
Karadeniz’in derin hikâyelerinden biri: Derûn
61. Altın Portakal Film Festivali Uluslararası Yarışma’da aday olarak gösterime giren filmlerin arasındaydı “Derûn”. Müge Uğurlar’ın yönettiği film, güzelliğini yitiren bir kadının aşkını kaybediş öyküsünü ele alıyor. Bu filmle aşkın neliğini sorguluyor, duyguların ardındaki dünyayı aralıyoruz.
Düşünün, Trabzon’da bir köydesiniz. Kış… Günün en zorlu zamanlarında işlerinizi halletmiş, soba kenarında dinlenmeyi, ısınmayı düşünmüşsünüz. Gecenin bir vakti kapınız vuruluyor, genç bir adam beliriyor kapınızda. Yabancı ama tanıdık gibi… Arkasında bir tabut. “Bahçenize babamın cenazesini gömebilir miyim?” diyor, “Babamın vasiyetiydi.”
Bir zamanlar âşık olduğunuz, evlenmeye karar verdiğiniz fakat sizi yarı yolda bırakıp gitmiş bir adamın bedeniyle karşılaşıyorsunuz. Yüzünüzde çıkan bir yaradan dolayı güzelliğinizi kaybettiğiniz için terk edilmiş; sevdaya, hayata, insana küsmüş; kendinizi kırk yıl boyunca dağ başındaki bir eve kapatmışsınız. O adamın cenazesini evinizin bahçesine gömülmesine izin verebilir misiniz?
Senaryosunu Makbule Kosif, Gülsev Karagöz ve İbrahim Varelci’nin yazdığı; görüntü yönetmenliğini Sami Saydan’ın üstlendiği, Müge Uğurlar’ın yönetmen koltuğunda oturduğu “Derûn” bu soruyla bizi baş başa bırakıyor. Aşkın neliğini; öfkenin, kibrin, nefsin insandaki yolculuğunu, anlattığı hikâyeyle sorguya açıyor Mesnevi’yi referans alarak… 61. Altın Portakal Film Festivali’nde Uluslararası Yarışma kategorisinde Türkiye prömiyerini yapan “Derûn”, 95 dakika boyunca bize sadece bu soruları sordurmuyor; ayrıca Trabzon’un eşsiz coğrafyasını ustalıkla beyaz perdeye yansıtarak sinematografisi güçlü bir seyir sunuyor. Hikâyeye ruh veren Hatice Arslan (Marife), Furkan Andıç (Ateş – İlyas) ve Güven Kıraç’ın (Yahya) oyunculukları ise elbette etkiyi yükseltiyor. Filmin ruhuyla bütünleşen, Karadeniz'e ait melodiler ise Mercan Dede'nin müthiş yaratımıyla duyuluyor. Farsçada “kalp, yürek, iç” anlamlarına gelen “Derûn”, tam da burada olup bitenlerle konuşuyor; peki ne anlatıyor?
Sevda, güzelliğe mi tutkundur; yoksa ruha mı?
Marife, 60 yaşlarında, Trabzon’un bir köyünde dağın başında yalnız yaşayan bir kadın. Karadeniz’in yalnızlaştırdığı bir tabiatta geçmişte yaşadığı hayal kırıklığının da beraberinde getirdiği izolasyonla hayatına devam ediyor. Bu zor tabiatta örgü örerek, dikiş dikerek idame ettiriyor kazancını. Bazen bir kilo tereyağı, bazense biraz peynir. Güçlü bir kadın Marife… Her kadın gibi… Fakat bu gücün kaynağında öfke var; haklı, kırgın, hüzünlü bir öfke. Kırk yıl, yalnızlığa çekilecek kadar diri ve derin...
Kapısı çalınıyor bir akşam vakti. Her türlü endişeye mahal, tedirginlikle yanaşıyor kapı eşiğine. İsmiyle sesleniyor yabancı: “Marife Hanım! Kapıyı açar mısınız?” Yabancı genç bir adam fakat oldukça tanıdık, geçmişin acı hatıralarından gelmiş gibi. Ki o geçmişin ölü bedenini arkasında taşıyor. Marife’nin derinlere gömdüğü sevdasını bahçesine taşımak istiyor. Kırk yıl önce âşık olduğu adamın, İlyas’ın ölü bedeni bir tabutun içinde onun kabulünü bekliyor.
