17 November 2024

Sömürgecilikten bir arada yaşama ruhuna: Lizbon

Sömürgeciliği başlatan şehirden Avrupai üsten bakışın hissedilmediği bir Akdeniz şehrine dönüşümün adı Lizbon. Yaşadığı felaketler ile bir dönemi toprak altına atıp küllerinden yeniden inşa edilmiş, bir arada yaşam ruhunun hâkim olduğu bir başkentin hikâyesini birlikte takip edelim.

Takvimler 1 Kasım 1755 tarihini gösterdiğinde Avrupa ve belki de dünya tarihinin en önemli depremlerinden biri meydana geldi. Portekiz’in okyanusa kıyısı olan bölgelerinin açıklarında gerçekleşen depremin, o dönem bugünkü ölçüm imkânları bulunmasa da 8,5-9 şiddeti aralığında olduğu tahmin ediliyordu. Jeologların “Büyük Lizbon Depremi” olarak isimlendirdiği bu afet, başta o dönemki Portekiz Krallığı ve başkenti Lizbon’da olmak üzere, sadece komşu İspanya İmparatorluğu’nda değil; kuzeyde İngiltere kıyılarından güneyde Fas Krallığı’na kadar geniş bir alanı etkiledi, sonrasındaki tsunami ve yangınlarla daha büyük yıkıma yol açarak çok sayıda can aldı. Ancak şüphesiz en büyük kaybı o dönem 200 bin civarı nüfusu olduğu tahmin edilen ve o güne kadar çeyrek bin yıla yakın üstlendiği keşifler ve yeni sömürge alanları bulmadaki öncü rolüne sahip Portekiz’in başkenti Lizbon yaşadı. Yıllarca gıptayla seyir edilen şehirde, Kraliyet Sarayı dâhil olmak üzere mevcut yapıların %80’den fazlasının yıkıldığı veya kullanılamaz hâle geldiği, 40 bin kişinin hayatını kaybettiği tarihî kayıtlara yansıdı.

İşte Avrupa’nın en ucunda yer alan, tabiri caizse Amerika kıtalarına açılan bir pencere vazifesi gören Lizbon şehrine gerçekleştirdiğimiz kısa seyahatte yaklaşık üç asır önce gerçekleşen bu depremin etkileriyle beraber şehrin denizcilik, keşifler ve olumsuz “sömürgecilik” olgusuyla iç içe geçmiş derin tarihine, dar sokaklı ve bol yokuşlu eski sokaklarındaki yaşanmışlıklara ve bu şehirle ülkemizde gördüklerimiz arasındaki benzerlik ve ortaklıklara dair düşünme fırsatımız oldu.

Tejo Nehri kıyısından tarihsel bir başlangıç

Lizbon turuna şehrin eski merkezî alanları yerine, denizi andıran görüntüsüyle Tejo (Tagus) Nehri kıyısından başladık. Tarihi, okyanuslar, keşifler ve esasen “su” ile çizilen bir şehre, Atlas Okyanusu’na çıkış niteliğindeki bir kıyıdan başlamak doğru bir tercih. Hâlen bu hat üzerindeki en önemli caddenin ismi ise Portekiz’in bir dönem en önemli keşif ve koloni alanlarından olan Brezilya’ya atıfla “Brezilya Caddesi”. Popüler kültürde Amerika’daki San Francisco Golden Gate Köprüsü’nün ikizi olarak görülen ve esasen aynı mimarlarca 1966 yılında inşası tamamlanan “25 Nisan Köprüsü”, sahil yolumuzdaki en belirgin ve fotojenik yapılardan biri. Otoriter yönetimiyle tanınan ve günümüzde bir diktatör olarak literatürde yer eden António de Oliveira Salazar’a (1889-1970) atıfla ilk ismi Salazar Köprüsü olan yapı, 1974’te gerçekleşen, demokratik dönemin başlangıcı sayılan ve “Kadife Devrimi” olarak tanımlanan günün anısına “25 Nisan Köprüsü” olarak değiştirilmiş.

