya bir sahneyse hepimiz birbirimizi çok iyi dinleyelim.”
Uzun yıllardır birlikte sahneye çıkıyorsunuz. Karakterleri birbirinizde nasıl görüyorsunuz? Yıllar boyunca Luka’yı Bülent Bey’de; Teya’yı Yetkin Bey’de izlemek nasıl bir duygu sizin için?

Yetkin Dikinciler: Önce bizim inanmamız gerekiyor ve bu konuda hiçbir sorun yaşamıyoruz. Ben mesela iki türlü bir etki yaşıyorum. Bu soruya hem teknik hem de duygusal bir cevap vereceğim. Ben mükemmel bir oyun alanı görüyorum öncelikle. Çünkü bize bahşedilmiş bir alan orası. Boş alanda biz o iki insanı inşa edip orada seslendirmek, vücutlarını harekete geçirmek, duygularını dışlaştırmak gibi ve orada da bizi izleyen gözlerle dertleşmek gibi tekrarlanamayacak bir büyü, meditatif bir iki saat yaşıyoruz mesela. Gerçekten bahşedilmiş bir alan bu. Bizi de kurtarıyor, seyirciyi de kurtarıyor o iki saat diye düşünüyorum. Dolayısıyla bir iknada ya da o karakterlerle görmek bizim için zaten cepte diyebilirim. Çünkü işçilik kısmı orası. “Rolü çıkarmak” dediğimiz şey bu. İnandırıcılık seviyesinde önce birbirimizi ikna ediyoruz, sonra seyirciyi ikna ediyoruz.

Şimdi duygusal kısmına geliyorum. Tabii ki karşımdaki Bülent; biliyorum. Yani bu bir tiyatro, bir oyundur sonuçta. Müşfik Hoca’nın dediği gibi şakadır ama ciddi bir şakadır. Biz de ciddi ciddi o şakayı yapıyoruz hem birbirimize hem seyirciye. Her an karşımda gördüğüm Bülent Emin Yarar’ın Luka Laban’ından gözlerim doluyor, boğazım düğümleniyor. Çünkü anın o kadar gerçek olması, o ana adanmışlık ve hani kişisel gelişim uzmanlarının, yaşam koçlarının herkese anlatmaya çalıştığı bir şey var ya, anda kalmak diye; anda kalmanın heykelini görüyorum mesela karşımda, bu beni çok etkiliyor. Ben bir nevi örnek alıyorum aslında. Yani beslenmeye devam ediyorum. Bülent’in yarattığı Luca Laban’la hemhâl olurken, haşır neşir olurken ben zevk alıyorum.

Bülent Emin Yarar: Gerçekten bu karşılıklı zevk. İşte kimi seyreden “Ne güzel paslaşıyorsunuz” diyor. Hep böyle mi? Hep böyle. Zaten olması gereken de o. Çünkü dinliyoruz. Arada belki kaçırdığımız oluyordur, insanız sonuçta. Ama dinlemek, dinlemek, dinlemek… O kadar önemli bir şey ki... Bu her sahada çok önemli. Toplum olarak dinlemiyoruz birbirimizi. Duşan Kovaçevic aslında birbirini dinlemeyen insanların hikâyesini anlatıyor. Biz sahnede oyun oynarken de sanıyorum iyi beceriyoruz dinlemeyi. Dünya bir sahneyse hepimiz birbirimizi çok iyi dinleyelim.

“Her yeniden, tazedir…”
Seyircinin yoğun ilgisi, verdiği reaksiyon sizi nasıl etkiliyor?

Bülent Emin Yarar: Onların hazır gelmesi tabii ki bizim de hazır olmamızı sağlıyor her an. Çünkü taze bir seyirci var karşımızda. Bize sürekli “Bıkmadınız mı oynamaktan? Aynı şeyleri tekrarlamaktan bıkmadınız mı?” diye soruluyor. Bıkmıyoruz, çünkü gelen seyirci aynı değil. Her akşam başka seyirciye oynuyoruz. Onlar da o tazeliği istiyorlar. İlki gibi olsun istiyorlar yaptığımız yemeğin. Yemek yapmayı da ona benzetirim. Mesela güzel birinci sınıf lokantaların ya da sınıfı belli olmayan lokantaların asıl bir menüsü vardır. O hiç değişmez. Değişirse müşterisini kaybeder. Bizimki de öyle galiba biraz.

Yetkin Dikinciler: Ben de şöyle tamamlayayım. Tabii ki ne kadar oynarsak oynayalım, Bülent’in dediği gibi bir ödevimiz var: Yeni gelen seyirciye layıkıyla tekrar onu aktarmak. Ama dinlemek kısmından ilham alarak şunu da ekleyeyim. Bizi dinleyecek kitle gelmişken onlara doğru şeyi anlatma şansımız var. İşte onun için bir kere daha önemseyip yine dört başı mamur; yazarın dediği gibi, yönetmenle de el sıkıştığımız gibi oyuncular olarak sahnede birbirimizle nasıl imece kurup, nasıl sadakatle bir şey çıkardıysak, ona sadık kalarak oynamak gibi ikinci bir ödevimiz var. Bir sonuncusu da hazır yemekten benzetme yapmışken ben de bir şeyi sürdürmek olarak bakıyorum buna. Şoförlük de öyledir. Her gün aynı yolu gitmekten yorulmuyor mu? Şimdi adam uzun yol şoförü, yorulmuş olabilir. Ama o yol, yeni yolcularla yapılacak. O otobüs oradan kalkacak, diğer şehre gidecek. Ve şuna dikkat: Otuz yıllık şoför, “Otuz yıllık şoförüm” deyip güvendiği anda kaza yapabilir. Çünkü arabayı otuz yıl kullanmaz. O gün direksiyonu tutmak, trafikte doğru hareketleri yapmaktır onun şoförlüğü. Bu da şunu anlatıyor bize; tecrübe arttıkça bu tecrübenin işe yaramadığını biliyorsun. Yani “Ben tecrübeliyim” dediğin anda taklaya geliyorsun. Her yeniden, tazedir. O yüzden biz de taze kalıyoruz diye düşünüyorum. Bu konuda yine çok yetkin bir metinle karşı karşıyayız. Oyun zamanları aşan yeni ipuçları veriyor metin aralarında bize. Biz de onları yeniden keşfetmenin ya da oyunun o gün başka bir yerinin hayata eşlik etmesinin tadını çıkarıyoruz. Biz tadını çıkararak devam ediyoruz.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...