Tutmasam düşecektin
Hepimize bir şekilde söylenmiştir şu söz: “Tutmasam düşecektin.” Düşüşün fiziken ve ruhen bıraktığı hasardan bazen bir el, bazen bir masal, bazense umut dolu bir ses çeker alır diptekini. Bir tutunuş öyküsünü masalsı bir anlatımla bize sunan “The Fall” (2006) filmine gelin birlikte bakalım.
Bizi tanımayan birileriyle sohbet ederken yakınlık kurmak niyetiyle kendimizden bahsederiz ya hani… Bazen iyi yönlerimizi öne çıkarırız, bazense zayıflıklarımızla dalga geçer, fark ederlerse de onlar alay edemeden gerçekliğimize gülmek ister kendimizi öyle tarif ederiz. Biz dedim ama başkaları için vaziyet farklı ilerleyebilir elbette. Anlatmama gerek kalmadan çoğu insan şahit olduğu için sadece altını çizmek adına yeni tanıştıklarıma söylüyorum genellikle: “Ben sakar biriyim.” Bu bir zayıflık değil, insanlar gülsün diye uydurulmuş bir meziyet de değil. Çoğu zaman maalesef ki kendimi ya sakatlıyorum ya hastanelik ediyorum ya da zor bir durumun içine sokuyorum. İstemsizce, kesinlikle istemsizce…. Bu yüzden benim gibi sakarlıktan mustarip insanların yanında pek dolaşmam; tek başıma hayatta kalmak zorken bir başkasının sakarlık etkilerini de beraberime alırsam muhtemelen tek bir adım atamadan binlerce musibetle karşı karşıya kalırım. Böylece hep yamacımda “Tutmasam düşecektin!” diyen birileri olur, sadece bir insan değil; bir ağaç, bir telefon kulübesi, bir masa, bir duvar, bir anı… Ve sadece fizikî değil; kalben, ruhen, zihnen…
Bu destek alma ihtiyacı, sanıyorum herkeste bir miktar var; hem maddi hem manevi açıdan. Çünkü düşmek, tökezlemek (her anlamda) insanoğlunun yürüdüğü engebeli hayat yolculuğunun bir parçası. O an tabii kişiye has; bazılarımız için dinlenebileceği bir durak, bazılarımız için güç topladığı bir zaman, bazılarımız için yolun bittiği sanrısıyla etrafı kararttığı bir final. Ama üzerine kapaklandığımız yere de olsa muhakkak tutunup kalkıyoruz yeniden; bazen bir el uzanıyor, bazen bir ip… Bazen bir zeminin bize en yakın yüzeyi kendini fark ettiriyor. Hatta bazen de kendi içimizde bir yerlerde “Haydi!” diye haykıran sese asılıyoruz.
The Fall: İçten içe düşüş
Düşmüş, düşerken çeşitli fiziksel yaralanmayı, manevi kırılmayı yaşamış insanların hikâyelerinin kesiştiği bir filmle karşılaştım geçenlerde; birbirimize dayanarak yürüdüğümüzü bildiğim, düşmeme izin vermeyen değerli bir kişinin vasıtasıyla. Bireysel ya da dış etkenle sürüklendiğimiz boşluktaki bu süreci; The Fall (Düşüş, 2006) filmiyle izlemek beni fazlasıyla sarstı tabii. Hintli yönetmen Tarsem Singh’in teknik ve felsefi açılardan hikâyeyi ustalıkla, fantastik ve derinlikli bir dille işlemesi ve bunu başarıyla sunması beni fazlasıyla şaşırttı. Her karakterde kendimi, hayatı, hayatımı süsleyen masalları -daha doğrusu dünyayı ve dünya tarihinin büyüleyiciliğini yitirmiş kaosunu- gösterdi bana sanki. Yolun dibindeki çukurdan asla çıkamayacağımızı düşündüğümüz bir anda, yeniden kalkmamız için sevgiyle uzatılan elin ne derece kıymetli olduğunu özellikle… Singh bunu yaparken alışagelen ve modernist dünya tarihi anlatısını masal diliyle öyle estetik bir şekilde eleştiriyor ki filmde sadece hikâyeye odaklanmıyor; bu eleştirilerin simgesel gösterimlerine de kapılıyoruz. Renkler, kadrajlar, kostümler, mekânlar… Hepsi bu etkileyiciliği daha da büyütüyor; oyuncuların yetenekli performansları ise fantastik bir örgünün içinde dahi olsa duyguların gerçekliğini yüzümüze, gözümüze, yüreğimize çarpıyor. Peki ne anlatıyor; nasıl anlatıyor?
