06 May 2025

Kaynarca: Trakya’nın kalbinde saklı su beldesi

İstanbul’un karmaşasından kaçıp Trakya’nın kalbine sığının: Kaynarca! Pers Kralı Darius’u büyüleyen efsanevi suları, Atatürk imzalı tarihî değirmeni, yemyeşil doğası ve yöresel lezzetleriyle burası huzurun adresi. Tarihle iç içe, sakin bir mola için Kaynarca sizi bekliyor.

İstanbul... Ah, İstanbul. Bazen aşkla bağlandığım, damarlarımda hissettiğim o kadim şehir; bazen de üzerine çöken o devasa yorgunluk bulutuyla beni ezen, nefesimi kesen metropol. İşte o nefesimin kesildiği, ruhumun sıkıştığı, şehrin bitmek bilmeyen uğultusunun kulaklarımı değil, beynimi tırmaladığı anlarda aklıma düşen bir sığınak var: Pınarhisar. Kırklareli’nin bu sakin ilçesi, sadece ailemin yaşadığı yer değil, aynı zamanda benim için İstanbul’un keşmekeşinden bir kaçış rotası, bir tür arınma durağı. Ama Pınarhisar’a yaptığım ziyaretlerin gizli bir kahramanı daha var; ilçeye sadece bir taş atımı mesafede, kendi hâlinde, mütevazı ama bir o kadar da büyüleyici bir belde: Kaynarca… 

İstanbul’dan yola çıkıp Trakya’nın o kendine has coğrafyasında ilerlerken, zihnimdeki şehir gürültüsü yavaş yavaş yerini yol kenarındaki ayçiçeği tarlalarının sessizliğine, rüzgârda salınan ağaçların hışırtısına bırakır. Pınarhisar’a yaklaştıkça hissedilen o dinginlik, Kaynarca’ya yöneldiğimde âdeta katmerlenir. Yıldız Dağları’nın (ya da Istranca’nın) eteklerine usulca kurulmuş, adını her köşesinden fışkıran, gürül gürül akan berrak sularından alan bu beldeye adım attığım an sanki zaman yavaşlar, hayatın ritmi değişir. İlk karşılayan, belki de hiç susmayan pınarların o dingin ama hayat dolu sesi ve yemyeşil doğanın kucaklayıcı atmosferidir. Burası sadece şirin bir belde değil, aynı zamanda Pers İmparatorluğu’ndan Osmanlı’ya, çok kültürlü bir geçmişten Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan zengin bir tarihin, efsanelere konu olmuş “Teoros Suları”nın ve keşfedilmeyi bekleyen sayısız hikâyenin mekânıdır.  

Suyun büyüsü: Teoros’tan günümüze kaynayan hayat

Kaynarca’nın kimliği, tarihi ve hatta ruhu, adeta sularıyla örülmüştür. Bu bağ, coğrafi bir özellik olmanın çok ötesindedir. Beldenin adı bile bu gerçeği haykırıyor. Kasabanın merkezinden çıkan, dördü büyük sekizi küçük olmak üzere tam on iki ana kaynak, birleşerek Kaynarca Deresi’ni oluşturur ve bu dere saniyede yaklaşık 1200 litre gibi etkileyici bir debiyle akarak çevresindeki köyleri sular, hayat verir ve sonunda Ergene Nehri’ne karışır. Merkezdeki park alanında, bu kaynakların bir kısmı küçük havuzcuklar ve kanallar aracılığıyla öyle güzel düzenlenmiş ki suyun sesini dinleyerek oturmak bile başlı başına bir terapi. Hatta bazı kaynakların sıcak aktığına dair söylentiler, buranın belki de keşfedilmeyi bekleyen bir jeotermal potansiyeli olduğuna işaret ediyor.  

