Suç nedir hocam? Suç olgusu bireylerde nasıl şekillenir? Psikolojik temelleri nelerdir?
Suçun tanımı için tabii ki Türk Ceza Kanunu veya ceza hükmü içeren özel kanunlarda düzenlenen tanıma bakmakta fayda var. Ceza kanunlarında veya hükümlerinde “suç” davranışı, hukuka aykırı ve cezai yaptırıma bağlanmış eylemler olarak tanımlanıyor. Yani suçu vurgulayan özellik, onun bir ihlal davranışı olmasıdır. Suç olgusunun davranışsal ve hukuksal boyutu vardır. Davranışsal boyut, doğrudan insan davranışını inceleyen psikolojinin alanına girer. Diğer boyut ise de bu fiilin kanunlara uymamasıyla ilgilidir, bu bakımdan hukukun alanına girer. Dolayısıyla suç davranışını iki alanın kesişimde olduğu bir noktadan ele almak gerekiyor.
Peki, bireyde bu suç davranışı nasıl şekilleniyor? Bunun psikolojik temelleri var mı? Var tabii ki. Ama öncelikle şunu belirtmeliyiz, yanlış anlaşılmaları gidermek için: Suçun doğrudan psikolojik ve psikiyatrik hastalıklarla bağlantısı olduğunu iddia edemeyiz. Suçla psikolojik hastalık arasında doğrudan bir nedensellik bağı kurmak hatalı bir çıkarıma sebep olur. Çünkü birçok araştırmanın gösterdiği üzere psikiyatrik hastalığa sahip bir bireyle hasta olmayan bireyin suç davranışı gösterme potansiyeli arasında oransal açıdan çok ciddi farklar yoktur. Bunu yayınlarımızda da sıklıkla belirtiyoruz. Psikolojik rahatsızlığa sahip bir bireyi potansiyel suçlu olarak değerlendirmek ancak önyargıya sebep olabilir. Dolayısıyla bu soruya psikolojik rahatsızlıklar doğrultusunda değil, insanların suça yönelmede etkili olan psikolojik faktörler üzerinden cevap vereceğim.
Öncelikle doğumdan itibaren, bebeklik ve çocukluk döneminden itibaren yaşantıların çok önemli olduğunu ifade etmeliyiz. İnsan davranışının şekillenmesi doğumla başlıyor; bebeklik, çocukluk ve ergenlik dönemlerinde devam ediyor. Özellikle yaşamın ilk yıllarında ilgi ve bakıma muhtaç bebeğin ya da çocuğun ihtiyaçlarının karşılanması, çevresini tanımaya başlaması oldukça önemli. Bebeğin, çocuğun zihni; karşılaştığı kişilerle, aile ve dış ilişkilerde bulunduğu ortam ile birlikte fiziksel ve psikolojik etkileşime geçiyor. Bir bireyin sağlıklı ilişki sürdürmesi için bu dönem oldukça önemli. Nitekim bu süreç, bireyin ilerleyen dönemlerini şekillendiren psikolojik zemini oluşturuyor.
Bebeklik döneminde, yani 0-3 yaş aralığındaki çocuklar; ebeveynlerinin ya da bakım veren kişilerin tavır ve tutumlarından psikolojik olarak etkilenirler. Psikoloji bu etkileri bağlanma kuramları ile açıklar. Bağlanma, anne ile çocuğun ilk duygusal ilişkisini oluşturur. Bu noktada anne ile çocuk arasında kurulan güvene dayalı bir ilişkiden bahsetmemiz gerekiyor. Eğer güvenli bir bağlanma gerçekleşmişse ilişki o düzlemde devam eder. Ama bebeğin ebeveynleri tarafından gösterilen reddedici, ihmalkâr, sert yaklaşımlar ve tutumlardaki tutarsızlıklar bu sağlıklı gelişime ket vurmaktadır. Sağlıklı psikolojik gelişime ket vuran asıl ebeveyn davranışı da maalesef şiddet oluyor. Zira aile içinde fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalan çocukların ilerleyen yaşlarda bu tür travmaların üstesinden gelmekte zorlandığını biliyoruz. Bunların aksine anne ve babanın sıcak, duyarlı, bakım ve ihtiyaca yönelik davranışlarda bulunması çocuğun psikolojik sağlığını olumlu yönde etkileyecektir. Bu tarz bir ilişki güvene dayalı gerçekleştiği için çocuğun ilerleyen yaşlarında da sağlıklı ilişkiler kurmasında etkili oluyor. Dolayısıyla şiddetten ve travmadan uzak ortamda sağlıklı ve güven içinde geçirilen çocukluk dönemi, suç davranışının ortaya çıkmasını engelleyen bir faktör olarak karşımıza çıkıyor diyebiliriz.