Aslında senaryo eski. 1980, Bulgaristan yapımı; Valeri Petrov’un kaleminden, Zako Heskıja’nın kadrajından çıkan bir filmin (Yo ho ho) uyarlaması… Uyarlama diyoruz ama Tarsem Singh’ın yorumu, katkısı, dünyası bambaşka. Tarsem’in anlatısına dönelim: Beethoven’in 7. Senfonisi’nin melodileri doluyor kulaklarımıza önce ve iki ayrı kişinin iki ayrı düşüşü ile açılıyor sahne ve başlıyor hikâye. Anlatı, 1920’lerde bir hastanede geçiyor. Hastanenin sakinleri; yaşadıkları hayat tecrübelerini, acılarını, çıkmazlarını da beraberinde getirerek bu hastanenin karanlık koğuşlarına konuk oluyorlar. Kimi dakikalar, kimi günler, kimiyse aylar boyunca…Ama hikâyelerinin birbirine değdiği çok az an var. Bu anlar, Roy’un Alexandria’ya masal anlattığı dakikalardan oluşuyor sadece. Keza hastanede oluş sebepleri ortak olan bu iki hastanın bir araya geldiği dakikalar, masalsı bir alanda önce kendi hikâyelerini birleştiriyor, ardından da hastanedeki diğer konukları…
Roy, envaiçeşit hikâyede gezinen Hollywood’un gizli bir hayaleti… En tehlikeli sularda yüzeni, dağ bayırları aşanı, savaşlarda bocalayanı, dövüşeni… Görüntüsünün kimliği başkasına ait olsa da en kritik anların, en heyecan verici sahnelerin kahramanı... Los Angeles’ta dublörlük yapan diğer pek çok aktör gibi… Gizli kahramanı olduğu bir filmin çekiminde köprüden düşene kadar tabii. Bu kazayla birlikte önce vücudunun hareket kabiliyetini, ardından mesleğini ve sevdiği kadını kaybetmenin acısıyla baş başa kalan Roy, yolun sonuna geldiğine inanıyor. Düşüşü, onun mental ve fiziksel çöküşünün sebebi oluyor. Alexandria ise portakal toplarken ağaçtan düşüp kolunu kırmış 8-9 yaşlarında Romanyalı bir kız çocuğu. Annesi ve kardeşleriyle kırsalda yaşıyor; babası “kızgın” birkaç adam tarafından evleri yakılarak öldürülmüş. Babasını, eski mutlu günlerini özlüyor. Bu küçük çocuğun merakı, keşif arayışı karanlık hastane koğuşlarında gerçekleşirken Roy ile kesişiyor yolu ve Alexandria masallar diyarında buluyor kendini. O masal diyarı, ikisinin düşüş hikâyesinde bir ip oluveriyor; biri özlediği babasını, diğeri yaşamaya olan isteğini yakalıyor.
Büyük İskender’den Charles Darwin’e…
Alexandria… İsmi Roma İmparatoru Büyük İskender’den (Alexander the Great) geliyor. Roy, Alexandria’nın hastanedeki meraklı gezintisi esnasında onun ilgisini, isminin kaynağındaki bu imparatorun hikâyesini anlatarak çekiyor. Hikâye aslında Alexandria’nın hoşuna gitmiyor; bu sebeple Roy, bambaşka bir hikâye yaratıyor. Görüp beğendiği her şeyi elde etmek isteyen ve bu uğurda kendisine engel olan herkese zarar veren Vali Odious’la mücadele içindeki 6 kahramanın öyküsünü anlatmaya başlıyor bu sefer. Maskeli Haydut, Otto Benga, Charles Darwin, Hintli, Luigi ve Mystic… Roy anlatırken Alexandria’nın zihninden izliyoruz biz de masalı. Önce bir kelebek beliriyor; mavi-yeşil kanatları olan bu kelebek (Americana Exotica) karakterlerin bulunduğu adaya dönüşüyor.