Bu sular o kadar özel ki antik çağlarda “Teoros” adıyla anılmışlar. Rivayete göre bu isim, bölgeyi sayfiye yeri olarak kullanan Trak Kralı Teoros’tan geliyor. Bu bile Kaynarca’nın köklerinin ne kadar derinlere uzandığını ve sularının tarih boyunca ne denli değerli görüldüğünü anlamaya yetiyor. Ama Teoros sularının şöhretini zirveye taşıyan olay, şüphesiz Pers İmparatoru Darius’un M.Ö. 513 yılı civarındaki ziyareti. Tarihin babası Heredot’un aktardığına göre; Darius, İskit Seferi sırasında ordusuyla burada konaklamış ve suların güzelliğinden o kadar etkilenmiş ki üzerine “Ben dünyaya, Teoros ise dünyanın en güzel sularına sahiptir” sözlerini yazdırdığı bir kitabe diktirmiş. Düşününce insanın tüyleri diken diken oluyor; binlerce yıl önce yaşamış kudretli bir imparatorun hayranlığını kazanan bir yerdesiniz! O meşhur kitabeye ne mi olmuş? Rivayetlere göre Balkan Harbi sırasında Bulgarlar tarafından sökülerek Sofya’daki müzelerine götürülmüş ve hâlen orada sergileniyormuş.  

Kaynarca sularının hikâyesi sadece tarihî gerçeklerle sınırlı değil, bir o kadar da mistik efsanelerle örülü. En yaygın inanış, bu gürül gürül akan pınarların kaynağının çok uzaklardaki Tuna Nehri olduğu yönünde. Kulağa inanılmaz gelse de bu inanış öylesine güçlü ki meşhur seyyah Evliya Çelebi bile 17. yüzyılda yazdığı Seyahatname’sinde bu konuya değinmiş. Aktardığına göre; Fatih Sultan Mehmet zamanında Tuna’ya dökülen saman ve kömür, günler sonra Kaynarca’nın sularından çıkmış! Bir başka popüler efsane ise daha romantik: Tuna boylarında yaşayan bir çoban, suya düşürdüğü el yapımı bastonunu (bazı anlatımlarda kavalını) yıllar sonra Kaynarca’da bir köy kahvesinin duvarında asılı bulmuş. Bu efsaneler, sulara gizemli bir hava katarken, beldenin eski adı olan ve Rumcada “pınar”, “kaynak” anlamına gelen “Yene” ismiyle de birleşince, suyun buradaki kültürel ve tarihî belleğin taşıyıcısı olduğu gerçeğini pekiştiriyor. Mübadele öncesi dönemde Rum nüfusun yoğun olduğu beldede bu kaynaklar “Yene Suyu” olarak anılırmış ve bu isim, yaşlıların hafızasında hâlâ canlılığını koruyor.  

Kaynarca sularının bu büyüsü, edebiyata bile sızmış. Komşu ilçe Vize’de doğmuş olan ve modern Yunan edebiyatının kurucularından sayılan Georgios Vizyenos, dilimize “Moskof Selim” adıyla çevrilen eserinde Kaynarca’nın “pırıltılar yaparak fokurdayan gürül gürül sularından” övgüyle bahsetmiş. İşte tüm bu tarihî, efsanevi ve edebî katmanlar, Kaynarca’nın su kaynaklarına sadece fiziksel bir güzellik değil, aynı zamanda güçlü bir “hikâye” potansiyeli kazandırıyor. Darius’un hayranlığı, Trak krallarının dinlencesi, Tuna’dan geldiğine inanılan gizemli sular ve edebî ilham kaynağı olması, burayı ziyaret edenlere sadece suyu görmekle kalmayıp, binlerce yıllık bir anlatının parçası olma hissini yaşatıyor. Bu da sıradan bir gezi deneyiminin ötesinde daha derin, akılda kalıcı ve anlamlı bir yolculuk vaat ediyor ve bölgenin turizm potansiyelini artıran en değerli unsurlardan biri hâline geliyor.  