“Çocuklara önce ailede, sonra okul ve toplum içerisinde zarar verici davranışlarda bulunmaması gerektiği öğretilmeli”
Çevre, okul ya da toplumsal çevre, yaşam biçimleri ya da kültürel öğeler suç olgusunun oluşmasında ne kadar etkili oluyor?
Çocuğun ilk çevresi öncelikle aile. Çünkü ailede öğrenilen ve maruz kalınan davranışlar suça dair yönelimi de belirleyen etkenler. Ailenin çocuğu aşırı disipline etmeye çalışması, hatalı cezalandırma ve ödüllendirme yöntemleri suç potansiyelini etkileyebiliyor. Özellikle de davranışları pekiştiren ödül ve ceza mekanizmasında yaşanan problemler, bunda oldukça elzem. Örneğin çocuğun olumlu davranışlarının onaylanmaması, olumsuz davranışlarının hoş karşılanması gibi hatalı pekiştirmeler çocuğun kendi davranışlarını yanlış anlamlandırmasına sebep oluyor. Davranışsal eğilimler de buna göre şekilleniyor, ergenlik ve yetişkinlik dönemlerinde de bu öğretiler referans alınıyor. Burada ebeveynlik becerileri oldukça önemli tabii. Baştan bu becerileri iyi yöneten ailelerde büyüyen bebekler, çocuklar daha sağlıklı bireyler olabiliyorlar.
Fakat okul dönemine gelindiğinde tek etken aile olmamaya başlıyor. Aile içinde aktarılan temel öğretiler üzerine okulla birlikte akran çevresinin ve okul idaresinin davranışları ve tutumları devreye giriyor bu dönemde. Çocuk ve ergen bireyler, okulla birlikte aileden yavaşça özerkleşiyor böylelikle; eğitim ve sosyal ortamlarında kendini göstermeye, kendini ifade etmeye başlıyor. Okul dönemindeki çocukların ve ergenlerin bu süreçte edindikleri ifade tarzları çok önemli. Aynı zamanda akademik başarı da etkin oluyor bu dönemlerde. Ailenin yüksek beklentisi, akademik başarısızlıklar, okul devamsızlıkları, özellikle akran zorbalığı gibi hususlar da çocukları olumsuz davranışlara sürükleyebiliyor. Tüm bunlar suç davranışı için çok anlamlı. Dolayısıyla da süreç takibinin yapılması ve bu olumsuz davranışlara bir şekilde engel olunması lazım.
Ergenlik, benlik gelişiminde çok önemli bir dönem. Ergenlerin kendini birey olarak hissettiğini, sosyal çevreden bilgi edinmeye çalıştığını görüyoruz. Bunu yaparken de eğitim ortamında ya da akranlarının bulunduğu alanlarda çeşitli problemlerle karşılaşabiliyorlar. Bu dönemde ailenin tutumu yine çok önemli. Çünkü ailenin ihmalkâr ya da aşırı kontrolcü, baskıcı tutumları veya ödül ceza mekanizmasındaki hatalı davranışları birtakım sıkıntılara yol açabiliyor. Çocuk, bir şey başarma güdüsünü gidermek amacıyla suça yönelik daha risk alıcı hareketlere yönelebiliyor. O sebeple çocukların küçük yaşlardan itibaren önce ailede, sonra okul ve toplum içerisinde neyin doğru neyin yanlış olduğunu görmesi; zarar verici, yıkıcı davranışlarda bulunmaması gerektiğini öğrenmesi lazım. Aksi takdirde yanlış edinimler, suçlu davranışlarında temel oluşturur.
