}
03 March 2025

Ayşe Draz: “Oyunu ortaklaşa ve kolektif yürüttük”

Forced Entertainment’in “Tomorrow’s Parties” adlı oyunun başarılı uyarlaması: “Yarın Belki de.” Yönetmen Ayşe Draz ile birlikte oyunun yorumlanma ve prodüksiyon süreçlerini, tiyatronun şimdi ve buradalığının yarattığı farkındalığı konuştuk.

“Yarın Belki de”, Forced Entertainment’ın “Tomorrow’s Parties” adlı oyununun bugüne ve bugünün Türkiye’sine uyarlanarak yaratılan bir oyun. Bu oyunu seçmenizde etkili olan şey neydi? Bir yönetmen olarak bu metni yorumlamak ve sahneye taşımak istediğiniz, sizi metinde cezbeden temel unsurlar nelerdi?

Sanırım öncelikle, işleriyle 2003 yılında Londra’da tanıştığımdan beri hayranı olduğum ve “devising”, yani Türkçeye “ortaklaşa üretim/yaratım” olarak tercüme edebileceğimiz yöntemin öncülerinden sayılan Forced Entertainment’ın bir işini alıp bugün ve burada yeniden yorumlamak, onların bir işini ilk kez Türkiye’de seyirciyle buluşturacak olmak ve bunu o güne dek sadece rüyalarımda görebileceğim bir ekiple gerçekleştirebilecek olmak beni çok heyecanlandırdı. 40 yıldır birlikte çalışan bir topluluğun ortaklaşa ürettiği ve aralarından Tim Etchells’ın nihai hâline getirip düzenlediği metin; zaten noktası, virgülüne kadar ortaya çıkmış olsa da bizim kendimizden, buradan ekleyeceklerimize ve çıkarmak istediklerimize büyük bir açıklık ve alçak gönüllülükle alan açtı. Ayrıca bir metni alıp uyarlamaktan öte bütünsel bir tasarım vardı karşımızda ve bu tasarım da kendi doğası gereği bizden de “ortaklaşa” ve kolektif bir süreç talep etti. Bir kere bu inanılmaz öğretici ve zenginleştirici bir süreçti benim için. Hele ki bu ekipte Şerif (Erol) ve Aslı (İçözü) gibi iki inanılmaz oyuncu ve insan, yanı başımda ise, Özlem (Hemiş) gibi donanımlı ve sezgileri kuvvetli bir dramaturgun olduğunu düşünürseniz...

Forced Entertainment’ın işlerini benim için bu kadar cazip kılan unsur ise sanırım tüm işlerinde mevcut olan meta-teatral yaklaşımları; yani tiyatronun kendi doğası, yapısı ve işleyişini sahnede doğrudan görünür kılmaları ve yapılanın tiyatro, hatta bir oyun (hem “play” hem de “game” anlamında) olduğuna dair bilinçli vurgu yapmaları. Genelde sahnede karakterler değil, sahnede olduğunun farkında olan ve bunu seyirciye açan, bu bilinçle söyleyen ve tasarlanmış bir mizanseni takip eden oyuncular. Dolayısıyla benim tanımımla oyuncuların kendi bireysel kimlikleriyle inşa ettikleri “personalar” izliyoruz.  Forced Entertainment’ın üretimlerinde uyguladıkları “game” tasarımlarını, çok analog bir yerden de olsa aslında disiplinlerarası yaklaşımlarını, sıklıkla kullandıkları tekrar unsurunu ve seyirciyi muhakkak eğlendirmeyi önemsemelerini çok önemsiyorum. Ayrıca neredeyse tüm eserlerinde sahnede yeni bir tür şiirsellik yaratıyorlar ve bunu da seyircinin beklentilerini ve geleneksel anlatıyı sekteye uğratan veya tamamlanmamış, kırılgan, düzensiz yapıları öne çıkararak, tiyatronun “canlı sanat” olduğunun altını çizerek gerçekleştiriyorlar.

Bu oyun özelinde sahnede kelimenin tam anlamıyla “iki kalas” ve üzerlerine asılı panayır ışıkları ile oyuncuların üzerinde durdukları küçük bir platform görüyoruz sadece. Ancak eser, bir tasarım olarak, oyuncularından bahsi geçen imgeleri hem çok gerçek kılmalarını hem sürekli seyirciyi adres ederek ezberi aslında çok zor olan bir metni aktarmalarını, bunu da aralarındaki ilişkiyi sürekli canlı kılarak ve müthiş bir şimdiki zaman farkındalığıyla yapmalarını talep ediyor. Yani müthiş dürüst ve inanılmaz bir ince ayar gerektiren bir oyunculuk talep ediyor. Bir yönetmen olarak bunu beraberce keşfetmek bana çok şey öğretti. Metin aslında seyircinin kendi heybesinde biriktirdiklerini, kendi deneyimlerini, kendi izlediklerini ve okuduklarını tetikleyerek, onların bugüne dair kendi korkuları ve umutları ile yüzleşmelerine olanak sağlıyor. İlk bakışta tekrar tekrar ve çok az şey söylüyor gibi gelse de aslında inanılmaz derecede zengin, çeşitli imgelerle dolu, hem evrensel hem de her bağlamda o bağlamın çağrışımlarını tetikleyen bir “basitlikte”, dolayısı ile yerellikte, hem politik hem şiirsel ve varoluşsal hem mizahi hem de hüzünlü bir metin bu. Ayrıca gelecek üzerinden geçmişe ve şimdiye, bugüne ve buraya bu kadar “basit” bir tasarım içinde mercek tutmak bence dahiyane bir fikir.