Tarihin katmanlarında bir gezinti: Traklardan Cumhuriyet’e

Kaynarca ve hemen yanı başındaki Pınarhisar, âdeta bir açık hava müzesi gibi. Attığınız her adımda binlerce yıllık bir geçmişin izlerine rastlamak mümkün. Tarih yolculuğu, antik dönemlere, Trakların gizemli dünyasına kadar uzanıyor. Bölgedeki Trak varlığı, günümüze ulaşan kült alanları, özellikle Pınarhisar’ın kuzeyindeki Ambarkaya gibi etkileyici kaya oyma sunak yerleri, Pekmezdere Mağarası gibi doğal mağara oluşumları, Kaynarca’daki Kaya Manastırı ve yöreye dağılmış çok sayıda tümülüs (İslambeyli, Haydar Baba mevkii, Pınaryolu, Höyükler Tepesi gibi) ile kendini belli ediyor. Bu tümülüsler, yani Trakların yönetici sınıfına ait anıtsal mezar tepeleri, bölgenin antik çağlardaki öneminin sessiz tanıkları. Özellikle Çayırdere Köyü yakınlarındaki Höyükler Tepesi’nde iki büyük tümülüsün yanı sıra 15 kadar küçük mezar tepesinden oluşan bir nekropol (antik mezarlık) alanı bulunuyor. Ne yazık ki bu paha biçilmez miras defineciler tarafından büyük ölçüde tahrip edilmiş ve bir dönem askerî tatbikat alanı olarak kullanılması nedeniyle de zarar görmüş. Aynı şekilde Pınarhisar ile Akören Köyü arasındaki Pekmezdere Mağarası da 1. Derece Arkeolojik Sit Alanı olmasına rağmen kaçak kazı tehdidi altında. Mağarada yapılan araştırmalarda Bronz ve Demir Çağı ile Roma dönemine ait seramikler bulunmuş ve bu buluntular mağaranın antik dönemlerde dinî ayinler için (kült) kullanılmış olabileceğine işaret ediyor. Hatta mağara girişinde bulunan bir taş kazıyıcı, buradaki insan izlerinin çok daha eskilere gidebileceğini düşündürüyor. Kaynarca’nın yaklaşık 3,5 km güneyindeki Batak Değirmen Höyüğü de bölgenin arkeolojik zenginliğini gösteren bir başka tescilli alan.  

Roma İmparatorluğu döneminde de önemini koruyan bölge, asıl yerleşim karakterini Bizans döneminde kazanıyor. O dönemde “kaynaklar” anlamına gelen Brysesis veya Virisis/Verissa adıyla anılan yerleşim, muhtemelen M.S. 425 civarında inşa edilen ve bir uç savunma kalesi niteliği taşıyan Pınarhisar Kalesi’ne bağlı olarak gelişmiş. Kaynarca’da bulunan Bizans dönemine ait harap durumdaki kilise kalıntısı ve kayalara oyulmuş etkileyici Kaya Manastırı, bu dönemin canlı tanıkları. Kaya Manastırı’nın iki girişi, içindeki apsis, oturma sekileri ve mumluk olarak kullanıldığı düşünülen nişler, duvarlarındaki harç süsleme izleri, o dönemin yaşamına dair ipuçları veriyor, ancak günümüzde depo olarak kullanılıyor olması biraz hüzün verici.  

1368 yılı, bölge için bir dönüm noktası. Sultan I. Murad döneminde Gazi Mihal Bey tarafından fethedilmesiyle Kaynarca ve çevresi Osmanlı hâkimiyetine giriyor ve bölgede hızlı bir Türkleşme süreci başlıyor. Akıncılarla birlikte gelen Anadolu erenleri (Binbir Oklu Ahmet Baba gibi) ve Yörük aşiretleri bölgeye yerleşiyor, tekkeler ve ilk Türk yerleşimleri kuruluyor. 17. yüzyılda (1661’de) bölgeyi ziyaret eden Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Kaynarca’dan bir “kasaba” olarak bahsediyor; hanları, hamamı, dükkânları, kalesi ve özellikle de güzel bağ ve bahçeleri ile su kaynaklarını övgüyle anlatıyor. Hundi Hatun Camii ve Sadık Ağa Camii gibi yapılar, Osmanlı mimarisinin bölgedeki erken örneklerinden. Osmanlı yönetimi altında ve 20. yüzyıl başlarına kadar Kaynarca, Müslüman Türk nüfusun yanı sıra önemli sayıda Rum ve Bulgar topluluğa da ev sahipliği yapan çok kültürlü bir yerleşim yeriymiş. Beldenin eski adı olan Yena, Yenno veya Yani bu dönemin bir yansıması.  