Burada en önemli kavramlardan biri “empati”nin önemini vurgulamak istiyorum. Bu kavram her ne kadar duygularla bağlantılı olmasına rağmen hem ahlaksal hem de zekâ gelişimle büyük bir ilişkisi var. “Empati”, karşımızdaki kişiyi duygusal anlamda anlamaya çalışmak, onu görmek, fark etmektir ve buna göre göre davranma becerisi oluşturabilmektir. Çocukluktan itibaren bu duygunun oluşumu sağlanmalıdır. Bunda en önemli etken yine ailedir. Fakat sadece aile ile de sınırlı değildir, ilerleyen yaşlarda da geliştirilebilen bir duygu olması sebebiyle bazı uzmanlar, eğitimciler eşliğinde üzerine çalışılabilir. Bütün çocukların, ergenlerin, yetişkinlerin empati duygularını geliştirmeye çalışmaları gerekiyor. Çünkü toplumda tek başımıza yaşamıyoruz, yaşamamız lazım en azından. Dolayısıyla empati duygusu üzerine çalışmalıyız. Özellikle çocuklar için özel programlar hazırlanabilir, böylelikle kendi olumlu ve olumsuz duygularını fark etmeleri sağlanabilir. Doğruyu ve yanlışı, olumlu ile olumsuz duyguları ayırt etme becerisi böylece erken yaşlarda edinebilsin. Burada elbette aileye, sonrasında eğitimcilere ve okul idarecilerine önemli bir rol düşüyor.
“Mekân düzenleme stratejileri, suç davranışını azaltabilir”
Peki fiziki faktörler de burada önemli mi? Suç davranışının oluşmasında sadece toplumsal çevre değil, aynı zamanda fiziki şartlar da etkili oluyor mu?
Fiziki ortamların da suç davranışı üzerindeki etkisi ilginç bir husus aslında. Örneğin geceleri sokak aydınlatmalarının yeterliliği, yaya yollarının güvenli hâle getirilmesi gibi fiziksel koşullarda yapılan birçok düzenleme suça yönelik endişeleri azaltmaktadır. Yapılan araştırmalar, bunun etkisini ortaya koyuyor. Bu tür düzenlemelere “mekân düzenleme stratejileri” diyoruz. Yine aydınlatmaya yönelik bir örnek: Ticari faaliyetlerin bulunduğu alanlarda aydınlatma seviyelerinin arttırılması; yapılan araştırmalarda da gözlemlendiği üzere soygunculuk, hırsızlık gibi suçların azalmasına yönelik etkiler meydana getirmiştir. Doğru mekân stratejileriyle inşa edilen binalar ve kamusal alanların insan sağlığı üzerindeki olumlu etkilerinin yanı sıra, suç davranışını azaltıcı ve güven hissiyatını arttırıcı etkiye sahip olduklarını yine araştırmalar sonucunda gözlemleyebiliyoruz. Bu nedenle otoparkların binaların arka tarafında yer alması, araçlarla ilgili suçları arttırıcı etki olarak ifade ediliyor örneğin. Otoparkların aydınlatılmamış, loş alanlara yapılması önerilmiyor dolayısıyla.
Tabii bu bağlamda etkili uygulamaların hayata geçirilmesi için suç analizi yapılması lazım. Hangi suçlar nerede, nasıl işleniyor? Kimler tarafından? Hangi mekânlarda daha çok ya da daha az olabilir? Demografik veriler gerekiyor. Şehir semtleriyle ilgili nüfus dağılımları, kullanılan kamusal ve özel alanlar gözlemlenmeli, semt sakinleri ile görüşmeler yapılmalı ki mekân düzenleme stratejileri uygulanabilsin.
Bu tür stratejiler güvenlik için çok elzem. Aydınlatma hem psikolojik hem de görüş alanı sağlaması için önemli. Bazı kapalı alanlarda ise tavan yüksekliği örneğin önemli. Tavan yüksekliği insan davranışını etkileyebiliyor. Alçak tavanlar, insanları baskılayabiliyor; bu kısıtlayıcı etken hareketleri yönlendirebiliyor. Yüksek tavanlar ise uyarıcı etkiye sahip olabiliyor, hareketler dikkati daha çok uyardığı için insanlar davranışını ona göre şekillendirebiliyor. Mesela kule, minare, gökdelenler ya da yüksek binalar da insanların yollarını bulmasında yardımcı oluyor. Bu bir yandan kaygılarını azaltıyor, mesafe algılarını etkiliyor.