Köprüyü arkamıza alıp 15 dakikalık bir yürüyüşle tarihsel yolculuğumuzun iki ana yapısıyla karşılıyoruz: Belem Kulesi ve Keşifler Anıtı. Bilhassa Belem Kulesi, ülkenin ve şehrin ikonik tarihî yapıları arasında ilk sırada. Depremin etkisiyle suya daha da yakınlaştığı ancak sağlam kalmayı başardığı kaydedilen yapı, 1515 yılında ünlü kâşif Vasco da Gama anısına deniz feneri olarak yaptırılmış. O tarihten bu yana yeni kâşif ve gezginlerin seyahatlerinin başlangıcını, dua ve seremonilerle uğurlandıkları merkezî alanı da temsil ediyor. Kuleye yakın bir mevkide yer alan, keza 500 yılı aşkın tarihiyle, üstün iç ve dış mimarisiyle Jeronimos Manastırı da Belem Kulesi’ni tamamlayıcı bir öneme sahip şekilde şehir turizminin ana uğrak yerlerinden biri.

Günümüzde Portekiz turizminin sembol yiyeceklerinden “Pastel de Nata” diğer bir adıyla “Belem Turtası” olarak bilinen muhallebili lezzetli yiyeceği de bu semtte yer alan ve manastırın hemen yanındaki 200 yıla yakın tarihe sahip Belem Pastanesi’nde tatmak mümkün. Cumhurbaşkanlığı konutu da Belem bölgesinde merkezî bir noktada konuşlanmış şekilde.

Keşifler Anıtı: Sembol isimler ve sömürgeciliğe evrilen makûs tarih

15. yüzyılın ikinci yarısı ve 16. yüzyılın ilk dönemlerine damga vuran “Kâşifler Çağı”nın Lizbon’a ana ruhunu verdiğini söylemek yanlış olmaz. Avrupa’ya yeni sömürgeler ve kölecilik üzerine kurulu yüz yılların kapısını da açacak olan kâşifler, kimilerine göre “coğrafya ve harita uzmanı” ve “maceracı usta gemiciler” gibi tanımlamaların yanında “servet ve şöhret aşığı”, “casus”, “çapkın”, “korsan” veya “hazine avcısı” gibi çok farklı betimlemelerle de nitelenmiş, her halükârda Portekiz tarihinin ve toplumsal hafızasının belkemiği olma özelliğini korumuşlar. Şehrin pek çok köşesinde mevcut tarihî veya modern sanat eserinde, heykelde ve mimari yapılarda da anılan şahsiyetlerin isimlerine, icraatlarına ve hayat hikâyelerine dair ayrıntılar yakalamak mümkün. Ferdinand Magellan (1480-1521), Vasco da Gama (1460-1524), Bartolomeu Dias (1450-1500) Pedro Álvares Cabral (1467-1520) bu isimlerden sadece bazıları...

Söz konusu keşif ve kâşifler çağının başlangıç figürlerinden biri ise esasen yukarıda sayılan meşhur isimlerden yaklaşık bir asır önce dünyaya gelen Portekizli Dom Henrique veya uluslararası literatürde daha çok bilinen adıyla denizci Prens Henry’dir (1394-1460). Gerilmiş bir oku andıran yelkeniyle meşhur “karavela” gemileri onun zamanında Portekiz’in keşif yolculuklarının temeli hâline gelmeye başladı. Dahası girişimcilik ve keşfetme arzusundaki yeni isimlere eski Avrupa’nın “otoriter” yönetici kimliğinden öte, tabiri caizse “yeni diyarların kapılarını açmaktan” ve bu şekilde “yeni icatlar çıkarmaktan” erinmeyen ünlü gezgin Marko Polo’dan (1254-1324) ilham alan bir edayla yaklaşması ve kaynak sağlaması da sonrasında pek çok ünlü denizcinin doğuşuna öncülük edecekti. Bu yüzdendir ki şehrin hâlen en önemli bölgelerinde ve Tejo kıyısındaki açılışı 1940 yılında gerçekleşen meşhur Keşifler Anıtı’nda da (Padrão dos Descobrimentos), heykelleştirilen 30’u aşkın keşif figürünün en önünde karavela gemisini ellerinde tutan Henry yer alır. 