“Oyunun bizden ve buradan duyulması için hem Türkçenin olanaklarından yararlandık hem de oyuncuların aktarım biçimlerinde yerel olanı araştırmaya başladık”
Oyunun uyarlama sürecinde hangi noktalara özellikle dikkat ettiniz? Evrensel bir temayı yerel bir bağlama oturturken karşılaştığınız zorluklar ve fırsatlar nelerdi?

İlk başlarda, muhtemelen henüz biz kendimiz metni tam kavrayamamış olduğumuzdan ve “Burada bir karşılığı olmalı” telaşından, metne gereğinden fazla yerel dokunuş yapmaya çalıştık. Ancak zamanla anladık ki metnin bu fazlalıklara ihtiyacı yok. İki oyuncunun âdeta bir âşık atışmasındaymışçasına paylaştıkları, bazen örtüşen, bazen çarpışan, bazen kendi başlangıcıyla sonu çelişen fikirler, aslında sıradan insanların bir yemek masasında veya arkadaş toplantısında paylaşabilecekleri, ortalama gelecek spekülasyonlarından pek de fazlası değiller. Ve bu özellikle tercih edilmiş. Ancak seçimleri (ki topluluk aralarında oyun oynarmışçasına doğaçlayarak bu metnin ham maddesini oluşturmuşlar) ve sırlanmaları, yani işin dramaturjik yapısı ve oyuncuların aslen başroldeki bu fikirleri tam dozunda, ince bir ayarla aktardıklarından ötürü inanılmaz bir etkiye sahip oluyorlar. Metin 2011 yılında yaratılmış, dolayısıyla orijinal metinde bahsi geçen bazı şeyler artık bugün kulağa fazla demode geliyor veya çok yakın geçmişte gerçekleşmiş oldukları için gelecek spekülasyonu olabilmeye yeterince yabancılaşamadığımız için uymuyorlardı. Dolayısı ile bir iki yerde oyuncularla birlikte yeni senaryolar yarattık. Mesela Şerif’in “ana karnında ünlü olma” senaryosunda olduğu gibi. Bu arada şunu da belirtmeliyim ki hem orijinal iş hâlâ oynanmaya devam ediyor (mesela bu Mayıs ayında Fransa’ya turneye gidiyorlar) hem de metinde bahsi geçen senaryoların bir kısmı zaten geçmişten geleceğe projekte edilen şeyler. Ben  metnin ince mizahının da biraz buralarda saklı olduğunu düşünüyorum. Metni gereğinden fazla “yerelleştirmenin” onları tek bir olasılığa sabitlemek anlamına geleceğini fark ettik ve yeterince bizden ve buradan duyulması için hem özellikle Türkçenin olanaklarından (çeviriyi yapan Semih Fırıncıoğlu ve uyarlama ekibimiz sayesinde) mümkün olduğunca yararlandık hem de oyuncuların aktarım biçimleri ve beden dillerinde yerel olanı araştırmaya başladık. Neticede İngilizler daha “cool” duruşa sahip. Bizse Akdenizliyiz. Elbet bir iki yerde, ki bunlar sıklıkla Aslı’nın metninde ve özellikle “gelecekte her şeyin aşağı yukarı bugün nasılsa öyle kalacağından” bahsettiği yerlerde bizden, bize çok dokunan şeyleri ekledik. Ama şimdi kısmen onları bile yeniden ayıklamayı düşünüyoruz, çünkü metin bu anlamda ülkemizin gündemini yakalamakta zorlanıyor.

“Yarın Belki de” oyunun prodüksiyon süreci nasıl gerçekleşti? Oyuncularla ve ekiple nasıl bir çalışma ortamı yarattınız?

40 yıldır, hem de ortaklaşa üretim gerçekleştiren bir ekibin işini alıp burada sahnelemek, tasarımın doğası gereğiyle de bizim de süreci “ortaklaşa” ve kolektif yürütmemizi zorunlu kıldı. Ekipteki herkesin meslek ahlaklarının, işe yaklaşımlarının ve hayattaki duruşlarının zaten ortak bir zemine oturması ve süreç içinde paylaşımlarla daha da ortaklaşması inanılmaz bir deneyimmiş, onu anladım.

