04 November 2024

Sanat ile silah birer yakın akraba mı?

Faşizmin, kapitalizmin ve envaiçeşit ideolojinin ardında sanatı aramak ve bulmak… Hünerli ve marifetli ellerden çıkan eserlerin, yönetim aygıtlarına takılması ne acıklı… Gelin, sanatın ardında yürürken karşılaştığımız manzaralara birlikte bakalım.

Kelimelere öteden beri saplantılı şekilde sevdalıyım. Kelimeler; anlam dünyamızın ve muhayyilemizin tuğlaları. Tanımlamak, bu tuğlaların inşa ettiği iskelet, bina yahut omurgamız. Kelimelerle mana verdiğimiz fikirlerin içerdiği mahiyetle insan oluyoruz. Mahiyet, yani tanımlayabildiğimiz ölçüde hür ve var olmak. Tanımlamak, ama nasıl? Neye göre, hangi referanslarla tanımlamak? Boş kaseler gibi duran kelimeler ve onların içini dolduran mana, bizi yönetmekten başka ne işe yararlar? Kant, “Dünyam, kelimelerim kadardır” derken, Saussure “Dil olmasaydı düşünceler kavranamaz ve uçuşup dururdu” diyor. Kelimeleri ciddiye alıyorum. Sadece harflerden oluşmayan bu kaseleri sevdiğim kadar da barındırdığı manalara oldukça şüpheyle yaklaşıyorum. “Kamus, namustur” ne güzel söz. Çünkü tanımlayabilmek, özgürlüktür.

Dilde ırkçı olmak çok sakil, en az ırkçılık kadar sakil geliyor. Ancak kelimelerin ve dilin içini oyup baldıranlar doldurmak erklerin öteden beri âdetidir. Bunu hep yapıyorlar. Ama bir şekilde lisan, kendini bu vandal ve mütecaviz haydutların elinden kurtarmayı becerebiliyor. Şaşılacak şekilde maharetle, akacak yatağını buluyor zamanla ve mekânla. Bazı kelimeler bilirim, tek yumurta ikizleri gibi. “Sanat” ve “zanaat” bunlardan sadece biri. Arapça diyarından doğup Türkçe topraklarında çağlayan bir su.

“Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir”

Sanat; hayatımın her safhasında oksijen tüpüm, acil durumlarda aranacak numaram ya da dil altı hapım oldu. Şehirli bir adamım maalesef. Köy ve köylülük geçmişim olsaydı ya da babam marangoz olsaydı zanaatım da olurdu belki. Evet, bir kelimeden toplumsal hiyerarşi... Sanat; kolumdaki bir saat değildi zinhar, ihtiyaç duyduğumda başvurduğum. Duvarda asılı duran Kur’an-ı Kerim kişiyi dinî öğretide teşmil etmediği gibi, diğer duvardaki bir tablo da sanatla hemhâl etmez. Allah’ın El-Bedî ismi üzerine uzunca konuşmamız gerek.

Sanatın muhatabını bulması başlı başına kader. Bir kodlamadır sanat. Anca dekoderini ve mahir gözü bulduğunda sırrını ifşa eden bir gizem. Sanatçı da ustalığını muhatabına uygun şekilde işler ilmek ilmek. Deyim yerindeyse şişeye konmuş bir mektuptur eser. Sanatkâr tarafından zaman denizine fırlatılır; bazen tez, bazen geç ama elbet bir gün alıcısının ve müşterisinin kıyısına vurur. Bu lahzada “alıcı” ve “müşteri” terimleri devreye girer.

Muallim Naci, “Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir” derken bir kaide koyuyordu aslında. Malsa bu nesne, müşterisini bulmalı. Fakat iltifat, marifetle ilgiliydi. Marifet; yani hüner, yani irfan. Pirî Mehmet Paşa ne demişti Kanuni hazretlerine? “Dinleyen söyleyenden arif gerektir.” Sanat ve sanatkârın eserleri, muhataplarından bir irfan bekliyor demek ki. Bilinmek ve anlaşılmayı beklemek, hilkatten kodlarımıza yüklenmiş.