Kelebek, karakterlerden biri olan Charles Darwin ile ilişkili. Darwin, doğa sevgisi yüksek, özellikle de nesli tükenmek üzere olan bir kelebek türü Americana Exotica’nın tutkunu. Çantasında gizlediği maymunu Wallace ile birlikte dolaşıyor, ondan aldığı fikirlerle hareket ediyor (bu iki isim ve ilişki bir yerden tanıdık). Büyük bir çabayla aradığı bu kelebeği Vali Odious ona ölü olarak gönderir ve Vali’ye olan öfkesi böyle başlar Darwin’in. Patlayıcı uzmanı Luigi ise Vali yüzünden yapayalnız kalmış; onu böyle bir tecride maruz bırakandan intikam almaya yemin etmiştir (isim değişken burada ama tarihte bu figürden çok var). Hintli, dünyanın en güzel kadınıyla evlenmiştir, bu sebeple fazla kıskançtır ve kendisinin dahi bakmaya kıyamadığı eşinin başkaları tarafından görülmesini asla istemez. Fakat Vali Odious, bu kadını görebilmek için onu kaçırır ve başka bir yere gidememesi için labirent gibi inşa ettiği bir kalede onu mahsur bırakır. Kadının Vali’den kurtulma şansı sadece intihardadır, böylece kendisini o kuleden aşağıya, ölüme atar. Eşinin kaybı Hintliyi derinden etkiler ve Vali Odious’tan bunun öcünü almaya ant içer.
Vali’nin diğer bir düşmanı da Otto Benga’dır. (Bu isme de aşinayız aslında; Ota Benga 1904 yılında Belçika Kongosu’ndan ABD’ye zincirlere vurularak getirilmiş, New York’taki Bronx Hayvanat Bahçesi’nde “İnsana En Yakın Ara Geçiş Formu” -Darwin’in teorisiyle de bağlantılı- olarak teşhir edilmiş, yaşadığı bu muameleye dayanamayıp çaldığı silahla kendini vurarak yaşamına son vermişti.) Roy’un anlattığı masalda Otto Benga eski bir esirdir; kardeşiyle birlikte eziyetler içinde çalışırken kardeşi koşullara ve Vali Odious tarafından yaşatılan ızdıraba dayanamaz ve hayatını kaybeder. Bu acıyla zincirlerini kıran Otto, artık Vali’nin peşindedir. Kardeş acısıyla yanan biri daha vardır bu hikâyede: Maskeli Haydut. Vali Odious, Maskeli Haydut’un ikiz kardeşini öldürmüş, sevdiği kadını da elinden almıştır. Karakterlerin hepsi, o adada tek bir amaç için bir aradadır: Onlara bu acıyı yaşatan Odious’u gizlendiği yerde bulup öldürmek. Karakterlere sonradan dâhil olan Mystic ise hakikaten mistik bir gücün sembolü olarak oradadır; ummadık anda yardımcı, yol gösterici, harita ve hatta umut ritüelleriyle belki de grubun şamanı, rahibi, rehberi… İlahi hedef: Salt kötünün yenilmesi…
Morfin etkisi: Gerçekle düş, ölümle yaşam arasında
Roy, kahramanları tanıtırken Alexandria’nın hayal âlemine dalarız biz de. Karakterlerin hepsi, Alexandria’nın ve Roy’un ortak tanıdığı (hastane çalışanları) yüzlere sahiptir. Tabii daha renkli kostümlerle, daha fantastik hâllerle… Maskeli Haydut, ilk başta Roy’un zihninde Alexandria’nın babasının siluetindedir. Roy, Alexandria’nın kutusunda sakladığı aile fotoğrafından ilham alarak öyle tarif eder. Bu tasarımı ise bu tatlı çocuk bozar; Maskeli Haydut, Alexandria’nın hayallerinde doğrudan Roy’dur, babası değil. Haydudun maskesi de filmin sürrealistliğini simgeler niteliktedir; Salvador Dali’nin “Face of Mae West”ine gönderme yapar gibidir Tarsem…