Ancak tarih her zaman barışçıl akmıyor. 19. yüzyıl sonlarından itibaren yaşanan savaşlar, özellikle 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) ve ardından gelen Balkan Savaşları, bölgenin demografik yapısını kökten değiştiriyor. Büyük göç hareketleri yaşanıyor. Önce Balkanlardan Türk göçmenler bölgeye geliyor; ardından Balkan Savaşları sırasında Bulgarlar, 1923 Lozan Mübadelesi ile de Rumlar Kaynarca’yı terk ediyor. Yerlerine Yunanistan (özellikle Selanik ve Drama), Bulgaristan ve Romanya gibi Balkan ülkelerinden gelen Türk mübadiller yerleştiriliyor ve beldenin bugünkü kimliğinin temelleri atılıyor. Bu mübadele sürecinin ne kadar önemli olduğunu gösteren ilginç bir detay da var: Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan, Selanik Langaza’dan gelen hemşehrilerini ziyaret etmek amacıyla 1934 yılında Kaynarca’ya gelmiş. Bu ziyaret, mübadillerin yeni vatanlarına tutunma sürecindeki manevi bağların bir göstergesi âdeta.  

Cumhuriyet dönemiyle birlikte Kaynarca, modernleşme adımlarını atıyor. 15 Şubat 1954’te belediye statüsü alarak beldeye dönüşüyor. Ve tabii ki beldenin simgesi hâline gelen tarihî Taş Değirmen’in hikâyesi... Bu yaklaşık 260 yıllık Rum yapısı değirmenin işletme izninin, 1935 yılında bizzat Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ve Başvekil İsmet İnönü tarafından imzalanan bir kararname ile verilmiş olması, Kaynarca tarihinin en özel ve anlamlı detaylarından biri. Bu belge, sadece yerel bir işletmenin değil; aynı zamanda genç Cumhuriyet’in kalkınma hamlelerinin, kırsal ekonomiyi ve yerel üretimi destekleme çabalarının somut bir kanıtı. Pınarhisar’da bulunan ve eski Libya Başkanı Sadullah Koloğlu’nun kaymakamlığı sırasında (1913) yaptırılan Koloğlu İlköğretim Okulu gibi yapılar da Cumhuriyet öncesi ve erken Cumhuriyet döneminin mimari ve toplumsal izlerini taşıyor.  

Kaynarca’nın tarihi, sadece yerel bir geçmiş değil; Trakya ve Balkanlar coğrafyasını şekillendiren büyük imparatorlukların egemenlik mücadelelerinin, halkları yerinden eden savaşların ve göçlerin, farklı kültürlerin bir arada yaşama ve ayrışma dinamiklerinin canlı bir yansıması. Bu katmanlı geçmiş, beldenin bugünkü atmosferine ve kültürel dokusuna hissedilir bir derinlik katıyor, onu sıradan bir yerleşimden çok daha fazlası yapıyor ve özellikle tarih meraklısı benim gibi gezginler için çekiciliğini artırıyor.  

Doğanın kucağında: Coğrafya, iklim ve yaşam

Kaynarca’nın doğal güzellikleri, en az tarihi kadar etkileyici. Beldenin kuzeyinde, Trakya’nın çatısı sayılan Yıldız Dağları’nın (Istranca) önemli zirvelerinden Mahya Dağı’nın (1030 m) etekleri başlıyor ve bu ormanlık etekler Kaynarca’ya kadar sokuluyor. Kuzeydoğu yönü ise Kurudere Ormanları ile kaplı. Güneyde bereketli tarım arazileri uzanırken, batıda eski bağlık alanların bulunduğu sırtlar ve güneye doğru yayılan meşe ormanları göze çarpıyor. Belde, deniz seviyesinden ortalama 200-250 metre yükseklikte. Jeolojik olarak bölge, Birinci Zaman’a ait yaşlı Istranca masifi üzerinde yer alıyor ve merkezî kısımları granit ve gnays gibi dayanıklı kayaçlardan oluşuyor. Bu temel yapı, bölgedeki karstik (kireçtaşı) oluşumlarla birleşince Pekmezdere Mağarası, Kaya Manastırı ve biraz daha uzaktaki muhteşem Dupnisa Mağarası gibi mağaraların ve dolinlerin (çöküntü alanları) oluşumuna zemin hazırlamış.  