Parayla değil, sanatla kıymeti anlaşılan eserler

Vermeer, tablolarını yaparken maişet derdindeydi. Züppe feodallerin ve tüccarların ağız kokusunu çekiyordu iki pul için. On yedinci yüzyıl Hollandası’nda doğdu, büyüdü ve 43 yaşında sefalet, fakirlik ve borç içinde öldü gitti. Aynı Monet, Gauguin, Modigliani veya Rembrandt gibi Vermeer de eserlerinin iltifatını göremedi. Katır yüküyle ödenen paralar bir ressamı ya da sanatçıyı tatmin etmeyeceği gibi o müşterinin de sanatkârlığını boyutlayamaz. Bunu bir kez daha vurgulamak istiyorum. Vermeer’in dünyaca meşhur “İnci Küpeli Kız” eseri mesela; 1881 yılında Arnoldus adlı bir simsar tarafından satın alındı, hem de bir müzayede salonundan. Üstelik bugünkü kur ve satın alma gücüyle 32€ karşılığında, yani takriben 1200₺. Ama bugün “İnci Küpeli Kız”, paha biçilemez bir tablo ve Vermeer de şaşaalı bir ressam.

O dönemde oldukça bedava denebilecek bir rakama müşteri bulması nasıl ki eseri kıymetsiz kılmadığı gibi Vermeer’in kendi döneminde çulsuz olması ressamlığının ışığını söndüremez. Kafalarımıza işledikleri kahrolası değer yargılarının, kapital tanrısının aşağılık bir kulu ve kölesi olduğunu göstermekten başka hiçbir anlama gelmez. Değer yargılarını paritelere, kurlara, tahvillere, dövizlere, paraya yazdığımızdan bu yana zenginlere kul olmaktan öteye geçemedik, burnumuz çamurdan çıkamadı. Ressam olsaydım, en yüksek rakamlı banknotlara resimlerimi yapardım. Eğer fiyatı birileri tarafından tespit edilebiliyorsa sıklete gelir bir iştir, metadır. Altının kıymetini anca sarraf anlar zira. Sanatta, felsefede, güzellikte, edebiyatta, müzikte geçer akçe para olmamalı, olamaz. Velev ki olduğunda ne tür kepaze hâle düştüğümüz gün gibi aşikâr.

Oysa zengin bir adam, Bedri Baykam’ın yapmadığı bir resme 125.000 Amerikan doları ödedi. Bir tüccar, boş bir çerçeveye 2013 yılında katır yüküyle para ödedi ve sonra daha fazla bir paraya sattı. Aldı ve sattı, tezgâh hikâyesi bu kadar. Bu hamle tarih sahnesinde Baykam’ı iyi bir ressam kılar mı, sanmıyorum. Ancak iyi bir tüccar olarak hatırlanacağı kesin, hatırlanacaksa tabi. Hâlbuki Vermeer, zenginlere şirin gözüküp yardakçılık yapmadan, sırlarıyla, onuruyla ve eserleriyle sersefil ölüp gitmişti. Aynı Aşık Veysel gibi dimdik, kendi yağında kavrulup, sıradan bir sanatkâr olarak, kimi tarafından sevilip kimi tarafından da itilip kakılarak göçüp gitti bu dünyadan. İsmi kaldı muteber ve yadigâr.

Ölümünün ardından, ama takriben 200 küsur sene sonra, Johannes Vermeer’in tabloları kıymete bindi. Aslında sanat eserlerinin mahiyetlerini incelerken yazmak aklıma düştü, bilhassa buradaki müselles ilişkiyi. Sanatkâr üretir, sanat alıcısı edinir ve eser mahiyetini seyreden, duyumsayan payına düşeni alır. İki yüz küsur sene sonra bir sanatsever tarafından keşfedilir Vermeer örneğin. Parayla değil, sanatla kıymeti anlaşılır. Ne diyordu Yunus Emre? “Gül alırlar gül satarlar / Gülden terazi tutarlar / Gülü gül ile tartarlar.” Sarrafını bulunca eser, elinde kıymetleniyor. Paranın kokusunu alanlar kadar sanatkârlar tarafından iltifata erince, ardına da düşenler eksik olmuyor hâliyle.

Faşizmin keşfi: Hitler’in sanatla bağı

1920’li yıllarda Adolf Hitler peşine düşüyor bu eserlerin. Evvela meblağlarını ödeyerek satın almaya ve koleksiyon hazırlıklarına başlıyor. Kendisi de bir ressam olan Hitler, asla toplayıcı değil, tam bir koleksiyoner. Bir konsept ve tema üzerinden toplamalara başladığında bir hedefi vardı; büyüdüğü şehir Linz’e bir müze yaptırmak. Gerek savaş şartlarının verdiği mücbir yöntemlerle gerekse de ticari usullerle koleksiyonunu her geçen gün büyüttü. 3.Reich yöneticileri, Hitler’in gözüne girebilmek için envaiçeşit işlere girmişlerdi. Çünkü özel günlerde yahut davetlerde Führer’e sanat eseri hediye etmek; şanın, şöhretin ve gücün anahtarıydı. Anlamasalar bile resim alıyorlar, müze soygunları yapıyor veya kişisel koleksiyonunda eser bulunan ailelere veya kişilere çöküp eserleri çalıyorlardı. Bunlar bazen resim, bazen el yazması, bazen de heykel oluyordu. Sanat paraya devşirilmiyordu fakat başka hedeflerin maymuncuğu olduğu kesin.

