29 July 2024

İnsanlık dil emperyalizminin kıskacında mı?

Phillipson’ın oluşturduğu dil emperyalizmi kavramı ne anlama geliyor? Dil, sadece iletişim kurduğumuz kelimelerden mi ibaret? Yoksa ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal boyutlarıyla bir okyanusu mu kendi içinde barındırıyor? Bu sorulardan hareketle dil emperyalizmini anlamaya çalışıyoruz.

Konuştuğumuz dil, aynı zamanda düşündüğümüz dildir. Bir dili konuşmak için o dilin mantık çerçevesi içerisinde düşünmemiz ve cümlelerimizi bu mantığa göre kurmamız gerekir. Bundan dolayıdır ki yabancı bir dil öğrenirken, yeni öğrenilen dilde düşünmeye alışmak önemlidir. Aksi takdirde dil öğreniminin gerçekleşmeyeceği sıklıkla hatırlatılır. Dil öğrenen kişiye yapılan öneri her zaman aynıdır: “Bu yeni dilde düşünmeyi öğrenmelisin!” Dil emperyalizmi işte tam da bu noktada başlar.

Farklı dillerde düşünmek, beyinde bir düğmeyi kapatıp başka bir düğmeyi açmak gibidir. Bu bilişsel hareketliliğin Alzheimer hastalığını önlediği, beyin gelişimini olumlu etkilediği yönünde çalışmaların bulunduğunu söylemek gerekir. Bilişsel açıdan olumlu olsa da konuya politik açıdan bakıldığında durum biraz farklı görünür. Örneğin Peter Burke ve Roy Porter, dilin toplumu şekillendirdiği yönündeki varsayımlarında oldukça iddialıdırlar. Hatta Benjamin Lee Whorf daha da ileri gider ve şöyle der: “Eğer Aristo, Çince ya da Dakota dili konuşsaydı tamamen farklı bir mantık benimsemek zorunda kalacaktı.” Nitekim Sapir-Whorf hipotezi de konuştuğumuz dilin düşüncelerimizi belirlediğini iddia eder.

Dilin bir üstünlük kurma aracı olarak kullanılması da araştırmacıların dikkatini çekmiştir. Bir hizmetçi ve efendisinin konuşmasında kullanılan sözcüklerin hiyerarşiyi keskinleştirmesi, dilin insanlar arasındaki fonksiyonunu gösterir. Efendinin kullandığı “sen” diline karşılık, hizmetçinin kullanmak zorunda olduğu “siz” dili, toplumsal hiyerarşiyi doğrular ve pekiştirir. Bir meslek grubunun kullandığı jargon dahi diğerlerini bu grubun dışında bırakmak için kullanılan bir araç olarak görülebilir. Nitekim doktorların ya da avukatların kendi aralarında konuştukları dilin diğer gruplar tarafından anlaşılamaması, hiyerarşi oluşturabilecek niteliktedir.

Sömürgecilik açısından bakıldığında da yerel bir dil, sömürgecilere karşı kullanılan bir direniş aracı olabilir. Dil, aynı zamanda bir topluluğu cezalandırmak için de araçsallaştırılabilir ki Franco dönemi İspanya’sında Katalan öğretmenlerin ülkenin uzak köşelerine sürgün edilerek, onların yerine Katalanca bilmeyen öğretmenlerin ülkenin farklı yerlerinden Katolonya’ya getirilmesi, sadece İspanyolca konuşan rahiplerin Barselona’daki kiliselerde görevlendirilmesi ve Katalancanın kullanımının yasaklanması, bu duruma verilebilecek en iyi örneklerdendir. Orta Çağ Avrupa’sında Latince konuşmanın zorunlu olduğu mahkemelerde, alt sınıfların “konuşamaması”, seslerini duyuramaması da iktidarın dil sayesinde elde ettiği gücü gözler önüne serer. Nitekim Carlo Ginzburg’un Peynir ve Kurtlar kitabındaki kahramanı değirmenci Menocchio sözlerine şöyle başlar: “Bana kalırsa Latince konuşmak yoksullara ihanettir, çünkü mahkemelerde yoksullar ne söylendiğini anlamıyor ve eziliyorlar; iki kelime söylemek isteseler bir avukata ihtiyaç duyuyorlar.”

