Ben Gülizar'dan önce sizin hikâyenizi dinlemek istiyorum. Meslek hayatınıza, yönetmenliğe nasıl başladınız?
Sinema benim ikinci hayatım diyebilirim. İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler, yan dal olarak da Reklamcılık bölümlerinden mezun oldum. Mezun olmamın ardından çok kısa da olsa bir film seti deneyim sürecim oldu. Sonrasında bankacılık alanında ilerleme kararı aldım. Yaklaşık altı sene bir bankada çalıştım. Fakat bu çalıştığım süre zarfında boş bulduğum her vakti sinema etkinlikleriyle, sinemaya dair araştırmalarla geçirdim.
Gönlümdeki kopamadığım şeyin sinema olduğunu fark edince tekrar sinema alanına döndüm. Öğrenci filmleri ya da atölye filmleri diyebileceğimiz film projelerinde çalıştım. Sonrasında bu işin eğitimini alma kararı aldım. Tekrar İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde bu sefer Sinema Televizyon Yüksek Lisans Programı’nı tamamladım. Aslında uzunca bir süredir film üreterek devam ediyorum diyebilirim.
Filmin ana karakteri Gülizar; birçok kadının tehdit altında olduğu şiddet, taciz, tecavüz gibi tehlikelerle karşı karşıya kalıyor filmde. Bu hikâye nasıl ortaya çıktı?
Yüksek lisans eğitimim sırasında üniversitedeki hocamın benimle paylaştığı bir hikâyesinin üzerinde çalışarak onu başka bir hikâyeye dönüştürdüm. Pandemi dönemine denk gelmişti. O yüzden bu süreç benim için de iyi bir zaman oldu. Hikâye demlendi. Nasıl bir film çekmek istediğime yönetmen olarak düşünmek için bol bol zamanım oldu. Sonrasında da fon arayışı, çekim hazırlığı derken kendimizi setin içinde bulduk.
Çok klasik bir soru olacak ama ekip nasıl bir araya geldi? Bu ekibi nasıl inşa ettiniz?
Sorunuz klasik ama belki cevap bu anlamda klasik olmayabilir. Birçok meslektaşımın setini duyma, gözlemleme, ziyaret etme, oralarda çalışma imkânım oldu. Genel olarak farkına vardığım şey şuydu: Aslında bizim film yapma kültürümüz yok.
Zamanında bir film çekme alışkanlığı başlamış ve her şeyin benzer şekilde üretilmesi, işin doğası kabul edilmiş. Örnek veriyorum, sette bağırmayan ya da emirler vermeyen bir yönetmenin varlığı başka algılanabiliyor. Hâlbuki bir hiyerarşinin içerisinde boğulmadan, tamamen filmi düşünerek bir çekim yapmak mümkün. Ben buna inanıyordum. Çünkü çekim anının kendi içinde bir kutsallığı olduğunu düşünüyorum, o alanın çok mahrem bir alanı olduğunu düşünüyorum.
Ekibi kurarken sadece profesyonel deneyime bakarak karar vermedik. Tek tek konuşarak, set kültürü içerisinde çalışırken ne kadar uyumlu olacağımızı düşünerek ekibi oluşturduk. Bu anlamda ekibimde yer alan herkese her zaman çok minnettarım.
İki ülkede çekim yaptık, Türkiye’de ve Kosova'da. Prodüksiyon koşulları ağırdı. Ama inanılmaz güzel bir motivasyon ve enerjiyle; herkesin bu filme inandığını çok kalpten hissettiğim bir yerden çok güzel bir ekip çalışması yaptık.
“Bir insana izni olmadan dokunmanın en basit hâli bile bir tacizdir”
Bir kadının sınırlarını çizme ve onu koruma üzerine de bir süreci takip ediyoruz film boyunca. Bir kadının çekirdek ailesinde, evliliğinde ya da yaşadığı taciz boyutunda kendi sınırlarının ihlal edildiğini, onu korumaya yönelik reflekslerini izliyoruz. Fakat bunlara dolaylı olarak şahit oluyoruz. Örneğin şiddeti de bize estetize ederek göstermiyorsunuz. Bu hassasiyetinizi sahneye, beyaz perdeye nasıl taşıdınız?
Filmin aslında -sizin de belirttiğiniz gibi- odağında alan ihlali var. Kadınların alanlarına sahip çıkması ve bu alanların ihlali. Cinsel taciz, bu alan ihlallerinin en belirgin olanı. Bunun dışında da günlük hayatta; yani salatanın sosunu nasıl sevdiğimizden tutun, yaşadığımız odayı kendi zevkimize göre dizayn etmeye kadar birçok detayın içerisinde biz alan ihlali yaşıyoruz. Fakat bu ihlalle ilgili farkındalığımız oluşmuyor. O kadar kemikleşmiş bir mesele ki farkındalığımız oluşsa dahi karşı bir argüman koymak bir mücadele gerektiriyor.
Bahsettiğiniz cinsel taciz sahnesini özellikle göstermeden, kadraj dışı, uzam dışı bir yerden çekerek izleyicinin kendi zihninde o deneyimi nereye koyacağı kısmını açık bırakmak istedim. Çünkü bunun çok görünür olmasının birincisi hikâyeye bir katkısı yoktu, ikincisi bunun görünür ve tanımlanır olmaması benim daha çok istediğim bir şeydi. Aslında bir insana izni olmadan dokunmanın en basit hâli bile bir tacizdir. O yüzden muğlaklığı özellikle tercih ettim.
İlk uzun metraj filminizi çektiniz. Bir kadın yönetmen olarak Gülizar'ın sizde bıraktığı hissiyat nedir?
Zor bir filmdi. Çünkü filmin psikolojisi gerçekten ağırdı. Beşinci yılın sonunda hâlâ o duygulardan çok uzak bir yerden izlemiyorum. O yüzden ben kendi adıma en azından kadın bir yönetmen olarak bu alan ihlallerinin bir parça olsun görünebilmesi, bunların üzerine tartışmaların yapılabilmesi; bireysel sınırımız nerede başlıyor, ötekinin sınırı nerede bitiyor gibi bütün bu meselelerin üzerine bir konuşma alanı oluşturabildiğim için kısmen iyi hissediyorum.
Bir yandan da maalesef güncel bir konuyu ele alıyor film. Beş yıldır devam eden bir proje ve hiçbir zaman gündemimizden düşmedi. Bu konuyla ilgili de açıkçası mutsuzum. Ama bu tür filmler çekildikçe, bu tür alanlar görünüp konuşuldukça ve tartışıldıkça ben izleyicilerin de “Evet, benim de rızam olmadan böyle şeyler yaşandı. Benim rızam olmadan, benim fikrim sorulmadan bana dair böyle kararlar alındı” diyebilirse, sorular birazcık olsun özellikle kadın izleyicilerin aklında belirebilirse daha da iyi hissedeceğim.