Sonra toplumu şekillendirmek istedi Hitler. Weimar’ın izlerini silmek, yerine kendi güdülerinden doğan doğruları empoze etmeyi arzuladı. Asker liderler, bu tarz dönüşümlerde tepeden inme metodu yapmakta hiç beis görmemişler. Hitler, türlü ilkeleri ışığında inkılaplar yapmış, yasalar çıkarmış, uymayanları cezalandırmış. Despot bir liderden başka bir hamle beklenemezdi. Bu nobranlığı sanata da tesir etmiş. Mesela modern sanatı hedef tahtasına koyarak ülkede şeytanlaştırmıştı. Adına “dejenere sanat” diyerek eylem planları oluşturan Hitler, öylesi hamleler yapıyordu ki fikrince toplumun yararına olmayan her sanatı ve eseri mimliyor, müzelere koymuyordu. Organizasyonun başında Hitler’in halifesi, gölgesi, sırdaşı ve sağ kolu Goebbels vardı. Olanla olması gerekenin savaşı bu, öteden beri olagelen. Platon’un ideal ve reel ayrımından, Kant’ın numen ve fenomen felsefelerine varıncaya kadar birçok iz düşümden bahsedebilirim. Ama sonuçta topluma “olması gereken” kavramı dayatılıyordu. Topraklarımızdaki Türk müziği yasağını oldukça andırıyor. Goebbels de “olan”ın değil, “olması gereken”in sanatı icra edilmeli diye diretiyordu, Hitler’in suflesiyle.

İdeolojiler ateşinde yakılan sanat

Binlerce sanat eseri heder edildi. Değersiz addedilen eserlerin rakamı da tam 4829’du ve hepsi Berlin itfaiye binası önünde ateşe verildi. Avrupalılar yakma hususunda tecrübelidir; tablo, ev, cadı, çocuk, ne bulurlarsa. Çıkarlarına gelirse çalar, gelmezse yakarlar. Yanı sıra mesela ıskartaya ayrılan 126 eser, birkaç kuruş eder belki diyerek İsviçre’de müzayedeye konuldu. 38’i satılmadı. Fakat müzayededeki eserleri gözünüzde şöyle canlandırın, Van Gogh’un dünyaca meşhur otoportresi o müzayedede yer aldı. Picasso ve Henri Matisse tabloları da ıskartadaydı ve satıldılar. 2013’te bir eve baskın yaptı Alman polisi, 1400 tablo ele geçirildi, o dönemden sümen altı yapılmış. Şaşırdık mı? Hayır. Biz zimmetine bir şeyler geçirenlere pek şerbetli bir toplumuz.

Şehirlerde halkın görmesi, bilinçlenmesi ve hizaya girmesi için sergiler yaptı 3.Reich, yani Nazi Cumhuriyeti. Hatta bazen geleneksel sanat sergileriyle dejenere eserleri karşılıklı binalara serpiştirdi ki devletin ne kadar da güzel bir kültür politikası olduğu anlaşılsın diye. Ârî ırk ütopyası bir kenara, Hitler’in yaptırdığı resim ve heykeller sağlıklı, zinde ve çalışkan bir Alman topluluğunun mümkün olabileceğini anlatıyordu. Hayvanların ve doğanın resimlerde işlenmesi ise topyekûn kırlı-şehirli ayrımı gözetmeksizin kalkınmanın mütemmim cüzleri olarak lanse ediliyordu. Bence Heidegger bu imparatorluğun gizli mimarıydı. Sanat ve kültürden toplumu teşmil etmek, son derece zekiceydi. Bunun kokusunu, dönem resimlerinden heykellere, tasarımlardan müziğe kadar her alanda duymak mümkün. Örneğin aile yapılandırmasında kanunlar yapılırken, sanatçılar kadını ve kucaklarında çocuklarla rolleri idealize ediyorlar; erkekler için de biçilen vazifeyi aynı yolla öğütlüyorlardı. Bu hamlelerde sac ayaklarını görmek mümkün. Kanunlar yetmiyor. İnsanları ikna da etmeliler. Unutmayalım ki Goebbels, propaganda bakanıydı. Sanattaki bu devinimler de kendisinin uhdesinde ve umdesindeydi. Büyük Alman Sanat Sergisi de yine onun başının altından çıktı. Halka “Ne mutlu ki Alman’ım” dedirtme işi kendisine düşmüştü.