Giydirilen amaçlar, kostümler, roller belirlenmiş hâlde olay örgüleri de birbiri ardına gelmeye başlar. Bu olaylar Roy’un günden güne değişen ruh hâliyle çetrefilli bir duruma bürünse de… Masal tek seferde bitmemelidir, o yüzden her buluştuklarında masalı yarım bırakır. Kendi sonu; masalın nihayeti için tek koşuldur çünkü. İntihar edebilmesi için morfine, morfini elde edebilmesi için de Alexandria’nın merakına ihtiyacı vardır. Bin bir gece masallarındaki Şehrazat gibi… Fakat Şehrazat yaşamak için hikâyelere tutunurken; Roy ölmek için anlatır. Uykusuna iyi geleceğine inandırarak Alexandria’yı ecza deposuna yollamaya ikna ettiğinde onun üç adet getireceğinden; karşı yatakta yatan hastanın dolabından hapları çalmaya yolladığında kavanozun şekerle dolu olabileceğinden habersizdir tabii. Roy ölememekte, masal da bitememektedir. Masalın gidişatı, Roy’un hayal kırıklıklarıyla şekillenir bu yüzden. Sevdiği kadın Vali Odious’un nişanlısı olarak dâhil olur anlatıya; onun terk edişi, affedilişi, yüzleşmesi, yeniden hüsrana uğratması… Roy masalında iç dünyasındaki kırılganlıkları döker, düşüp kırılacak hiçbir şey kalmayana dek. Kendisi de Alexandria da dâhil.
Alexandria Roy’un amacının farkında değildir; tek isteği masalın anlatılmasıdır. Roy’a istediği hapları getiremediği müddetçe de bu gerçekleşmeyecektir. Gece gizlice ecza odasına girer, morfinin olduğu kavanoza ulaşmak üzereyken ayağı kayar ve tırmandığı raflardan düşer. Ölümcül bir düşüştür bu, ağır bir ameliyat geçirerek yeniden hayata dönebilecektir ancak. Bu yüzden Roy’a istediğini veremez ama düşüşü masalın devamını getirir. Roy, ameliyattan sonra onu ziyarete geldiğinde perperişan hâlde ona kendi sonunu anlatır; masalların gerçek niyetini, zihnindeki sonla örtüşen devamını… Kahramanlar Vali Odious’a yaklaştıkça tek tek ölmeye başlarlar. Wallace, Darwin’in uğruna intikam yemini ettiği Americana Exotica’yı Vali’nin kalesinde yakalarken askerler tarafından vurulur. Darwin, Wallace’in yanına gelip kelebeğe kavuşmanın verdiği hazla ölümü talep eder ve askerler de bu talebi karşılarlar. Luigi, bir binada askerlerin arasında sıkışıp kaldığında üzerindeki bombayı patlatır. Kaçmaktan yorulan Mystic, ağzındaki kuşların dışarı çıkmasıyla ölür. Otto Benga, masaldaki Alexandria’yı askerlerden korumak için ona siper olur ve sırtındaki saplanan oklarla hayatını kaybeder. Hintli, kaçarken tırmandığı halatı Alexandria’yı ve Maskeli Haydut’u askerlerden kurtarmak için keser ve düşer.
Her kahraman masaldan ölümle ayrılırken Alexandria’nın Roy’a yalvarışını duyarız: “Ölmek zorunda mı? Öldürme!” Onun gözyaşları eşliğinde Roy’un “Bende mutlu sonlar olmaz” umutsuzluğuyla masalın nihayetine erişmeyi bekleriz. Vali Odious’un Maskeli Haydut’la, yani sevdiği kadını elde eden başrol oyuncusu ile Roy’un karşı karşıya geldiği ana. Roy ölmeye kararlıdır fakat Alexandria’nın umutlu yalvarışı her şeyi değiştirir; Roy’a olan sevgisi, inancı, kurduğu duygusal bağı Roy’un düşüşüne bir ip olur. Maskeli Haydut, bu masalın galibi; Roy ise kendi hayatının yeniden baş kahramanı olur.