“Geleceğe dair kurduğumuz hayaller; toplumsal yapımızın ve geçmişimizin tetiklediği korku ve umutlardan ibaret”
Oyun iki kişinin yarına, geleceğe dair tahayyüllerini anlatıyor. Bazen umutla, bazen kaotik bir karamsarlıkla hayal kuruyorlar. Ütopik ve distopik dünyalara gidip geliyoruz. Bu dünyalar çoğu zaman bildiğimiz eserlere de dokunuyor, metinlerarasılık unsuru ustalıkla işleniyor. Peki tiyatronun edebiyatla, diğer sanat dallarıyla ve toplumsal alanlarla olan iç içeliğini bu bağlamda, bu oyun özelinde nasıl değerlendirirsiniz?

Geleceğe dair hayal gücümüzü tetikleyen her şey, her kitap, her film, her şarkı gelecek tahayyüllerinin başrolde olduğu bu metinde fazlasıyla mevcut; tabii bizim okuduğumuz, izlediğimiz ve dinlediğimiz kadarıyla... Geleceğe dair kurduğumuz hayaller ise zaten toplumsal olarak geçmişimizin ve bugün içinde bulunduğumuz toplumsal yapının tetiklediği korku ve umutlardan ibaret…   

Ayrıca oyuna dair yakın bir arkadaşımın da tanımladığı gibi: “Oyunda, sahnede iki oyuncunun diyaloglarını dinleyen izleyici, bu diyalogların bir hikâyeye dönüşmesini beklerken; metin sürekli olarak geleceğe dair öngörüler, spekülasyonlar ve tahminler sunuyor. Ancak bu öngörüler, belli bir mantıksal ya da kavramsal sıraya göre ilerlemiyor. Başlangıç, gelişme ve sonuç gibi bir anlatı düzeni yok; âdeta zaman ve düzen değişse bile oyunun bundan etkilenmeyeceği bir yapı oluşturulmuş.” Bu da seyircinin istediği yerde kendi dünyasına, zihnine gidip istediği yerde sahneye, şimdiye geri dönmesine olanak tanıyor.

İzleyicinin oyundan ayrılırken zihninde hangi soruların kalmasını umuyorsunuz? Oyun çıkışında izleyicilerin yarına dair düşüncelerini de alıyorsunuz yazılı olarak. Oradan gelen dönütler nasıldı? Oyunun mesajı, izleyicisine nasıl ulaştı sizce?

Sahnede paylaşılan fikirler arasından seyircinin kendi korkuları ve umutlarıyla yüzleşerek birlikte geçirilen “bir saatten biraz fazla” süre içinde aslında yalnız olmadığını hissetmesini umuyorum, umuyoruz…

Çıkışta topladıklarımıza gelirsek, oyunumuz seyrine henüz pek yeni başladığı ve biz de yeterince fikir toplayamadığımız için bu konuda bir yorum yapmak istemem… 

“Tiyatro ‘şimdi ve burada’ olamaya dair bir farkındalık yaratıyor”
Tiyatro yönetmenliği kariyerinizde toplumsal meselelere duyarlı projeler üretmeye önem verdiğiniz görülüyor. Tiyatro, toplumsal değişim ve farkındalık yaratma konusunda sizce nasıl bir role sahip?

Aslında benim için toplumsal meselelerden çok tiyatronun “şimdi ve burada” olmaya dair yarattığı farkındalık ön plana çıkıyor. Zaten sanırım benim için “şimdi ve burada” olmak da her zaman toplumsal bir farkındalığı, hem zamansal hem de mekânsal açıdan büyük bir resmin parçası olmanın bilincini ve de tüm bunların getirdiği sorumlulukları barındırıyor. Tiyatronun sihri ise bence bunu seyircisini eğlendirerek onu sırf zihinsel değil, duyusal da bir yolculuğa çıkararak yapabiliyor olmasında saklı. 

Son soru olarak, yarın belki de… Sizce nasıl olur?

Bugün, dünyada politik güç ve sermayenin bu kadar çok delinin elinde toplandığı, savaşların dur durak bilmeden dünyanın her köşesinde devam ettiği, iklim krizinin önemli bazı eşikleri geri dönülemez şekilde aşıp geçtiği ve muhafazakâr sağ görüşlerin yeniden bu kadar revaçta olduğu bir dönemde ve burada, yani geçen haftalarda sağın %20 oy aldığı bir seçimden yeni çıkmış Almanya’nın, benim için İstanbul’a kıyasla hâlâ “yoksul ve seksi” olan Berlin şehrinde, yarın belki de nasıl olacağından ziyade nasıl olmasını arzuladığımı paylaşmak isterim:

Yarın belki de… Ömür denen şeyin bir gün, onun da bugün olduğunu anladığımız için birbirimizle dayanışarak ve evimiz olan dünyamıza ve o bir günü paylaştığımız canlılara çok daha nazik davranarak, birbirimize şefkat göstererek ve birbirimizle empati kurarak geçiririz ömrümüzü…

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...