Keşifler Anıtı’nda fark ettiğimiz diğer önemli bir detay ise keşifler deyince dünyada ilk akla gelen isim olan Kristof Kolomb (1451-1506) adının anıtta var olmamasıydı. Bu durum günümüzde iki yakın ülke olarak görülen İspanya ve Portekiz arasında, esasen tarih boyu süren kıyasıya keşif/sömürge rekabeti tarihinin de bir simgesi niteliğindeydi. Zira aslen İtalyan/Cenovalı bu kâşif ve denizci, uzmanlığının önemli bir kısmını Portekiz’de yaşadığı yıllarda kazanmış ancak son kertede yapacağı keşif seyahatinde Portekiz Kralı’nın parasal desteğini alamamıştı. İspanya Kralı keşiflerinde elde edeceği zenginliğin %10’una karşılık Kolomb’a destek vermiş; bu şekilde Portekiz, keşifler ve sömürgecilik yarışında en önemli isimlerden birini, hem de yıllarca kendisine ev sahipliği yapmış olsa da İspanya’ya kaybetmişti. Tarihî kaynakların kiminde ise bu iki imparatorluk arasındaki kıyasıya rekabetin çetin surette devam ettiği ve örneğin Kolomb gibi bir karakterin Portekiz casusu olarak İspanya’ya kasten bu minvalde gönderildiği, söz konusu sömürgecilik yarışında her yolun mubah görüldüğü rivayet edilir.

Hüzünlü ve renkli başkent

Tejo Nehri kıyısından 20 dakikalık bir tramvay yolculuğu veya meşhur yokuşlarla şehrin inişli çıkışlı yapısına da hazırlıklıysanız yaklaşık 40 dakika - 1 saat arasında bir yürüyüşle, kentin diğer tarihî ve kayda değer alanlarına da ulaşmanız mümkün. Nitekim karmaşıklıktan uzak, renkli olduğu kadar basit bir şehir yapısı var Lizbon’un.  Ünlü Ticaret Meydanı’yla (Praça do Comércio), lüks alışveriş caddelerinin girişi niteliğindeki Baixa bölgesiyle; yapımının 2500 yıl öncesine, İberler ve Keltler dönemine kadar uzandığı ifade edilen Sao Jorge Kalesi’ne, bir o kadar tarihî kiliselere, farklı kültürlerden yerel nüfusa ve dar sokaklara ev sahipliği yapan Alfama ve Chiado bölgeleriyle, gençliğin ve dinamizmin daha yoğun vücut bulduğu Bairro Alto gibi semtler Lizbon’un modernite ve tarihsellik arasında yaşanabilir bir şehir olmasına katkıda bulunuyor.

Portekiz’in semtlerinde gezerken bizi hem şaşırtıp hem de mutlu eden bir diğer husus 15. yüzyılda dünyada “sömürge” ve “sömürgecilik” olgusunu başlatmasıyla tezat teşkil edecek şekilde Filistin davasının sahiplenilmesi ve gösterilen dik duruş oldu. Batı ülkelerinin birçoğunun Gazze’deki mezalime körleştiğini düşününce Portekiz tebrikleri hak ediyor doğrusu. Kozmopolit ve renkli başkenti Lizbon da bu manada ülkedeki en önemli siyasi, sosyal ve iktisadi motivasyon merkezi olma özelliğini yüz yıllardır koruyor. Ülkedeki “protest” kimliği de her sokakta hissediyorsunuz.

Öte yandan, sömürgeci tarihin izlerini tamamen silmek elbette mümkün değil. Hizmet sektörü bugün hâlâ kendini büyük oranda eski/yeni göçmen nüfus ve yerli halkın torunlarıyla besliyor. Lizbon’un hemen hemen her köşesinde Akdenizli ruhu ile uyumlu, sıcakkanlı tutumları görebiliyorsunuz. Yakın tarihteki kötü örneklere rağmen şehrin tüm insanlığa pozitif bakışına şahit oluyorsunuz.

