10 March 2025

Poirot’un pertavsızı sahnede: “Doğu Ekspresi’nde Cinayet”

Agatha Christie’nin meşhur romanı “Doğu Ekspresi’nde Cinayet”, tiyatro sahnesinde. Pera Palas’tan Doğu Ekspresi’ne uzanan bir polisiye hikâyesi; ünlü dedektif Hercule Poirot’un büyütecinden gün ışığına çıkacak delillerle aydınlanmayı bekliyor. Gelin bu oyuna birlikte bakalım.

Agatha Chistie’nin meşhur romanı “Doğu Ekspresi’nde Cinayet”. Pera Palas Hotel’in resepsiyonundan geçip Orient Ekspress’in güzergâhı boyunca esrarengiz olaylar zincirine kapılıp gittiğimiz yazınsal bir dünya. 20. yüzyılın ilk yarısına ait, Doğu ile Batı arasında. Orient Ekspress’in onur konuklarından biri olan Agatha Chirstie, İstanbul’daki uğrağı Pera Palas’ta bir odada kaleme almıştı bu kitabı. Zira Pera Palas da 1892’de oryantalist gözlemlerin, seyirliklerin ve merakların seyahat düzlemi Orient Ekspress yolcularına hizmet vermek amacıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun payitahtında kurulmuş bir oteldi. Batılı konukların yabancılık çekmemeleri, Doğu’nun aslında çok da Batı’dan kopuk yaşamayıp modernizmin lineerliğinde ilerleyebileceğini göstermek için Beyoğlu’nun levantenlerinin gözde yeri Pera’da inşa edilmişti. Ahşap demir karışımlı asansörü (Avrupa’da çalışmaya başlayan ikinci asansördü), yüksek cam kubbesi, barok tarzı yemek salonu, mermer zemini, kafes işi paravanları ile Batılı tarzda dekore edilmişti. Çevresi zaten güç temsiliyetini elinde tutan Batılı ülkelerin elçilikleriyle donatıldığı için yeni yemek ve eğlence mekânları, dükkânlar Grande Rue’nun, yani İstiklal Caddesi’nin modern çehresini oluşturuyordu. Bu hem imparatorluk tecrübesinde hem de cumhuriyet sürecinde (modernleşmenin o uzun yüzyılı boyunca yani) siyasi, askerî, ekonomik, kültürel alanlarda gerçekleşen büyük dönüşümün ufak bir yansımasıydı sadece. O yüzden iki dönem içinde Batı’nın görmeyi arzu edeceği türden bir Doğu simülasyonu olmasa bile konforunu çok da bozmayacak bir seyahat formunu oluşturuyordu bu birbirine bağlı iki unsur (Orient Ekspres ve Pera Palas).

Egzotik seyahat fikri o dönemin önemli Batılı bürokratlarının, entelektüellerinin, sanatçılarının ve yazarlarının da ilgisini çekmiş olacak ki bu iki mekânın misafirleri olmuşlardı. Bazıları diplomatik ilişkilerine yön verirken, bazıları da sanatlarına ilham ararken bu kültürler arası yolculukta kendilerini bulmuşlardı. Agatha Christie, bunlardan biriydi… Bu yolculukta yakaladığı ilham, onu tek seferlik konukluktan çıkarmış; cumhuriyet döneminin ilk çeyreğinde -yani 1926-1932 yılları arasında- Orient Ekspress vagonlarının ve Pera Palas’ın 411 numaralı odasının misafiri yapmıştı. Hâliyle de hiç susmayan daktilonun tuş sesleri eşliğinde, Agatha Christie’nin meşhur polisiye romanı mekânlar arasında ilhamını bularak vücuda gelmişti.