Bitki örtüsü, özellikle Yıldız Dağları’nın eteklerinde zengin bir orman dokusu sergiliyor. Saplı meşe, saçlı meşe, kayın ve gürgen ağaçları bu ormanların hâkimi. “Kaynarca Ormanları” olarak bilinen bu alanlar, beldenin hemen yanı başında başlıyor ve İstanbul’un beton yığınlarından sonra insana ilaç gibi geliyor. Temiz havada yürüyüş yapmak, piknik yapmak veya sadece kuş sesleri eşliğinde dinlenmek için mükemmel bir ortam.  

Bölgede genel olarak karasal iklim özellikleri hâkim. Kışlar genellikle sert, yağışlı ve zaman zaman kârlı geçiyor. Ortalama 15-20 cm kalınlığında yağan karın, yörede yaklaşık bir buçuk ay kadar kalabildiği söyleniyor. Yaz ayları ise sıcak ve kurak. Yıllık ortalama yağış miktarı 650 mm civarında. Özellikle kış aylarında Istrancalar’dan esen poyraz rüzgârları, havayı daha da soğuk hissettiriyor. Seyahatten önce Meteoroloji Genel Müdürlüğü'nün güncel hava durumunu kontrol etmekte fayda var.  

Kaynarca’nın sahip olduğu bu coğrafi çeşitlilik; dağ etekleri, ormanlık alanlar, bereketli su kaynakları ve tarım ovalarının bir arada bulunması, ona hem doğal güzellikler açısından zenginlik hem de tarımsal üretim potansiyeli kazandırıyor. Bu çeşitlilik, ziyaretçilere tek bir lokasyonda farklı deneyimler yaşama fırsatı sunuyor: ormanda yürüyüş yapmak, derelerin serinliğinde dinlenmek, yöresel tarım ürünlerini tanımak veya sadece doğanın sakinliğinin tadını çıkarmak gibi. Bu da Kaynarca’yı farklı ilgi alanlarına sahip turistler için cazip bir destinasyon hâline getiriyor.  

Görülecek yerler: Doğal harikalar ve tarihî izler

Kaynarca ve yakın çevresi, keşfedilmeyi bekleyen pek çok güzellik sunuyor. Doğaseverler için Kaynarca Ormanları ve bol oksijenli Göçerler Yaylası harika seçenekler. Yanıkköy Şelalesi ve bölgedeki diğer şelaleler (Cehennem Şelaleleri, Karapınar Şelalesi) doğanın coşkusunu görmek için ideal. Pınarhisar’a bağlı Akören Köyü yakınlarındaki Akören Göleti ve Evciler Göleti gibi alanlar ise özellikle hafta sonları dinlenmek ve piknik yapmak için tercih ediliyor. Pınarhisar Belediyesi’nin düzenlediği Kavakçeşme Aile Piknik Alanı ve yeni yapılan diğer mesire alanları da bu ihtiyaca cevap veriyor. Tabii ki beldenin kalbinden akan Kaynarca Deresi’nin kenarında yürümek ve merkezdeki parkta suyun sesini dinlemek de başlı başına bir keyif.  

Tarih ve kültür meraklıları için ise listenin başında kesinlikle Taş Değirmen geliyor. Yaklaşık 260 yıllık, Rumlardan kaldığı düşünülen ve Trakya’da hâlâ aktif olarak çalışan nadir su değirmenlerinden biri olması zaten yeterince etkileyiciyken, bir de Atatürk ve İnönü imzalı kararname hikâyesi onu eşsiz kılıyor. İçeri girip o tarihî mekanizmayı görmek, mısır ve buğdayın una dönüşümüne tanık olmak ve hatta o taze öğütülmüş unlardan satın almak harika bir deneyim.  