Mesela bazı alanların mat materyal ile kaplanması o alanlara karşı ilgiyi azaltıyor. Saydam malzeme ile kaplı alanlar ise içeri ile teması sağlıyor. Örneğin bu kaplamaların etkisi saptanıp bazı suçları engellemek amaçlı spesifik düzenlemeler yapılabilir. Yahut sanatsal, kültürel değeri olan eserlerin bulunduğu caddeler, sokaklar kültürel özdeşleşme sağladığı için insanların o alana dair aidiyet duymalarını sağlayabiliyor. Mekânlara olan bu aidiyetlik ve bağlılık hissiyatı, kontrol algısı üzerinde olumlu etki gösterebiliyor. Bunlara ek olarak kameralar, güvenlik personellerin varlığı, kilit sistemleri, bariyerler, kart okuyucular ve benzeri teknolojik tedbirler psikolojik olarak güvenlik algısının oluşmasında etkili oluyor. Nitekim fiziki güvenlikle ilgili suç önleyici tedbirlerin alınması oldukça önemli. Zira bu önlemler, suç davranışını azaltma eğilimine sebep olabilir.
Aslında insanlar kendini güvenli hissettiklerinde güvenliğe aykırı olacak davranışlarda bulunmaktan da kaçınıyorlar anladığım kadarıyla.
Aynen öyle. Aslında bunun temel mekanizması buna dayanıyor. Güvenlik hissiyatı ne kadar artarsa tabii ki olumsuz davranışlar eyleminde bulunma riskimiz azalıyor. Toplumda güvenlik ihtiyacı da önemlidir bu arada. Fizyolojik ihtiyaçlardan birisidir. Temel barınma, yeme içme gibi fizyolojik ihtiyaçlardan sonra gelir ve önemlidir. Yoksa insan kendini her an tehditte gibi hisseder. Güvenli hissetmediğiniz ortamlarda kendinizi huzursuz, kaygılı, tedirgin hissedersiniz. Bunlar ister istemez riskli davranışlara itebilir sizi, meyliniz yoksa bile.
“Çocuk ve ergenleri bağımlılıklardan koruyacak politikalar öne çıkarılmalı”
Çevresel ve fiziksel faktörler, insan davranışını bu denli etkiliyorsa etkiye açık yaş grubunda olan ergenler için pek çok tehdit unsurunun olduğunu da düşünebiliriz o hâlde. Bu tehditlerden sanırım en korkutucusu madde bağımlılığı. Ayrıca o yaş grubunu olumsuz davranışlara, duygulara itiyor; suça sürüklüyor. Bu konu hakkında sizce ne yapılmalı?
Suç ile ilgili en önem arz eden konulardan biri evet, bağımlılık meselesi. Araştırmalarda da tespit edildiği üzere ergenlik, bağımlılıkların arttığı hassas bir dönem. Tütün ürünleri, alkol ve uyuşturucu madde bağımlılıkları bu dönemde geliştirilebiliyor. O dönemde çocuklar, ergenler çevrelerinden etkilenmeye açık ve hazır bir durumdalar; dolayısıyla çevresinden, arkadaşından etkilenip bağımlılık yapıcı ürünlere temas edebiliyor, maruz kalabiliyor ve kullanıma böylece başlayabiliyor. Dolayısıyla bu tür maddelere maruz kalan çocuklar dikkatle takip edilmeli, bağımlılık tedbirler üzerinde durulmalıdır. Çocuklar bağımlı olmasa bile bu tür maddeleri kullanması bağımlılık açısından risk oluşturuyor. Çünkü bağımlılık yapan bir maddenin tek seferlik bile olsa aşırı kullanımı bireyi nörobiyolojik açıdan etkileyerek davranışları üzerindeki otokontrolünü ortadan kaldırabilir. Eğer bireyde genetik, psikolojik ve çevresel olarak suça hazır bulunmuşluk söz konusuysa; tek kullanımlık bile olsa alkolün veya uyuşturucu maddenin aşırı kullanımı, birey şiddete yönelik davranışı sergilemede daha açık hâle gelebiliyor.
Alkol ve madde bağımlılığı ile suç davranışı arasında pozitif yönde oluşan bu ilişkiyi ortaya koyan çok sayıda bilimsel çalışmalar mevcuttur. Bu nedenle öncelikle çocuk ve ergenleri bu tür bağımlılıklardan koruyacak politikalar öne çıkarılmalıdır. Bu hem birey sağlığı hem de toplum sağlığı açısından ele alınarak analiz edilmesi gereken bir konu diye düşünüyorum.
"Psikolojik bozuklukları, suçla ilişkilendirmek hatalıdır"
Suçu toplumsal açıdan genellikle anomi olarak görüyoruz. Peki, suç gerçekten patolojik bir şey midir ya da herkesin içerisinde suç işleme potansiyeli bulunur mu? Yani bu sadece davranış bozukluğu gösteren kişilerde mi gerçekleşiyor, yoksa hepimizde böyle bir dürtü var mı?