Burada, bu iki unsurun ana mekân olduğu, iki dönemin girdabında yazılan Christie’nin polisiye hikâyesinde dolaşalım şimdi. Fakat romandan değil, tiyatro sahnesinden takip ederek…

Kara saplanan trende sır ölüm

Agatha Christie’nin 1934’te yayımlanan “Murder on the Orient Express” adlı romanını sahneye uyarlayan Ken Ludwig’in yeniden tasarımıyla gizemli bir cinayetin peşine düşüyoruz bu sahnede, İstanbul’da… Pera Palas’ın lobisindeki koltuklar, perdenin önünde sıralanmış konuklarını beklerken; bir projeksiyon aletinden otelin görüntüleri yansıtılıyor bize, o günlerden seslenen Christie’nin sözleriyle… Kaldığı odanın hatırası bizi karşılıyor; zamanlar arası bir düzleme çekiyor. Ardındansa romanın kahramanları, yani Pera Palas’ın konukları sahnedeki yerlerini almaya başlıyor; ünlü dedektif Hercule Poirot’un tatilde olsa bile zihninde her an takılı olan şüpheli büyüteciyle izlemeye hazırlanıyoruz biz de.

Aynı zamanda Orient Express yolcuları olan Pera Palas konukları, İstanbul’dan Londra’ya gidecek olan trene yetişme çabasında lobiden çıkarlarken tanıtılıyor izleyiciye.  Oyunun Türkçesi Savaş Özdural’ın çevirisiyle dile gelirken; oyuncular her bir cümleyi, mimiği, jesti olayların gizemli akışında ustalıkla bize aksettiriyor. Ünlü dedektif Hercule Poirot’u Atilla Şendil, Uluslararası Yataklı Vagonlar Şirketi’nin yöneticilerinden biri olan Mösyö Bouc’u Savaş Özdural, Bayan Hubbard’ı Romina Özipekçi, Amerikalı iş adamı Ratchett’i Fatih Özacun, Ratchett’in özel sekreteri Hector MacQueen’i Hakan Akın, genç İngiliz mürebbiye Mary Debenham’ı Pelin Turancı, Hindistan’dan dönen İngiliz Doktor Albay Arbutnot’u Ozan Dağara, yaşlı Rus Prenses Dragomiroff’u Oya İnci ve onun dindar yardımcısını Ebru Karanfilci, Kontes Andreniyi’ni Ilgın Angın, Başgarson Michel’i Özdemir Çiftçioğlu, İtalyan yolcuyu ise Can Esendal canlandırıyor. Her karakterin kendi içlerinde yaratılan gizemli varlıkları bu usta isimlerin oyunculuklarıyla sunulurken; birlikte Orient Ekspress’in raylarda süzülecek serüvenine katılmaya başlıyoruz. Soğuk, karla kaplı o lüks yataklı vagonların içine biz de giriyoruz.

Dekor, o rayların üzerine bizi de çekecek davetkârlıkta dizayn edilmiş. Hem dıştan hem içten treni inceleyebileceğimiz bir düzende gösteriliyor bize her şey. Tüm konuklar trene bindikten sonra expressin içindeki o meşhur restoranı ve barı görebiliyor; gece günün yerini alınca yataklı vagonların odalarında olan bitene şahit olabiliyoruz. Tabii ki tek bir olay dışında. Sürekli tehdit mektupları alan, kaba, agresif iş adamı Ratchett’in öldürülmesi, bizim şahitliğimizden de gizleniyor. Ve bir gözü hep açık, elinde pertavsızıyla tüm ayrıntıları kaçırmadan takip eden ünlü dedektif Poirot; Bouc’un itibar endişesi sebebiyle bu gizemin de peşine düşecek kişi oluyor. Biraz şans eseri, biraz da kötü hava koşulları sebebiyle tren, kara saplanıyor ve soruşturma bir durağın hezimetine uğramadan başlıyor.