Dil emperyalizmi kavramının babası

Tüm bunlar bize dil ve siyaset ilişkisi hakkında bilgi verir. Ancak dil emperyalizmi kavramının asıl babası diyebileceğimiz kişi Robert Phillipson’dur. Linguistic Imperialism başlığıyla 1992 yılında yayımladığı kitap, akademik camiada büyük yankı yapar. Kitap, konuyla ilgili yazılan en önemli eser özelliğini hâlâ kaybetmemiştir ki bu yazıda da dil emperyalizminin anlamını bu kitaptan takip etmek en doğrusu olacaktır.

Phillipson, yeni bir dil öğrenmenin her zaman dil emperyalizmine yol açıp açmadığı konusunu açıklığa kavuşturur. Tabii ki herkes istediği dili/dilleri öğrenebilir, buraya kadar bir sorun yoktur. Sorun, kitleler hâlinde yabancı tek bir dilin öğrenilmeye çalışılmasıdır. Bu öğrenilen dilin yerel dile oranla daha prestijli olarak görülmesi ve bu prestijin toplumda doğal karşılanması, dil emperyalizmine giden yolun taşlarını döşeyen özelliklerdir. Eğer bir devlet X dili için harcadığı maddi kaynağı, Y dili için harcamıyorsa ve Y dili kendi yerel diliyse o zaman bir dil emperyalizminin varlığı açıktır.

Yenilen kendi dünyasından “sıyrılabildiği oranda adamdan sayılacaktır”

Phillipson’a göre bugün dünyada hâkim olan dil İngilizcedir. İngilizce diğer diller üzerinde hâkimiyet kurarken dünyadaki devletler, bu dili vatandaşlarına öğretebilmek için kaynak ayırır ve bu kaynaklarını her geçen gün artırır. Tabii hâkim dilin İngilizce olmasında önce İngiltere’nin sonra da ABD’nin ekonomik ve askerî alanlarda dünyada hâkim güç olmalarının etkisi büyüktür. Dünya üzerinde askerî ve ekonomik hâkimiyetin kazanılmasından sonra kültürel hâkimiyetin de ele geçirilmesi zor değildir. Zira yenilen toplumların, kendilerini yenenlere benzeme arzusuna yönelik bulgular açıktır. Yenilen toplumlar, kendilerini yenenlerin kültürel standartlarını benimseyebildiği oranda, statülerinin yükseleceği inancı içindedirler. Frantz Fanon’un deyimiyle, ezilen/yenilen kendi dünyasından “sıyrılabildiği oranda adamdan sayılacaktır.”

Bu noktada, sömürgecilik karşıtı Martinikli ünlü yazar Frantz Fanon’un “Bir dili konuşmak; bir dünyayı, bir kültürü kuşanmak demektir” sözüyle Afrikalılara yönelttiği uyarıyı hatırlamak gerekir. Fanon’un yaşadığı dönemde (1925-1961) hâkim dil Fransızcadır ve Fanon’a göre Afrikalılar Fransızca öğrenmek için yarışırlar. Afrikalıların, beyaz adamın diline hâkim olabildikleri oranda beyazlaşacaklarını ancak yine de bir Fransız’la karşılaştıklarında duyacakları şu sözün onlar için yıkıcı olacağını hatırlatır: “Ne zamandan beri Fransa'dasınız? Fransızcanız çok iyi.”

İngilizce=Anglo-Saxon düşünce

Phillipson’a geri dönersek, ona göre bugün İngilizce “herkesin bilmesi gereken dil” olarak yaygınlaşır, bu yaygınlaşma normalleşir, yerel diller kaderine terk edilir. Yine ona göre İngilizcenin hâkimiyeti, dünyada Anglo-Saxon düşünce sistemini hâkim kılacaktır ki bu tespit P. Burke ve Roy Porter’ın dilin toplumları şekillendirdiği teziyle uyum içindedir. Bu bağlamda İngilizcenin hâkimiyeti demek, Anglo-Saxon düşünce sisteminin dünyaya hâkim olması ve farklı düşünüş şekillerinin unutulması anlamına gelir. O hâlde emperyalizm insan beyinlerinin düşünüş şekillerini de ele geçirerek galibiyetlerin en önemlisini kazanacaktır.