Bunun cevabı da net aslında. Başta söylediğim gibi, psikopatolojiye sahip olan kişilerle sağlıklı bireyler arasında suç davranışını göstermek arasında çok ciddi farklar yok. İlgili araştırmalar bunu gösteriyor. Bu nedensellik bağını kurmak hatalı olabilir açıkçası. Bunu net olarak ortaya koyayım ben. Ama spesifik olarak bazı bozuklukların kısmi de olsa suç unsurunu oluşturma riski var, evet.
Psikologların, psikiyatristlerin kullandığı DSM denilen Tanı Ölçütleri Kitabı adlı basılı bir yayın var. Psikolojik ve psikiyatrik tanılar burada yer alır. Bazı spesifik yani örneğin dürtü kontrol bozukluklarını kapsayan tanıları, özellikle de antisosyal kişilik bozukluğu, piromani ve kleptomani tanılarını alan kişilerin suç davranışlarında bulunması söz konusu olabilir. Çünkü burada mesela kleptomani dediğimiz bir hırsızlık yapma, çalma isteğiyle ilgili bir dürtü bozukluğu söz konusu. Aynı şekilde piromani, yani yangın çıkartma ile ilgili dürtüsel anlamda kendini kontrol edememe söz konusu. Antisosyal bozukluk ya da kişilik bozukluğu dediğimiz hem kendine hem çevreye zarar verme niyeti olabilen ve bundan çekinmeyen kişilerin aldığı tanılar ise zaten uzmanların teşhisleri, değerlendirmeleri ile yapılır. Bu rahatsızlıklara sahip kişilerin suç davranışı olduysa zaten adli makamlarca tıbbi destekle bu tanılar konulup gereği yapılır.
Ama genel olarak psikolojik bozukluklarını suçla ilişkilendirmek hatalıdır. Birtakım araştırmalara göre spesifik olarak bazı genlere sahip olan kişilerin suça meyilli olduğuna dair işaretler ve bulgular var. Her ne kadar genetik altyapıya dayanan çalışmalar olsa da birey eğer sağlıklı bir ailede, çevrede ve toplumda yaşam sürecini devam ettirmişse suç davranışı göstermiyor. Yani genetik olarak bende o gen olsa bile sağlıklı bir çevrede bulunuyorsam suç davranışına yönelmiyorum. Buradan şunu anlamalıyız: Genetik dâhil tek başına suç davranışını açıklamada yeterli bulgu ortaya koyulmamaktadır. Burada yine bireyin suça meyil oluşturacak ortamlarda bulunması, aile ve sosyal çevresi, sosyal medya gibi etkenlerin birlikte alındığında genetikten daha anlamlı bir nedensellik gösterdiğini söyleyebiliriz.
Dolayısıyla psikopatoloji, genetik gibi olgular üzerinden bireylerin suç işleme potansiyelleri hakkında bir genelleme yapmaktan kaçınmalıyız. Yani “Herkes suça meyilli midir?” diye bu potansiyele yönelik bir soru sorarsak tabii ki değiliz. Tüm bu genellemelerden uzak bir değerlendirmeye ihtiyacımız var. Her ne kadar bir meyil ya da genetik yatkınlık olsa da bir bireyde, ona suçlu ya da potansiyel suçlu muamelesi yapmamalıyız. Bu zaten hukukun dikkat ettiği en önemli husus. Tüm bilimsel teknikler kullanılıp birinin potansiyel suçlu olabileceği iddia dahi edilse kişi suç davranışını yerine getirmediği müddetçe suçlu muamelesi görmemeli. Bu hukuken de yanlış olur.
Uzmanların ve yetkililerin de bu davranışa önleyecek stratejileri iyi analiz etmesi lazım. Bu bulguları tabi kullanacağız, değerlendireceğiz. Ama suçlu muamelesi yapmayacağız. Ne zaman ki birey suç fiilini gerçekleştirir, o zaman suçlu muamelesi görebilir. Bu aşamalar da ancak adli makamlarca yürütülebilir.
“Düşük benlik algısı, otokontrolü zedeliyor; bu da suça meyli arttırıyor”
Peki, cinayet, taciz, hırsızlık ya da kundaklama gibi çeşitli suçları işleyen bireylerin güdülenmesindeki faktörler neler?