Diğer tarihî yapılar arasında, geleneksel Türk hamamı mimarisinin özelliklerini taşıyan Kaynarca Hamamı, 1950 yılında yöreye özgü kesme taştan inşa edilmiş, mimarisiyle dikkat çeken Kaynarca Cami (dikdörtgen planı, kırma çatısı, taş minaresiyle), Bizans döneminden kalma Kaynarca Kaya Manastırı (içindeki apsis, sekiler ve nişlerle), Osmanlı dönemine ait olduğu belirtilen Orhanlı Köprüsü, Yanıkköy Kalesi kalıntıları ve harap durumdaki Bizans Kilisesi kalıntısı sayılabilir.  

Kaynarca’ya gelmişken sadece 5 km uzaklıktaki Pınarhisar’ı da es geçmemek gerek. İlçe merkezindeki Pınarhisar Kalesi, bölgenin en önemli tarihî miraslarından. Bizans döneminde (muhtemelen 5. yüzyıl) inşa edildiği düşünülen kaleden günümüze restore edilmiş birkaç burç ve sur duvarı kalıntısı ulaşmış. Kalenin çevresinin düzenlenerek turizme daha aktif kazandırılması yönünde projeler olduğunu duymak sevindirici. Ayrıca Pınarhisar’a bağlı Cevizköy ve Poyralı köylerindeki Balkan Şehitlikleri, yakın tarihin hüzünlü anılarını yaşatıyor.

Eğer biraz daha vaktiniz varsa ve doğa harikalarına meraklıysanız, Kaynarca'dan yaklaşık 1-1,5 saatlik bir yolculukla Demirköy ilçesi sınırları içindeki Dupnisa Mağarası’na mutlaka gidin. Trakya’nın turizme açılan ilk ve tek mağarası olan Dupnisa, gerçekten büyüleyici bir yer. İki katlı yapısı (Kuru Mağara ve Sulu Mağara), binlerce yarasalık kolonisi (bu nedenle Sulu Mağara kış uykusu döneminde, 15 Kasım-15 Mayıs arası kapalı oluyor), devasa sarkıt, dikit ve sütunları, içinden akan yer altı nehri ve göletleriyle âdeta başka bir gezegene adım atmış gibi hissettiriyor.  

Kaynarca sofrası: Topraktan ve sudan gelen lezzetler

Kaynarca gezisi, yöresel lezzetleri tatmadan tamamlanmış sayılmaz. Beldenin adıyla anılan ve ünü çevreye yayılmış olan kuru fasulye, buranın yıldızı. Geçmişte çeltik ekilen o verimli topraklarda yetişen bu fasulyenin lezzeti bir başka oluyor. İstanbul’daki lüks restoranlarda bile bu tadı bulmak zor.  

Diğer başrol oyuncusu ise tabii ki alabalık. Kaynarca’nın bol ve temiz suları, alabalık yetiştiriciliği için o kadar ideal ki dere kenarlarında pek çok alabalık çiftliği ve restoranı bulunuyor. Kaynarca Alabalık Tesisleri veya Havuzbaşı Et & Balık ve Darius Bungalov & Restaurant gibi mekânlarda, su sesi eşliğinde taptaze alabalığın ve diğer lezzetlerin tadına bakmak, Kaynarca deneyiminin olmazsa olmazlarından.  

Ama Kaynarca ve çevresinin lezzetleri bunlarla sınırlı değil. Yıldız Dağları’nın zengin florası sayesinde üretilen kaliteli ballar, özellikle de meşe balı denenmeli. Trakya’nın geleneksel içeceği olan ve üzümden yapılan hardaliye ferahlatıcı bir seçenek. Tarihî Taş Değirmen’de öğütülen doğal mısır ve buğday unlarından alıp evinize götürebilirsiniz. Pınarhisar’a bağlı Poyralı köyünün meşhur pancar pekmezi ve Yeniceköy ile Poyralı’nın et ve süt ürünleri de tadılmaya değer yerel hazineler.  