ABD ya da İngiltere’nin, İngilizceyi yaygınlaştırması ekonomik anlamda da bu devletlere önemli katkılar sunar. Dolayısıyla hegemonik devletlerin sadece kültürel değil, aynı zamanda ekonomik kazançları da söz konusudur. Yabancı dil öğretimini kontrol eden İngiltere ve ABD; yayınevleri, dil okulları, sınavları, dil öğrenimi için yapılan gezileri, materyal üretimi sayesinde büyük gelirler elde eder. TOEFL ve IELTS sınavlarının kariyer basamaklarında yükselmek isteyen bireyler için taşıdığı önemi burada hatırlamak yerinde olacaktır. İngilizcenin bilim dili hâline gelmesi ya da getirilmesi, İngilizce yayımladığı takdirde söylenen sözün duyulabilmesi, dil hiyerarşisinde İngilizceyi en tepeye koyarken, ana dili farklı olanları ise bu dili öğrenmeye zorlar. İngilizce bilen ve bilmeyen aynı ülke vatandaşlarının iş bulma konusunda eşit olduklarını söylemenin imkânsız olduğu şu dönemde, dil öğreniminin ekonomik alandaki önemi daha iyi kavranabilir. Ancak dil öğretimindeki ekonominin büyüklüğü hâlâ tam olarak keşfedilebilmiş değildir.

Dil emperyalizmin kurbanları mıyız?

Phillipson şu soruları sorar: Ülkenizde dil öğrenimi için dışarıdan gelen maddi yardım var mıdır? (Çeşitli dernek, kuruluş, okul gibi aracılarla olabilir.) İngilizceyi bilen ve bilmeyen arasında ülkenizde bir fark var mıdır? İngilizce, dil hiyerarşisinde dokunulmaz bir yere sahip midir?

Cevaplar eğer evet ise Phillipson’a göre ülkeniz dil emperyalizminin bir kurbanı olmuştur. Eğer emperyalizm, V. G. Kiernan’ın tabiriyle “bir uzuv büyümesi” ya da yayılmacılık olarak tanımlanırsa İngilizce, bir dilin yayılabileceği en uç noktayı temsil ederek dil emperyalizminin varlığına örnek oluşturur. İngilizce sadece sözcüklerle değil, düşünsel anlamda da yayılır ve büyür. Dolayısıyla İngilizcenin yaygınlaşması tek-boyutlu ele alınmamalıdır. 1912 yılında Emmanuel Labet de “kendi topraklarımızda, kendi dilimizle düşünürüz” derken, dilin düşünsel boyutuna işaret eder ki bugün artık dünyanın bütün topraklarında İngilizce düşünülmeye başlanmıştır bile...

Sonuç olarak denilebilir ki birçok düşünürün dil ve siyaset ilişkisi üzerine yıllar boyu süren düşünsel katkılarından sonra Phillipson da bir katkıda bulunmuş ve dil emperyalizmi kavramını oluşturmuştur. Dilin sadece iletişim kurduğumuz kelimelerden ibaret olmadığı; ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal boyutlarıyla bilinmeden yeterince anlaşılamayacağı açıktır. Nitekim dilin siyasal alanını temsil eden “dil emperyalizmi” kavramında lisan, Gianrenzo Clivio’nun söylediği üzere “kendi kara, deniz ve hava kuvvetleri olan bir lehçe” olarak karşımıza çıkmaktadır.   

Kaynaklar

Alesina, A. ve Bryony, B. (2015). Nation-building. Working paper, Department of Economics, Harvard University

Burke, P. Ve Porter, R. (1987). Dilin Toplumsal Tarihi. İstanbul: Islık Yayınları.

Fanon, F. (2016). Siyah Deri Beyaz Maskeler. İstanbul: Encore Yayınları.

Ginzburg, C. (2011). Peynir ve Kurtlar. İstanbul: Metis Yayınları.

Kiernan V. G. (1975). Marxism and Imperialism. New York: St. Martins Press.

Phillipson, Robert (1997). “Realities and Myths of Linguistic Imperialism”. Journal of Multilingual and Multicultural Development, 3 (18), 231-243.

Phillipson, Robert (2008). “Lingua Franca or Lingua Frankensteinia? English in European Integration and Globalisation”. World Englishes. 27 (2), 250-257.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...