Anakronik bir dünya turu
The Fall ile duygusal bir hikâyenin içinde sürüklenirken bir yandan uygarlıklar arasında zamansız bir gezintiye çıkıyoruz. Tarsem Singh, bunu hem simgelerle hem de mekân seçimleriyle görsel ve anlam dünyasını açarak yapıyor. Filmin büyüleyiciliği, ardındaki kurgusal tasarımın ne derece kılı kırk yararak gerçekleştiğini gösteriyor zaten (17 sene mekân araştırması, sadece bir anekdot olarak düşülmemeli, düşünülmemeli burada). Film boyunca Türkiye (Ayasofya) başta olmak üzere Hindistan, İtalya, Güney Afrika ile birlikte 18 ülke, 26 farklı mekâna uğruyor; hepsini bir bütünlük içinde masalsı bir güzellikte izliyor; her bir coğrafyanın kültürüne ait alt metinlerle karşılaşıyoruz. Örneğin, masal kahramanları Vali Odious’u bulmak için yola çıkarken güzergâhı kaybetmeleri üzerine Mystic’in Bali yerlileriyle karşılaşması ve ritüellerine dâhil olarak vücudunun haritaya dönüşmesi etkileyici bir nüanstır. Yapılan ritüel, Bali Kecak dansıdır ve salgın hastalık, ölüm ve doğal afet gibi durumlarda kötü ruhlardan arınmak için yapılır. Mystic’in bu ritüelle kutsanması onu hem yediği zehirli mantarın etkisinden kurtarır hem de kahramanlara güzergâhı gösterecek haritayı bahşeder. Ölüm ile yaşam arasında bir belirsizlikte Uzak Doğu mistizmi rehber olur bu sahnede.
Başka bir yerde de İslam'ın teslimiyetinde buluruz kahramanları, hikâyeyi, kendimizi... Roy, Alexandria’ya karşı yataktaki hastadan çaldırdığı ama aslında şeker olan morfinleri yutmuştur. Ölüme yaklaştığına inandığı bir anda anlatmaya devam eder masalını. Maskeli Haydut, sevdiği kadınla evlenmek üzeredir, Ayasofya’da. Ölümle düğünün birleştiği bir sahne yani… Şeb-i Arus gibi… Zaten biraz da öyledir; bir Mevlevi seması eşliğinde kurulur nikâh töreni. Dönen semazenlerin bir eli göğü, diğer eli yeri işaret eder. Bezm-i elest’i hatırlatır bu; ruhumuza üflenen öze verdiğimiz sözü. Özün sahibinden gelip, ona döneceğimiz ölüm anını… Yani vuslatı, kavuşmayı, düğün gününü… Tasavvufta işlenen bu teslimiyet, Roy’un teslimiyetiyle çok örtüşmese de ölümün kucaklayıcı hâline huzurla sarılmasını sağlar. Semazenlerin dönüşündeki her ses, ruha üflenen özü çağrıştırır şekilde verilir bu sahnede; Roy dönmeye hazırdır.
Tarsem film boyunca denk geldiğimiz bu ve benzeri nüansları göze sokarak yapmaz The Fall’da. Hepsini öyle incelikle, öyle ustalıkla ve derinlikle hikâyeye ve hikâyenin anlam dünyasına işlemiştir ki seyircisi olarak izlerken hayranlıkla keşfe çıkıyor; kadrajların etkileyici kurgusuyla kendimizden geçiyoruz. Roy ve Alexandria’nın düşüş serüvenine dünyaya düştüğümüz andan beri tanıdığız aslında. Hepimiz düşkünlüğümüze ölüm ile yaşam arasında tutunduğumuz, bizi birbirimize bağlayan sevgiyle devam ediyoruz. O yüzden mekânlar, tarihler, uygarlıklar, kültürler birleşebiliyor bu hikâyede. Ortak bir geçmişin, ortak bir endişenin, ortak bir düşüşün içindeyken hele de.
Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.