Suça giden birtakım etkenlerden bahsedebiliriz öncelikle. Empati örneğin. Mesela empati duymayan; sevgi, saygı, ahlaki değerler çerçevesinde ilişkiler kuramayan, kurmayan, toplumsal kurallara ve kanunlara uymayan, uymak istemeyen, kısaca tamamen dürtüsel diye tarif edebileceğimiz şekilde yaşam süren bireylerin şiddete ve suça meyilli davranması daha mümkün olabiliyor. Bu davranışları göstermeyen bireyler daha dürtüsel, daha anlık yaşıyorlar. Empati kurmuyorlar, dolayısıyla sosyal ilişkilerinde sıkıntılar var. Kuralları reddediyorlar, toplum içinde yaşamaları sorun hâline geliyor. Benlik kontrolü, yani otokontrolü düşük olan insanlarda suça eğilimin olabileceğinden böylelikle bahsedebiliyoruz. Bu yine özellikle bireyin çocukluk döneminde ebeveynin ya da bakım verenin tutumlarıyla ilgili, yanlış ödüllendirme ve cezalandırma davranışıyla ilgili. Çünkü çocukların yanlış davranışları söz konusu olduğunda ebeveynlerinin müdahaleleri çocukların benlik kontrolü üzerinde etkin oluyor. Bu mekanizma sağlıklı gelişmezse birey, yetişkinlik döneminde bazı sıkıntılar yaşayabiliyor.
Erken çocukluk döneminden itibaren oluşmaya başlayan bu benlik kontrolü, sekiz yaş civarında bireyin zihninde daha kristalize hâle gelip, oturmaya başlıyor. O yüzden çocukluk-ergenlik dönemlerinin öncülü olan kristalleşme sürecinde yaşanan sapma ve sorunlar, kişideki kontrol duygusunun zayıf kalmasına sebep oluyor. Bu oldukça kritik. Çünkü araştırmalar gösteriyor ki düşük benlik kontrolü olan bireyler ile suç ve benzeri davranışlar arasında güçlü bir etkileşim bulunuyor.
Düşük benlik kontrolüne sahip kişiler; öngörüsüz, duygusuz ve düşük muhakeme yetenekleri ile birlikte risk almaya meyilli olmaları nedeniyle suç davranışları sergileyebiliyorlar. Hepsi birbiriyle alakalı. Bu tür kimseler, kendilerini kontrol etme mekanizmaları gelişmemiş oluyor sağlıklı bir şekilde.
“Suça yönelik içerik ve paylaşımların aslında toplumca hoş görülmemesi lazım”
Hocam, suç davranışını etkileyen fiziki, çevresel ve hukuksal faktörlerden bahsettik. Sanıyorum bunun başka bir veçhesi de dijital dünya. Gündelik pratiklerimizde sosyal medya platformları önemli bir yer tutuyor. Bu platformlarda da çok fazla taciz, hakaret, zorbalama, şiddet, nefret söylemi, hatta cinayetler paylaşılıyor. Bu gibi paylaşımlar, özellikle de çocukluk ve ergenlik dönemlerinde -ve elbette suçun oluşmasında, normalleşmesinde ya da güzellenmesinde- ne kadar etkin bir rol oynuyor? Bireysel olarak hem çocuklarda hem ergenlerde hem de yetişkinlerde ne gibi sonuçlar doğuruyor?
Evet, bahsettiğiniz önemli bir husus. Fiziksel mekânlar kadar sosyal medya dediğimiz dijital mekânlar da çok önemli. Çocukların elinde bile telefon, tablet, bilgisayar denetimsiz bir biçimde bulunuyor ve sosyal medyaya araçlarına kolayca ulaşmaları mümkün olabiliyor. Bundan kaçmak zaten mümkün değil. Fiziksel mekân kadar sosyal medya da önemlidir diye düşünüyorum. Özellikle de çocuklarla ergenler açısından. Çünkü onlar zaten zihinsel kontrolünü geliştirme aşamasında oldukları için, iyiyi-kötüyü henüz ayıramadıkları için riske açık durumda oluyorlar. Sosyal medya aracılığıyla dünyanın bir ucundaki bir kişiye, bir mesaja ya da bir ortama bir anda girebiliyorsunuz. Bu nedenle bir risk oluşturuyor. Dolayısıyla da sosyal medya tabii ki suç davranışlarının rahatça ve hoyratça sergilendiği bir mecra olarak karşımıza çıkıyor.
