
Roger Waters fincancı katırlarını neden ürküttü?
Roger Waters’ın son yıllarda takındığı tavır ve yaptığı açıklamalar sonrası bir anda antisemitik ilan edilmesinin altında hangi bilinçaltı yatıyor? Gelin süreci birlikte takip edelim…
Bundan 54 yıl önce Pink Floyd üç ayrı format üzerine kurguladığı bir parça yayınladı. Another Brick in the Wall isimli bu yapıt tüm dünyada müthiş bir yankı uyandırdı. Pink Floyd’un zaten hali hazırda progresif sound tutturduğunu bilenlerin haricindeki milyonlar da bu aykırı veya alışılagelmemiş güfteye kayıtsız kalmadı.
Bu şarkının özelinde konu üç aşağı beş yukarı disiplin adı altında basmakalıp bir sistemi angaje etmeye çalışan eğitim düzeniydi. Waters, o dönemlerde bu şarkı sonrasında çocukların hayal dünyalarındaki bir nevi Peter Pan gibiydi, belki de başka bir kahraman. Ama bu şarkı Waters’ı asla eğitim düşmanı yapmadı. Belki yüzeysel yaklaşan kalabalıklar arasında O’nu eleştirenler de olmuştur, ama bu yaklaşımlar tarihte yer etmedi.
Progresif rock diye dillerde dolaşıyor Pink Floyd’un tarzı. Benim bu noktada kullanmak istediğim tüm konsept için provokatif bir tür gerçeği. Bundan kastım ne? Müziğin dünyayı sadece bir fon sesinden ibaret gördüğüne ilişkin yorumlara bu sebepten katılmıyorum. Müzik, edebiyatı içerdiği gibi sosyolojik gerçeklik noktasında entelektüel bir yorum sahibi taraf olarak görülmeli diyorum. Sanatın bir taraf olduğunu söylüyorum. Bazen toplumların göz atmaya cesaret edemediği, hatta bazen göz ardı ettiği olaylar hakkında bazı sanatçılar ses sahibidir. Elbette “sen işine bak” diyebileceğimiz sanatçılar, aslında işlerine bakıyorlardır ve kralın çıplak olduğunu onlardan öğreniriz.
Galatasaray formalı Manu Chao…
2000’lerin henüz başında Chelsea konserindeyiz. İspanyol orijinli Manu Chao sahneye, dönemin şampiyonlar ligi şampiyonu olmuş Galatasaray’ın formasıyla çıkıyor. Hem de Galatasaray’ın yendiği bir İngiliz takımıyken. Verdiği röportajda bazı ülkelerin diğer ülkeleri hakir gördüğünden veryansın ediyor Manu Chao, ezilmiş halkların temsilcisi yapıyor Türkiye’yi ve Galatasaray’ı. Ama İngiliz polisi Manu Chao hakkında soruşturma açmıyor ve bilahare konserleri de iptal olmuyor.
Yine Manu Chao kaydettiği Clandestino isimli şarkısında beyaz tenlilerin kendinden olmayanlara yaptıkları aşağılamaları dile getiriyor, mültecilik hakkında fakir ülkeler üzerine bir Avrupalı olarak dost eli uzatan şarkı kaleme alıyor. Verdiği röportajda da “Ben bu şarkıyı Avrupa ve sınırdaki fakir ülkeleri hakkında yazdım. O fakir insanları nasıl illegal gördükleri hakkındaydı.” Sessiz kalamayan şarkıcılardan biriydi Manu Chao da.
İnsanların müzik dinlemedeki tercihleri elbette background müzik zevkleriyle ilgili. Müzikten ne anladığıyla doğru orantılı deyim yerindeyse. Ülkemiz özelinde söylemek gerekirse zaten kapalı bir ağımız var. Yani kendi mahallemizde yaşar, etliye sütlüye çok karışmayan müzikler, besteler dinleriz. Elbette kendi içimizden provokatif isimler doğdu pek tabi. Fakat genele hitap edebilmek için üstü kapalı geçişler yaptık. Cem Karaca, Barış Manço, Erkin Koray gibi isimler aslında şarkılarında zalim patronları, vergi kaçakçılarını, yalanlarla insanları kandıranları, töre cinayetlerini gibi gizli özneleri hedefe koymuşlardı. Acımasızca eleştirdikleri de vakiydi. Ama fikrimce gizli özne kullanımlarından ötürü halk onları daha çok sevdi. Hani Ahmet Kaya gibi daha ziyade açık sözlüler çıktığında eleştiri oklarını görmüştük. Konserleri iptal olan, soruşturma geçiren bir şarkıcı, aynı Waters gibi.
Nazi kıyafeti de neyin nesi?
Roger Waters fincancı katırlarını neden ürküttü? Bu noktada şahsi kanaatlerim var. Özellikle son olayların patladığı Frankfurt için. Yani Roger Waters’ın bir nazi kıyafetiyle sahne almasından çok öte, Almanların bu imgeler ile ne hissettiği veya ne hissetmek zorunda olduklarını düşündüklerini tartışmak istiyorum. Biraz dolambaçlı söylediğimin farkındayım, ama birazdan daha net anlaşılacaktır o dolambaç.