Aynı zamanda denizciliğin ayrılık ve gurbet olduğu, çoğu zaman gidenin hemen gelemeyebileceğinin bilindiği bir tarih aslında Lizbon ve Portekiz tarihi. Bu nedenle Endülüs bölgesinin Flamenko’suna benzer şekilde Portekiz’in Fado müziğinin de ayrı bir anlamı var. Fado çoğu zaman bir gitar ve yaylı birkaç çalgının eşlik ettiği, denizcilerin arkasından söylenen hüzünlü ve kederli ezgiler bütünü esasında. 19. yüzyılda sistematik hâle getirilen bu müzik türünü en iyi icra edenler de hiç şüphesiz Lizbon’da bir araya gelmişler. Bu sebeple şehrin farklı yerlerinde bu müziğin 20. yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden Portekizli sanatçı Amália Rodrigues’in (1920-1999) posterlerine ve farklı sanatsal betimlemelerine ise her daim rastlamak mümkün. Bu da Lizbon ve Portekiz’deki yerleşik soyut miras ve kültürel değerlere atfedilen önem hakkında bizlere ipuçları veriyor.

İki yedi tepeli şehir mukayesesi…

Esasen İstanbul gibi yedi tepeli tarihî bir şehir olduğu çok söylenir Lizbon’un. Tabiatıyla tüm ülkenin nüfusu 11 milyon, Lizbon’un ise 2 milyonken hacimsel ve niceliksel manalarda bir karşılaştırma yapmak mümkün değil. Ancak Afrika kıtasından, Arap kültüründen, 12. yüzyıla kadar bölgenin sahibi Berberî yerli halktan aldıkları esintiler, 2. Haçlı Seferi (1147-1149) sonrası ülkelerini ve Lizbon’u inşa etmeye başlayan Katolik Hristiyan Portekizlilere değerli bir melez yapıyı da beraberinde getiriyor. Pek çok farklı kültürün beşiğindeki İstanbul’un da aynı surette kıymetli bir kültürler birleşimini ifade ettiği de bir gerçek. Taksim’in, İstiklal’in meşhur kırmızı tramvayları ve Tünel’i ile Lizbon’un tüm bölgelerinden geçen 28 numaralı meşhur turistik hattındaki sarı tramvayları arasında benzerlik bulmamak mümkün değil.  İki şehirde de şehrin iki farklı ucunu bağlayan, 25 Nisan Köprüsü ile 15 Temmuz Şehitler Köprüsü ise mimari değerleri kadar, benzer siyasi ve toplumsal ehemmiyetlere sahip.

Biz orada bulunduğumuz Kasım ayının ilk günlerinde Türk dizilerinin popülerliğine şehrin pek çok ana arterindeki ve işlek metro istasyonlarındaki afişlerinde şahit olduk. Konuştuğumuz esnaf ve sokaktaki insanlardan edindiğimiz izlenim, dünyanın başka ülkelerinde olduğu gibi Portekiz’de de Türk dizilerinin popüler olduğunu gösterdi bize.

Keza farklı şirketlerin şehrin ana caddelerindeki devasa panolarında marka yüzü olan Fenerbahçe’nin Teknik Direktörü José Mourinho, Benfica futbol takımının önemli oyuncuları hâline gelen Kerem Aktürkoğlu ve Orkun Kökçü gibi Türk futbolcular da iki ülke arasında son dönem ilişkilerde beliren önemli kültürel ve sportif figürler hâline çoktan gelmiş.

Acı ama kabul edilmesi gerekli diğer bir ayrıntı ise şüphesiz deprem gerçeği. Üç asır öncesinde yaşanmış olsa da Büyük Lizbon Depremi zihinlerde hâlen ilk günkü tazeliğini koruyor. Şehirde devasa gökdelen sayısı az, salaş binaların ise bakımdan geçmesi gerekliliği biliniyor. Lizbon takımı Benfica’nın stadını ziyaret ettiğimizde bizlere eşlik eden rehber de sırf bu nedenle yakın tarihte tüm stadı yıktıklarını, tek bir temel parçasını dahi eski yapıdan almayarak, en baştan yeni ve modern bir stat inşa ettiklerini deprem gerçeğine atıfla bizlere dile getirdi.