Yeni kurulan bu imparatorluğun ruhu; ideologları, filozofları, sanat tarihçileriyle şekillendirilip üflenirken bedeni de meydanlarda mimari ve heykellerle tecessüm ediyordu. Ruh, sanatla vücut buluyordu âdeta. Resim, kapalı salonlarda limitli sayıda insana hitap ederken, heykeller daha çok insana dokunuyordu. Bundan sebep Nasyonal Sosyalizm, propaganda dilini eski uygarlıkların yöntemleriyle ve oldukça maharetle kullanıyordu. Anıtlar, heykeller ve çeşmeler Hitler’in de kurmak istediği kusursuz düzenin kusursuz abideleri olmalıydı. Hitler birçok projeyi bizzat yönetti. Eski Yunan devrinin idealizm örgüsü, burada inkişaf etmeliydi. O kadar benzerlikler arz ediyordu ki Eski Yunan’daki din anlayışı da buraya adapte edilmeliydi, kusursuz düzen kusursuz insanla kaim olabilirdi çünkü.

Ârî sınıf, yönetenlerin ârî sanatı

Ârî ırk ütopyası aslında halkın sağlıklı bir toplum olmasından geçiyordu. Cermen olmalarına rağmen engelliler, hastalar, cılızlar veya obezler de Nazi gaddarlığını yaşadılar, sadece Yahudiler değil. Sağlam ırk, sağlam vücut istiyordu. Resimlerdeki gibi heykellerde de sağlam vücutlu kadınlar, zımba gibi adamlar yer alıyordu. Eski Yunan heykelleri gibi de oldukça çıplak. Çünkü heykeller, bu pagan din anlayışının statüleriydi ve imzasıydı. Hemen her meydanda bir heykel yahut önderlerin büstleri, tanrıların insan şeklinde cisim buluşlarıydı. Yapılan heykeller ve büstler, ideal vücut hatlarında olmak zorundaydı, hepsi ârî ırkın temsilcisiydi ve çalışkandı, zira mitos bunu gerektirirdi. Nasyonal sosyalizm mimarlarından Thorak’ın Nazi heykel sanatı eserlerinden bir örneği Ankara Kızılay’da her gün görülebilir, tüm yönleriyle: Güven Anıtı.

Despot rejimler, halka üstenci ve didaktik gözlerle bakmayı âdet edinmişler. İktidara gelince “üstinsan”a dönüştüklerine inandıkları gibi, içlerinden çıktıkları halk tabakasına da “ahmak” ve “cahil” yaftasını yapıştırmaktan imtina etmezler. Zira kendileri tanrıdır, halksa kulları. Paganlık, damarlarında akan kanda mevcut. Yeni kutsallar yaratmak adına da genelde ırklarını, kanlarını, ilkelerini, bizzat kendilerini takdis edip yüceltirler ve inanmayanlarını, onaylamayanlarını da kendilerinin kâfiri ilan ederler. Çember dışında bıraktıkları şeytanlar (!) kimi sistemde mahkemelerde asılırlar, kimisinde giyotine gönderilir, kimisinde de gaz odalarında cehennem azabıyla cezalandırılırlar. Ama hepsi kendi önderlerini putlaştırır, tanrılaştırır, kutsallaştırır ve eleştirisine dahi imkân tanımazlar. Zira kul Allah’ı eleştirirse katli vaciptir, aynı önderlerine uyguladıkları tarife.

Dinlerin akaitleri muhtelif ama zalimin de mazlumun da ibadet yöntemi kimi zaman sanat oluyor. Ressamın fırçasından, şairin kaleminden başka nesi var? Şiirinden ötürü bir şaire kement idamı vermek de neyin nesi? Kine bakın ki katlettikten sonra cesedini bile denize atmak, ölüsünden korkarak yok etme arzusu, hiç etme şehveti nasıl bir öfkedir, nasıl bir güç budalalığıdır? Ama gelin görün ki bugün Bayrampaşa diye bir ilçe var, neden Nef’i yok? Sanat, oysa hüner demekti, maharet ve ustalıktı. Usta ve üstad aynı kelimeler.  Evet sanat, Arapçadan geliyordu, ustalık ve hüner. Karşılığında Latin kökenli dillerde malum, “art” sözcüğü var. Bir de unutmadan söyleyelim, “art”ın akraba kelimesi var: “Arm”, yani silah. Acaba diyorum, bundan dolayı mı sanat, silah olarak kullanılagelmiş, despot ellerde?

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...