Suça yönelik içerik ve paylaşımların aslında toplumca hoş görünmemesi lazım. Bu, sosyal medya için de geçerli, fiziki dünya için de geçerli aslında. Bu tarz içeriklerin tepki görmesi lazım. Böyle bir tepki, bireylerin toplumsal kurallara uyum göstermesini sağlayabilir. Ayrıca bu tür paylaşımlara ve içeriklere yönelik ilgili makamlarca adli işlemlerin de yapılması lazım.
Sosyal medyada suç örüntüsünü içeren içeriklerin hoş karşılanması ve yaygın şekilde paylaşılıyor olması suç davranışına yönelik hatalı ve çarpık algılamalara meydan vermektedir. Suç davranışının bu paylaşımlar sebebiyle normalleştirilmesine sebep olmaktadır. Özellikle de doğru ve yanlışı ayırt etme kabiliyeti gelişme sürecinde olan çocuk ve ergenleri olumsuz etkilemektedir. Suç içeren paylaşımların doğru ya da normal lanse edilmesi doğal olarak suçun yaygınlaştırılmasına da zemin hazırlıyor.
Herhangi bir suç davranışının ya da sosyal medya içeriğinin yaygın olması; onun “doğru”, “iyi”, “güzel” ya da “normal” olduğu anlamına da gelmemelidir. Bunu iyi öğretmemiz lazım bizim gençlere, yetişkinlere de aynı şekilde. Ne kadar çok paylaşım alsa bile yanlış yanlıştır, doğru doğrudur. Herhangi bir zarar verici içerikli yayın ya da paylaşımın yanlış olduğunu bilmemiz lazım. Yaptığı davranışın ya da paylaşımın sonuçlarını tam olarak idrak etme anlayışına sahip olmayan, özellikle de çocuk yaşlarındaki bireyler ve ergenler; bu durumdan tabii ki olumsuz etkileniyor. Bu davranışlara da farkına varmadan alet olabiliyorlar, yanlış bir eylemin peşinden gidebiliyorlar. Burada yine ebeveynlere önemli bir rol düşüyor. Ebeveynler doğru ve yanlışı ayırt etmeyi iyi öğrettiğinde çocuklar sosyal medyada kendilerini korumayı daha iyi öğrenebiliyorlar.
Dijital ortamın, sosyal medyanın kullanımı konusunda da insanların bilinçlendirilmesi, siber suçların ne olduğunun öğretilmesi lazım. Hangi tür paylaşımlar, siber suç kapsamına girer? Bunların nasıl önlenmesi gerekir? Bu konularda da çalışmalar yapılabilir, politikalar geliştirilebilir. Sosyal medya üzerinden çok fazla kişiye ulaşılabiliyor, erişim kolaylığı sebebiyle. Bu yüzden çok dikkatli, tedbirli olmak lazım. Siber suçlarla karşı karşıya kalındığında ise adli makamlara başvurmak gerekiyor.
"Kadın-erkek eşitsizliğini besleyen döngü kırılmalı"
Hocam hem bununla ilişkili bir bakıma hem de genel bir sorun üzerine soru sormak istiyorum. Özellikle son yıllarda kadına şiddet, taciz ve cinayetlerde bir artışı söz konusu. Bu artışın psikolojik sebepleri nelerdir? Bilhassa kadına yönelik bu kadar şiddetin artıyor olmasında psikolojik etmenler neler olabilir?
Genel olarak söylediğimiz her şey tabii ki suç davranışı anlamında bu konuyla ilintili. Ama tabii spesifik bazı şeyler de var. Kadına yönelik şiddet hususunda; aile içinde gelişmeye başlayan, sonrasında da eğitim ve sosyal ortamlardan, hatta dijital ortamlardan etkilenen davranış eğilimleri yine büyük rol oynuyor. Öncelikle aile içinde sevgi ve saygıyı göremeyen, hatta şiddete ve tacize uğrayan anne figürüne şahit olan çocukların bu durumu psikolojik olarak içselleştirmesi, şiddet davranışını öğrenmesine sebep oluyor. Bu şiddet davranışının öğrenilmesi, nesiller boyu aktarıma da yol açıyor.
Burada tabii öncelikle “kadın erkek eşitsizliği” ve kadına yönelik bir ayrımcılık hususu söz konusu. Bu döngünün de mutlaka değiştirilmesi lazım. Toplumsal olarak erkeğin kendini kadından daha üstün görmesi, maalesef psikolojik ve fiziksel şiddet içeren davranışları sergilemesine sebep olabiliyor.