Sömürgecilikten insani dokunuşa…

Altmış sekizincisi geçtiğimiz aylarda İsveç’in Malmö kentinde gerçekleşen ve ülkemizde de uzun dönemdir tartışmalara yol açan Eurovısıon şarkı yarışmasında Portekiz’i temsil eden İolanda isimli şarkıcının ve ekibinin aksesuarlarında Filistin bayrağını simgeleyen renklerin olması, şarkılarında “barış” sloganları atmaları ve bunu İsrail’e kayıtsız bir destek sunan Avrupa ülkelerinin önünde açıkça sergilemeleri, Portekiz’in bilhassa bu dönem, İspanya ve İrlanda gibi birkaç ülkeyle birlikte daha insani bir siyasetin tarafında olduğunu bizlere açıkça göstermişti. Esasen Portekiz’in uzunca bir dönemdir başta Filistin sorunu olmak üzere dünyadaki politik ve hukuki çıkmazlara, daha “insani” perspektiften bir yaklaşımı sürdürdüğü dünya kamuoyuna yansımıştı.

Anılan görece daha hakkaniyetli Avrupalılık kimliği altında ise şüphesiz Portekiz’de 20. yüzyılın son çeyreğinde yükselişe geçen sivil bilinç ve halk hareketlenmelerinin etkisi olduğu söylenebilir. Filistin meselesi gibi konularda daha etik, insani ve belki de “protest” duruşuyla dünya sahnesinde gördüğümüz Portekiz’in bu özelliğini, başkenti Lizbon’a yaptığımız gezide de hissettik. Hem Katolik inanç hem de turizm gelirleri açısından şehrin en önemli noktalarından bir olan tarihî Jeronimos Manastırı içindeki kilisenin kapısında gördüğümüz cümle de bu nedenle bizi şaşırtmadı: “Closed due to the Strike!” (Grev nedeniyle kapalıdır!)

Esasen 2017 yılından bu yana Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği görevini yürüten ve 1995-2002 yılları arasında Portekiz Başbakanı olarak da görev yapan Lizbon doğumlu António Guterres’in de bu topraklardan yetişmesi, günümüzde etkin bir BM yapısına sahip olunmasa da kişisel olarak elinden geleni yaparak başta Filistin ve Lübnan’da süren orantısız şiddete karşı kayda değer insani temelli açıklamalarına devam etmesi, hatta bu nedenle geçtiğimiz aylarda, belki tarihte ilk defa bir ülkenin (İsrail) bir BM Genel Sekreteri’ni “persona non grata” (istenmeyen kişi) ilan etmesine neden olması da bizleri pek şaşırtmadı.

Çokça bilinen bazı şehirler vardır ki -kısmen Viyana, Berlin, Londra, Paris gibi- geçmişte orada yaşanan insanlık tarihi faciaları kimse tarafından hatırlanmaz; belki de muhteşem mimarileri, iktisadi zenginlikleri, tarihi dokuları ve popüler kültüre işlemiş değerleriyle bu şehirler belirli bir “Batı Oryantalizmi”ni -yani kendilerinden daha “aşağıda gördükleri” coğrafyalara karşı “tarihî üstünlüklerini”- günlük hayatın her alanında da uyguluyor görünürler. Fakat Lizbon’da Avrupai zenginliğin temelini teşkil eden sömürgeciliğini başlatan şehir olmasına karşın bu üstenci bakışı biz hissetmedik.

Belki de üç asır önce gerçekleşen ağır depremle her şeyin, tüm zenginliğin bir gecede ellerinden kayıp gideceğini bilmeleri, sömürge ve zenginlik emelli keşiflerinden sonra artık tek bir halk gibi yaşadıkları Afrikalı, Güney Amerikalı ve Asyalı toplumlarla günlük yaşamlarında daha ayrılmaz bir bütün hâle gelmeleri veya klasik “Avrupa üstüncülüğü” anlayışından sıyrılıp sözde değil, daha pratik manada Doğu-Batı arasında “evrensel” nitelik kazanma dürtüleri, Lizbon seyahatimiz boyunca karşılaştığımız somut ve soyut manalardaki pozitif havayı bize açıklar vaziyetteydi.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...