Evlenmeye kısa bir vakit kala sevdiğini terk edip İstanbul’a kaçıp giden adamın yıllar sonraki pişmanlığı, oğluna ettiği vasiyetle ortaya çıkıyor. Ölüm döşeğindeyken geçmişte bıraktığı kadının bahçesine defnedilmek hem kendine hem o kadına acı çektirmeye devam ettirmek gibi… Fakat İlyas’ın ölü de olsa dönüşü, Marife’ye inandırıcı gelmiyor; sevdası gerçek olsaydı bırakmazdı onu, gelecek olsaydı da dirisi gelirdi ölüsü değil.
İlyas’ın oğlu Ateş, çaresizce Marife’yi ikna etmeye çalışıyor o esnada; karşılaştığı ıssız bir sessizlik oluyor hep. Günlerce uğraşıyor. Babasını gasilhanede buzlar içinde bekletirken bir zamanlar babasının yaşadığı eve giriyor, hatıraları da orada buluyor: Bir çakı ve düzinelerce mektup… Okuyamıyor ama babasının aşkına güvenerek bulduklarını Marife’ye götürüyor. Ona ithafen mektupları okurken anlıyor acı gerçeği. Babasının Marife’yi nasıl terk ettiğini, gönderilememiş o mektuplarda anlattığı pişmanlıkla dolu itiraflarını… Pişmanlık sadece İlyas’a ait değil elbette. Çünkü hikâyenin diğer boyutunu bilen tek bir kişi var, o da Yahya…
Vakti zamanında İlyas ile Marife’nin köyden yakın arkadaşlarıymış Yahya. Marife’ye tutkunmuş. İlyas, köyün en güzel kızını evliliğe ikna etmişken Yahya’nın dayanamıyor nefsi. İki arkadaşının evliliğine yakın bir zamanda, Marife’ye bir ilaç hazırlıyor. Bir nevi şifacı gibi ufak tefek hastalıklara karışımlar oluşturan Yahya; Marife’nin rahatsızlığı için ballı bir ilaç hazırlıyor. Farmakoloji işte… İçine zehrin de karışabileceği deva. Marife’nin yüzünü perperişan edecek zehir de ekleniyor içine. Marife bu ilaç yüzünden evden çıkamaz hâle geliyor, yüzüne kimse bakmak istemiyor, İlyas da dâhil. Evlilik arifesinde annesinin de söylemlerinden etkilenip çıkıp gidiyor köyden İlyas. Âşık olduğu kadının güzelliğini kaybetmesi, sevdasını da alıp götürüyor. Aşk, güzelliğe kutsanmış sanki. Bu yolda Yahya’nın hipotezi doğru çıkıyor, İlyas sadece o kutsal güzelliğin peşinde divaneymiş. Fakat Yahya için tahmin ettiği gibi ilerlemiyor hiçbir şey. Bedenini değil, ruhunu sevdiği kadın; Yahya’ya da tüm insanlara da kapısını kapatıyor. Kırk yıl boyunca… İlyas’ın cenazesi de ortada kalıyor. Marife’nin “Gömülecek mezar bulamayasın” bedduası tutmuş oluyor. Bunun vicdani boyutu, Yahya’ya her şeyi itiraf ettiriyor.
