23 December 2024

Kel başa şimşir tarak

Filistin’de, Lübnan’da yaşanan katliamlar; Esed’in devrilmesiyle rejimin hapishanelerinde yaşanan caniliklerin ortaya çıkması… Orta Doğu’nun ahla dolu topraklarına bu kadar yakınken kulak tıkayan biz… Ne zamana kadar daha susacağız, sırf Batılı olabilmek için?

Orta Doğu cayır cayır yanıyordu ve ben aheste aheste saçlarımı tarıyordum. Dikte rejimlerinin sonu bangır bangır gelirken ve halklar bir şekilde ayaklanıp, akıp yataklarını bulurken ben; o lahza, bir incir ağacı altında efil efil esen rüzgârın sarhoşuyum. İzliyorum olan biteni. İzliyor muyum, seyir mi ediyorum, onu zaman gösterecek. Fakat ne de çok toz kalkıyor buralarda, postallar koştururken yıkıntıların arasında bazen feryat, bazen figan, kiminde tekbir nidaları kiminde de zafer naraları, ama hep koşuştururlarken. Hele o heykeller yıkılırken ne çok toz kalkıyor, Tanrım! Oh, dear! Ayrıca amma da patırtılar geliyor kulağıma, ne de sakil. Savaşlar ne kötü be birader. Bense incir ağacı altında, seyre dalıyorum üstün bir tepesinden baktığım arbedeler coğrafyasına.

Yo, hayır! Biz buraların insanı değiliz. Beni Paris’te ara, olmadı Brüksel. Ne işim olur şekerim Orta Doğu denen cehalet bataklığında? Biz başka heykellerin, bambaşka putların kulları; bizler entariden sıyrılan smokinliler; horondan, halaydan kurtulan valsliler; binlerce şükür ki monşerler, istenmediğimiz yerlerin sığınmacı mukallitleri, kapıdan kovulmuş şeytanın bacadan girmeye yeltenen arsız şeytanları, avro mültecileri, çıplaklaştıkça özgürleşen zenginleştikçe soytarılaşan gudubetler… Biz ki saçlarımızı ne de güzel tararız incir ağacı altında. “Ben ne güzel işerim güneşe karşı, arkamda medrese duvarı önümde çarşı.”

Ama konuşamıyor insan. Lâl ediyorlar konuşanı. “Zinhar ey Yunus, gördüm deme sen!” diye kendini boşuna mı tembihlemişti, ki bu toprakların millî âdetidir göreni duyanı konuşanı dar ağaçlarında sallandırmak. Haybeye mi “İcat çıkarma!” emri bir yüzyılın özeti olsun? Bulandırma denizi! Ama sussam gönül razı değil. Tarihimizde de çokça susmaya çalışan insan olmuş. Onlarla empati kuruyor gönül. Sednaya Hapishanesi’nden iniltiler, empati kurmama müsaade etmiyor.

Samimiyeti sanal dünyanın sahtekârlığında aramak yanılgısı

Sosyal medyada seyrettik her şeyi. Sosyal medya eskiden nasıldı diye sorguladım kendimi. Sosyal olmalı ve medya içermeli evvela. Unutmuyorum bir kış günü, Kastamonu civarlarında bir köyden geçiyordum. Dağ köyü olduğu için bir çay içmek için duraladım köy kahvesinde. Köy, sanıyorum beş altı hane. Aklıma düştü, nasıl geçer koca bir kış burada, hiç canınız sıkılmaz mı dedim. Caminin yanına bir loca yapmışlar, bir oda bir buluşma merkezi. Akşam namazı sonrası evden getirdikleri yemekleri, tatlıları yerli malı haftası tadında bir masada toplayıp muhabbete koyulurlarmış. Sobadan gelen yanan odun hışırtısı, üstünde demlenen çayın altındaki çaydanlık sesi, köydeki irili ufaklı dertlerin her kafadan çıkan çözüm öneri soslu nidaları derken fıkralar anılara evrilir, dedikodular ilahilere karışır, enstrüman çalabilen varsa musiki, yoksa radyodan gelen türküye cümbür cemaat eşlik etmeler geceyi gece ederlermiş. Yatsı namazından sonraya kadar süren bu çılgın ortamlar, Ramazan ayında ayyuka çıkarmış hatta. Düşünüyorum da dışarıda dize kadar bembeyaz kar, gece ayazı ve karlara düşen ay ışığı, camları buğulanmış ve sobadan yayılan sıcaklıkla gevşemiş bir köy oda samimiyeti, cennet tasvirlerine bunu da ekleyebiliriz.

Dedim evet ya, buldum sosyal medyanın ham hâlini; Spotify’ın geçmediği bir dinletiyi, Youtube’un çekmediği aktif bir seyir âlemini. Twitter’dan, X’ten daha aktüeldir Muhtar Osman Ağabey’in ilçe merkezinden getirdiği havadis. Yakındaki lokantadan sipariş edilmiş ne idüğü meçhul pizzadan çok daha makul ve muteber Şennur Teyze’nin açtığı ıspanaklı börek. Latte matte bozar ortamı, sobada çay demleniyorsa hele. Hamasi mi geliyor kulağa bu betimlemelerim? Haydi oradan! Kırmızı boya ile pembeleşmiş istavritleri barbun diye yiyen, kimyasal çözeltileri meşrubat diye içen biz şehirliler, kendimizi bir halt zannettiğimiz için hamasi geliyor. Çokça uyanığız diye geçinirken, sahte bungalov tatillerinde dondurulmuş köfteleri yutturdukları için uyanık geçiniyoruz. Bir servet ödeyerek doğal yaşamaya öykünen aptallar olduğumuz gerçeği ile niçin yüzleşelim ki?

Batılıların onayına muhtaç vicdan

Değil mi ki biz, o incir ağaçları altında, bilmem ne park sitesinin falanca blokunun filanca katına tıkılmışlığımızı; katır yüküyle kirasını ödeyip, eşek yüküyle para karşılığı satın aldığımız iPhone’larımızdan seyre dalmıyoruz? “Ah şekerim, mülteciler ne kötü! Aman canım, her yerdeler” derken ne de kent soylularız. Pis sakallılar, Allahuekberciler, entarililer, sahilde nargile içenler onlar. Rakımızı dolduracak, sadece köleliği kabullenecek mülteciler, ancak öyle yaşam hakkı sağlarız onlara. Zira biz, taklit etmeye yırtındığımız bir Belçikalı kadar çağdaş ve öyle Batılıyız, öyle gaddar ve zalim. Ha Kongo ha Suriye. İsrail mi? O konu hakkında konuşmayız, değil mi? Yarın Amerika’daki ve Avrupa’daki tanrılarımız, bizi bir Arap’ın aynı safında yer aldığımız için aşağılayabilir, başımızı okşamaz ve adam yerine koymaz maazallah.

Evet, insaniyetin kendini astığı o meşhur ve meşum incir ağacı altında, cesedin üstündeki eşyaları çalarak, cebinden çıkan tarakla da kendi saçlarını tarayan kişi benim, Orta Doğu mahallesi yanarken. Ortalık toz duman. Dikte rejimleri yıkılırken, heykeller devrilirken, halklar uyanırken bu gelen patırtı da neyin nesi? 

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...