Adolf Hitler’in sebebiyet verdiği meşum İkinci Dünya Savaşı sayesinde milyonlarca insan yaşamını yitirdi. Ama bu açıdan daha spesifize ederek bakışımızı, holokost dönemine bakalım. Yüzbinlerce Yahudi katledildi, sadece ırklarından ötürü. Ki İkinci Dünya Savaşı sonrası Yahudilik ve Musevilik diye iki ana arterde incelemeye başladık o toplumu. Bundan ötürü dinlerinden dolayı değil, ırklarından ötürü katledildiler. Hitler bu soykırımın gerekçesi olarak da ari ırk yaratma çabası olduğunu söylemişti. Bu kısa hafıza tazelemeyi neden yaptım? Bu katliam, sadece Alman toplumunun hafızasındaki bir kara leke miydi yoksa tüm dünyaya mal olan bir kâbus mu? Aradan geçen onca yıla rağmen Alman devlet kanalları dâhil olmak üzere hala Nazi zulmü televizyonlarda içerik olarak veriliyor. Bu kompleksi Almanların içinden çıkamamış gibi veya tarihi temcit pilavı yapmışlar gibi sürekli Almanların ödemesi gereken bir hesap haline getirmişler. Geçmişle barışmak dile kolay gelebilir. Geçmişle barıştığında belki o konu hakkında mizah da yapılabilir. Almanlar bu mizahı yahut hicvi henüz gösteremedi.
Tam bu noktada 1940 yılına gidiyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nın henüz başları. Charlie Chaplin popülaritesinin doruklarında. The Great Dictator (Muhteşem Diktatör) isimli bir film çekiyor. Hem de sesli çektiği ilk film. Daha öncesinde ses kaydı teknikleri olmadığından ötürü filmleri sessiz filmken herkesin beklediği sesli film Muhteşem Diktatör oluyor. Filmin konusundaki diktatör herkesi ters köşeye yatırıyor. Adolf Hitler’i filmin konusu yapan Charlie Chaplin, filmde Hitler’i müstehzi, iğneleyici, hicvedici ve alaycı bir şekilde yeriyor. Film büyük sükse yaratıyor yaratmasına da Chaplin, FBI tarafından soruşturmaya uğruyor. Gösterileri iptal ediliyor ve komünizm sempatizanlığı ile suçlanıyor. Sonuçta Amerika’dan bir anlamda kovuluyor.
Dokunulmazlara dokunmak yasak!
İşte bu noktada tüm dünya medya organlarının hassasiyeti oluşmaya başlıyor kanımca. Yani eğer bir Rus düşmanlığı yapıldığı takdirde veyahut Paraguay karşıtlığı olduğu an, eleştiri sınırları doğrultusunda kabul görüyor. Türkiye, Ermenilere soykırım uyguladı yalanını söylese taltif görüyorken, uygulamamıştır dese bir sanatçı, görülmeyen bir el tarafından dışlanıyor. Chaplin istediği kadar sarkastik bir dil kullandığını iddia etsin. Uyguladığı alaycılık Yahudi toplumuna karşıydı. İşte tam bu noktada fincancı katırlarla ne demek istediğim anlaşılmaya başlıyor. Herkese dokunabilirsin, ancak dokunulmaz toplumlara gözünün üzerinde kaşın var diyemezsin… İster Charlie Chaplin, ister Roger Waters ol!
Roger Waters geçtiğimiz yıllarda kendi fikirlerinden ötürü bir günah keçisine çevrilmeye çalışılmıştı. Çünkü konu Yahudi ve/veya İsrail olduğu zaman işler değişiyor. Açık fikirli, eleştiriye açık, demokrat ve çağdaşlık kokan terminolojiler bu noktada iş yapmıyor. Hatta şöyle bir beyanat veriyor Waters 2013’te: “Yahudi lobisi burada Amerika’da haddinden fazla güçlü, çalıştığım müzik endüstrisinde hatta rock’n’roll müzik sektöründe bile”. Çünkü Waters Ortadoğu’nun kanayan bölgesi için Filistin yanlısı olmakla suçlanıyor. Dikkat etmemiz gereken fiil burada yatıyor. Filistin’e karşı dil geliştirdiğimizde saydığım tüm aydın fikirler canlanırken, İsrail’e karşı tek kelime etmeksizin Filistin yanlısı olduğumuzda müthiş bir sıfat her şeyi yerle yeksan etmeye yetiyor: Antisemitizm…
İsrail’in hemen her endüstride dokunulmazlığı vardır. Roger Waters da bu noktada İsrail’i ırk ayrımcılığı yapan (apartheid) bir ülke olarak gördüğünü dile getiriyor. Aslında tavrı savaş karşıtlığı olsa da anti-semitik damga bu noktada işe yarıyor. Verdiği mülakatlarda Filistin’in özgürlüğünden yana olduğunu söylemiş olsa da savaş karşıtlığı bu noktada işe yaramıyor. Yayılmacı ve işgalci bir ülke olduğu noktasında siyasiler beyanatlarda bulunabilirler. Hatta kendi evlerinden silah zoruyla çıkartılan, o evlere İsrailli işgalcileri yerleştirdiği için, Filistinlilerin yaşadıkları bu travmalara üzüldüğünü söyleyen birisi dahi sonuçta antisemitik ilan edilecektir. Çünkü genel algıların en büyük iksiri antisemitizm suçlamasıdır. Kime atılırsa bu çamur, zinhar temizlenmesi kabil değil.
İnsanlar Roger Waters’ın bu fikirlerinden dolayı Pink Floyd’u sevmediler elbette. Her şarkıyı ince eleyip sık dokumadı dinleyiciler. Ama bildikleri bir şey var, Pink Floyd deyim yerindeyse boşuna yazmamıştı. Tiranlara karşı duracağı bilinçaltında oluyor. Çünkü kurum kimliği ezenlere karşı ezilenlerin yanında olduğunu yıllar sürecinde ispat etti. Frankfurt’ta kınansa bile kınayanların aslında kim olduğu da Pink Floyd severlerin son derece bilincinde.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.