İtiraf Marife’nin kendine, geçmişine olan bakışını değiştiriyor; aynada eski yaralı yüzü belirmiyor artık. Gerçeğe, hayata dönüyor ve bahçesine, bahçesinde uyuyan sevdasına. Marife, affetmiş midir bilmiyoruz, zira İlyas tarafından değişen bir şey yok. Daha doğrusu İlyas’ın affedilecek bir yanı yok. Marife’nin kendi içindeki öfkeyi, nefsine ait kibri gömdüğü aşikâr burada. İlyas ile birlikte bahçeye kaldırıyor hepsini, o hayata şimdi başlıyor. Bizse bu filmle aşkın neliğini sorguladığımız bir ana bürünüyoruz. Bizi aşka atan şey nedir; güzellik mi, bize çekici gelen beden mi ya da o bedeni giyen ruh mu? Yoksa bunların hepsi, kendimizi bulmamızda sadece bir vasıta mı? Gelin şimdi bu sorularla beraber, hikâyenin asıl anlatıldığı yere gidelim, Mesnevi’ye…
Mesnevi’den hisse: Padişah ile cariye…
Evvel zaman içinde bir padişah varmış, bu padişah dünya mülküne de din mülküne de sahipmiş. Bir gün yolda kendisine sevimli, güzel görünen bir cariye görmüş; kulu kölesi olacak kadar gönlü çırpınıvermiş cariyeye karşı. Malı, mülkü gözü görmemiş; cariyeyi satın almış. Arzusuna kavuşan padişah, ne yazık ki başına geleceklerden habersizmiş. Cariye umulmadık ve anlaşılamaz bir şekilde hastalanmaya, yavaş yavaş erimeye başlamış. Padişah, hemen ülkenin en iyi hekimlerini getirtmiş; sevdiceği bir an evvel iyileşsin diye çare aramış durmuş. Devayı bulana da malını, mülkünü, tüm hazinesini bağışlamayı vaat etmiş. Fakat hekimlerden hiçbiri cariyenin hastalığına derman bulamamış. Padişah çaresiz, ne yapacağını bilemez hâlde Allah’a yalvarmış ve dua ettiği bir gece rüyasında biri derdini çözecek kişinin zamanı geldiğinde onu bulacağını söylemiş. Ki öyle de olmuş, padişahın rüyasında gördüğü o pir-i fâni saraya gelmiş. Sarayı boşalttıran bu zat, cariye ile baş başa kalmış. Nabzını ve yüzünü kontrol ederek cariyeye bir sürü isim ve soru sormuş; hiçbirinde değişiklik sezemezken Semerkant’tan konu açılınca cariyenin yüzü kızarmış, sararmış, nabzı hızlanmaya başlamış. Pir-i fâniye her şeyi anlatmış: Semerkant’ta âşık olduğu bir kuyumcu varmış, padişah kendisini satın alınca sevdiğinden ayrı düşmenin acısını yaşamış, hastalanmış.
Sorunun kaynağını bulan pir-i fani, olanları padişaha anlatarak kuyumcuyu getirtmesini, cariyenin ancak böyle iyileşebileceğini söylemiş. Padişah gururuna ağır gelse de kuyumcuyu sarayına getirtip ona iltifatta ve ikramlarda bulunmuş, cariyeyi de sevdiğine kavuşturmuş. Bu saadet altı ay kadar sürmüş. Hekimlerden bu pir, kuyumcu için bir şerbet yapmış, bu şerbetin içindeki madde kuyumcuyu hasta etmiş. Bu sefer kuyumcu cariyenin önünde erimeye, güzelliğini yitirmeye başlamış. Fakat cariye, kuyumcunun güzelliğine düşkün olması sebebiyle artık ona karşı olan ilgisini kaybetmiş… Sevda yok olmuş.
Marife’nin aynası
Mesnevi’nin ilk hikâyesidir padişah ile cariye. Mevlana’nın aktardığı bu hikâyede padişah insan ruhunu temsil eder, cariye insanın nefsini, pir-i fani mürşid-i kamili, kuyumcu ise dünya sevgisini… Ruhun ancak nefsin dünya sevgisinden sıyrılarak kendini bulabileceğini anlatır temelde. Yönetmen Müge Uğurlar’ın ifade ettiği üzere Derûn filminin de bu hikâyenin etrafında örüldüğünü görüyoruz. Tek bir farkla… Buradaki yolculuk, Marife’ye ait; dert onun, yol onun. İlyas ve Yahya onun yolculuğunda sadece vasıtalar; yolun mağluplarılar. Nefsine ağır gelen öfke ve kibri İlyas ile gömerken kendini bulma hikâyesidir bu. Yoksa ne İlyas affedilir ne de Yahya… Affedilen Marife’nin kırk yıl süren nefis mücadelesi. Aynasında beliren genç ve yaralı kadının gerçekle yüzleşerek kendini olduğu gibi görebilmesi; sınavının bittiğini ifade ediyor bize. Marife, bu hikâyenin padişahını buluyor, yani ruhunu.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.