Bu lezzetlerin kaynağı ise Kaynarca halkının temel geçim kaynağı olan tarım ve hayvancılık. Beldenin güneyindeki düzlüklerde fasulyenin yanı sıra pancar, ayçiçeği, buğday gibi ürünler yetiştiriliyor. Hayvancılık ve buna bağlı olarak süt ürünleri de ekonomide önemli bir yer tutuyor. Çevredeki Kurudere gibi köylerde ormancılık, Sütlüce gibi köylerde ise mandıracılık öne çıkıyor. Pınarhisar ilçe merkezindeki Cumhuriyet dönemi yatırımlarından çimento ve kireç fabrikaları da bölge istihdamına katkı sağlıyor. Ancak Kaynarca’nın ruhu daha çok toprakla ve suyla iç içe geçmiş durumda. Geçmişte daha yaygın olan el dokumacılığı gibi el sanatları ise maalesef giderek azalıyor. 

Kaynarca mutfağının güzelliği, onun yerelliği ve otantikliğinde yatıyor. Bol su kaynakları alabalık kültürünü doğurmuş, verimli topraklar meşhur fasulyeyi ortaya çıkarmış, Yıldız Dağları’nın zengin bitki örtüsü kaliteli balların kaynağı olmuş, Trakya’nın köklü geçmişi ise hardaliye gibi geleneksel lezzetleri günümüze taşımış. Yani burada yediğiniz her şeyin kökleri bu topraklarda, bu kültürde. İşte bu “yerel” ve “doğal” karakter, günümüzün yapaylaşan dünyasında aradığımız o samimiyeti sunuyor ve Kaynarca’nın çekiciliğini artırıyor.  

Son söz yerine: Neden Kaynarca?

Her İstanbul’a dönüşümde, Kaynarca’nın o dinginliğini, suyunun sesini, toprağının kokusunu, Taş Değirmen’in yaşanmışlığını ve yediğim o lezzetli yemeklerin tadını yanımda götürüyorum. Kaynarca, Trakya’nın keşfedilmeyi bekleyen, kendine özgü ruhu olan nadir köşelerinden biri. Burayı ziyaret etmek, sadece güzel manzaralar görmek veya lezzetli yemekler tatmak değil; aynı zamanda binlerce yıllık bir tarihin katmanlarında dolaşmak, doğanın cömertliğine, özellikle de suyun hayat veren gücüne yakından tanıklık etmek demek.  

Antik çağlardan Cumhuriyet’e uzanan zengin geçmişi, efsanelere konu olmuş Teoros Suları, Yıldız Dağları’nın eteklerindeki huzurlu atmosferi, hâlâ çalışan tarihî Taş Değirmeni, meşhur fasulyesi ve taze alabalığı ile Kaynarca, size otantik bir Trakya kasabası deneyimi sunuyor. Onu benzerlerinden ayıran en önemli özellik, belki de her şeyin merkezinde duran su etrafında şekillenen o güçlü kimliği. Pers Kralı’nın hayranlığından Tuna Çobanı efsanesine uzanan anlatılar, bu küçük beldeye büyük bir derinlik katıyor. Tarihî Taş Değirmen’in Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan ve Atatürk'ün imzasını taşıyan hikâyesi ise bu derinliği daha da anlamlı kılıyor.  

Eğer siz de İstanbul'un ya da başka bir büyük şehrin yorucu temposundan sıyrılıp kalabalıklardan uzakta hem bedeninizi dinlendirecek hem de ruhunuzu ve zihninizi besleyecek sakin, huzurlu ve kültürel açıdan zenginleştirici bir kaçamak arıyorsanız, Kaynarca tam size göre bir destinasyon olabilir. Gidin, Pers Kralı Darius’un bile övgüsünü kazanan bu “Güzel Sular Diyarı”nı kendi gözlerinizle görün, sularının sesini dinleyin, tarihine dokunun ve lezzetlerini tadın. Emin olun, İstanbul'a döndüğünüzde yanınızda sadece güzel anılar değil, aynı zamanda ruhunuza işlemiş bir parça huzur da getireceksiniz.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...