Şaşırtan kararlar, haklılığın girdabı, sorgulatan vicdan

Bu trendeki herkesin şüphe yaratacak tuhaf davranışları dikkat çekiyor, dedektif ve trenin itibarından sorumlu müdür hariç. Sürekli sarhoş ve Ratchett’in tacizine maruz kalmış kontes, Ratchett’ten hiç hoşlanmayan yardımcısı, yan odada kalan Bayan Hubbard, birbirini sanki ilk kez trende görmüş gibi davranan ama bariz bir çekimin ve sırrın içinde yarenlik yapan mürebbiye ile albay, gergin başgarson, hatta belki prenses… Cinayet mahallinde karmaşık deliller varken, bir de konukların şüpheli davranışları Poirot’u derinlemesine analizlere zorluyor tabii. Açık bırakılan pencere, cesetteki 12 bıçak darbesi, bir pipo temizleyicisi, farklı yapıya sahip düz bir kibrit ve üzerinde “küçük Daisy Armstrong üyesi” yazan kömürleşmiş kâğıt parçası… Tüm deliller bundan ibaret.

Poirot’un bu delilleri bir düzleme oturtma çabası, zekice oyunları, ters köşe sıkıştırmaları, kara saplanan trenin soğuk, bunaltıcı atmosferi tüm konukları sonuca iterken; biz de sabırsızlıkla bu süreci takip ediyoruz. Poirot, elinde ve zihninde tuttuğu pertavsızı; sahnenin ötesindeki seyirciyle paylaşıyor sanki. Konukların fısıltılarını, mimiklerini, yüzlerindeki bıkkınlık ve endişeyi, gözlerinde dolaşan duyguları, hatta dönemin ruhuna ait kıyafetlerindeki detayları bu büyüteç etrafında ama biraz da sahnenin sağladığı yakınlıkla fark edebiliyoruz (ben Tiyatro Akla Kara’da, seyirci ile sahneyi birbirine yaklaştıran bir alanda izlemiştim, bu fark edebilme fırsatı biraz da bundan). Ayrıntıları her ne kadar takip edebilsek de bu sırrı ne bizim ne de Poirot’un çözmesi kolay olmuyor. Çünkü hikâye tahminlerimizin çok ötesinde bir trajediyle karşımıza çıkıyor. Her ele bulaşmış bir bıçağın bıraktığı 12 darbe; haklı-haksız, suçlu-suçsuz kavramlarını önümüze sorgulamamız için seriyor. Ben katilin kim olduğunu ya da kimler olduğu söylemeyeceğim; ki Poirot da bunun sorgulamasını yaşıyor. Benimkisi okura sırrı ifşa etmek istememekten; Poirot’unkisi ise adalet kavramını ilk kez sorgularken vicdanına yenilmesinden.

“Vicdana yenilmek” dedim. Sonuç, vicdan ile adalet arasında bırakıyor herkesi çünkü. Gariptir ki böyle bir ikilikten zıtlıkmış gibi bahsediyoruz. Kendi adaletimizi kendimiz sağlarken; vicdan sahibi herhangi biri bizi suçlu ilan etmemeliymiş gibi. Adalet kavramında, suç ve ceza mekanizmasında bir şeyler ters işliyormuş gibi… Yıllar öncesinde de asırlar, çağlar öncesinde de şimdi de… Poirot bu sefer büyütecini vicdanına tutuyor; suçluyu polise açık edemiyor… Ve kara saplanan tren artık hareket edebiliyor hâle geliyor, kar çözülüyor.

İzlediklerimiz bir oyun, bir kitabın tiyatroya uyarlaması… Ama Christie’nin anlatım gücü, Ken Ludwig’in iyi adaptasyonu, Savaş Dural’ın müthiş çevirisi ve tüm diğer oyuncuların başta da Atilla Şendil’in ustaca icra ettikleri performansları sayesinde hikâyenin büyüsüne kapılabiliyoruz. Oyun oynanmaya devam ediyor; tıpkı hikâyedeki temel sorgunun her daim devam ettiği gibi….

 
 
 
 

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...