Aile içinde değer verilmeyen, saygı duyulmayan ve maalesef “ikinci sınıf” bir insanmış gibi davranılan kadınların yaşadığı bu çarpıklık ya da dramatik anlayış; toplumsal olarak da eğer karşılık buluyorsa, bu durum çok daha tehlikeli, vahim boyutlara geliyor. Toplum düzeyinde kadına verilen değer, erkekle eşit olmalı. Bu nedenle eşitsizlikler ve şiddetin kültürel ve sosyolojik altyapısı iyi değerlendirilmeli. Toplumda kadına bakış açısını; ayrım gözetmeden, eşitlikçi bir anlayışla geliştirmemiz lazım.
Kadına yönelik taciz ve şiddet gibi olumsuz davranışlar; toplum tarafından kınanmalı, eleştirilmeli. Bu bir toplumsal duyarlılık mekanizmasıdır aynı zamanda. Bu tepki mekanizmaları, erkeğin kadına yönelik olumsuz tutum ve davranışlara engelleyici bir etki göstermeli. Hangi bağlamda olursa olsun, ayrımcılığın önüne geçmemiz lazım. İnsanlara eşit ve adaletli davranılması; adalete ve genel olarak toplumsal güvene olan bakışı da kuvvetlendirir şekilde. Ancak bunun üstesinden gelmek için bayağı bir çaba göstermek de gerekecek.
Bu yaklaşımlara ek olarak, ekonomik koşulların geçimi zorlaştırılması, insanların temel ihtiyaçlarına karşılamakta zorlanması diyelim. Daha geniş çapta da ülkenin çeşitli buhranlar, ülke çapında buhranlar, ekonomik zorluklar, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, uzun süreli işsizlikler gibi ekonomik faktörler de insan davranışı üzerinde olumsuz etki gösteriyor. Bunlar aile içinde maalesef şiddete dönüşebiliyor. Yani ekonomik koşullar, doğrudan şiddetle alakalıdır demiyorum. Ama hem bireysel hem de toplumsal anlamda yaşanan zorluklar, kaygı yaratabiliyor. Bu nedenle bireyler dolaylı yönden şiddete mahal verecek eğilimler geliştirebiliyorlar. Yeme içme, barınma, beslenme gibi fizyolojik temel ihtiyaçlarının yanı sıra güvenlik ihtiyacı da önemli. Bunun sağlıklı ve yeterli şekilde karşılanması gerekiyor. Sosyoekonomik koşullar, ülkenin refah seviyesi de bu bağlama katkı sağlayan son derece önemli hususlar. İnsanların bu temel ihtiyaçlarını zorlanmadan karşılaması lazım ki bir huzur ve güven ortamı oluşsun. Yani ekonomik zorluklar psikolojik zorlanmayla da bağlanırsa şiddet davranışını arttırabiliyor. Ama bu temel ihtiyaçlarını bir şekilde karşılayan bireylerin sevgi, saygı, aidiyet gibi daha soyut, daha manevi değerlere yönelmesi de daha kolay oluyor bu sefer.
İnsan sevgi duyduğu varlığa şiddet göstermiyor, gösteremiyor. Bunu biliyoruz. Bu nedenle başta eşlerin birbirine olan sevgisini göstermesi lazım aile içinde. Çocuklarına sevgisini göstermesi lazım. Ve tabii ki diğer diğer tüm insanlar aslında sevebilme gayretinde olması lazım. İlla ki yüzde yüz herkesi severek geçineceğiz diye bir şey yok. Dolayısıyla saygı her şeyin üstünde yer alıyor. Bu idealize bir yaklaşım olabilir ama sevgi ile birçok şeyin üstesinden geliniyor. Çoğu problemin önüne geçecek bir şey sevgi. Yunus Emre'nin bir sözü var: “Sevelim, sevilelim, işi kolay kılalım” diye. Çok geçerli ve etkili bir yaklaşım olduğunu, felsefi bir mihenk taşı olduğunu söyleyebilirim.
Sonuç olarak psikolojik bağlamda ele alınsa da suç davranışı ve suçun önlenmesi aslında multidisipliner bir şekilde incelenmesi gereken bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Ben burada psikolojik ağırlıklı bahsettim ama tabii ki ekonomik boyutu var, sosyolojik boyutu ve hukuki boyutu var. Hepsi birbirleriyle bağlantılı. Dolayısıyla suç davranışını analiz etme ve önleme sürecine bu disiplinlerin dâhil edilerek iş birliği içinde ilgili kurumların hareket etmesi gerektiğini düşünüyorum.