Her şeyi yeniden hatırlayış: “Maryam”
61. Altın Portakal Film Festivali Uluslararası Yarışma’da yer alıyor Maryam… Azerbaycanlı ünlü yönetmen Elçin Musaoğlu’nun objektifinden yansıyan bu film; genç bir kadının kendini, geçmişini yeniden inşa ettiği bir öyküyü ele alıyor. Gelin, Maryam’ın bu serüvenine birlikte şahit olalım.
2015 yılında çektiği “Nabat” filmiyle Venedik Film Festivali başta olmak üzere birçok uluslararası film festivalinde dikkatleri üzerine çeken Azerbaycanlı yönetmen Elçin Musaoğlu’nun yeni filmi “Maryam” 61. Altın Portakal Film Festivali’nde seyircisiyle buluştu. Maryam ile öze dönüşü, hatırlamayı, kendini bulmayı; hatta anılarla, geçmişin mekânlarıyla kurulan ilişkiyle bir bireyin yeniden doğuş anını izliyoruz. Bu doğuş anı; kültürel aidiyeti, aile bağlarını, sevgiyi keşfetme ve yeniden inşa etmeyle gerçekleşiyor filmde. Bir baba ile kızın anılarında kaybolurken fotoğraflarda, masallarda, hikâyelerde, onlarla birlikte gittiğimiz mekânlarda buluyoruz özü. Adım adım biz de dönüyoruz; yurda, baba ocağına, çocukluğumuza, inandığımız masallara, tuttuğumuz dileklere…
Yurda, babaya dönüş
Daha iyi bir yaşam adına olanaklar arayan ve bunun için göçü bir seçenek olarak gören pek çok insandan biri Maryam. Amerika’dan yeniden doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği Azerbaycan’a dönüşünde, öldü sandığı babasının bir psikiyatri merkezinde kaldığını öğrenerek başlıyor yeni hayatına. Bir otobüs kazasının ardından hafızasını kaybeden babası, uzun yıllardır burada kendinden bihaber hâlde, boşluklarla birlikte zamanı ve hayatı durdurmuş gibi. Maryam’ın ilk karşılaştığı bu durgunluğun sarsıcılığı oluyor. Başhekim her ne kadar karamsar ve umutsuz olsa da babasıyla ilgilenen doktor bu konuda Maryam’ın desteğinin ve ortak anılarının iyileştirici gücüne inanıyor. Maryam da biz de bu umudun peşine gidiyoruz filmde.
Baba evine dönüş, kendi çocukluğuyla da karşılaştığı anları beraberinde getiriyor. Anıları, rüyalarına; gerçek de düşe karışıyor. Tozlu hatıralar, evle birlikte temizleniyor; yeniden hayata yerleşmek için hazırlanıyorlar. Sandıklar açılıyor, Maryam küçükken babasının çektiği fotoğraflar geçmişin izleriyle yeniden canlanıyor. Mutlu anıların hatırlanışı, parçalanan bir ailenin hüznüyle birleşiyor. Babasının onu okuldan almaya geldiği gün, Küçük Maryam’ın endişelerini bir yana koyamıyor o yüzden. Dönüp dolaştığı hep bu anı oluyor; babasının onu beklediği günde takılı kalıyor ruhu, zihni…
Baba ocağına giriş, yurdun ta kendisini simgeliyor sanki. Hatırlanan sadece anılar olmuyor çünkü. Babasının anlattığı masallar, radyodan yayılan şarkı, sandıktan çıkan kumaşlar kendi kültürüne, ait olduğu diyara ait. Mırıldandığı şarkının ritminde attığı adımlar, süzülen kolları döndüğü yurduna sarılır gibi: “Ben geldim” deme biçimi… Babayla yeniden kurmaya çalıştığı ilişki de böyle başlıyor: “Salam ata. Ben Maryam, kızın.”
Gerçeği kırmak: kendinle buluşmak
“Ben Maryam” tanışması, sadece babayla değil; kendiyle de bir bakıma. Anılarda dolaşırken çocukluğuyla tanışıyor; o küçük kız çocuğunu anlamaya, yeniden tanımaya başlıyor. Gerçek ile düş, anımsayış ile yeniden yaşayış arasında geliş gidişler o kadar iç içe ki Maryam’ın ruhunda olup biteni hissedebiliyoruz. Genç ve küçük Maryam’ın buluştuğu o minik anlar o yüzden bizi çok etkiliyor; mekânların ve nesnelerin anlamı yerini buluyor.
Anne ve babası ayrıldığında henüz 10 yaşında olan ve belki de karar vermeye mecbur bırakılan bir çocuğun; taraf olarak bir yeri seçmesi üzerinde büyük bir yük bıraktığı muhakkak. Babası onu almaya geldiğinde, annesiz kalmaktan korktuğu için arka kapıdan çıkması bu yükü simgeliyor sanki. Bu sebeple sona doğru o anın arzu edilen şekilde zihinde tamamlanması o küçük çocuğu anlamamızı sağlıyor. Maryam bu anıyla birlikte bizi başka bir sürü büyüleyici masallara da götürüyor; fotoğraflar sıralanırken bir dilek ağacı, üç elma masalı, üst üste dizilen taşların totemi bizi hermeneutiğin kollarına atıyor. Maryam’ın hatıraları, rüyalarına karışırken sahnelerin sembolik kurgusu bu yorumsal alanı daha da büyütüyor. Hatta bazı sahnelere Maryam gibi geri dönüyoruz, o imgelere yeniden çarpıyoruz.
Bunlardan en büyüleyicisi; giriş sahnesinde balıkçı teknelerinden çıkan fenerli üç keşişin ağaç kavuğunda oturan çocuk Maryam’ın yanından geçtiği sahnenin son sahnede yeniden fakat bu sefer yetişkin Maryam ile tekrarlanmasıydı. Maryam’ın babasına anılarını yeniden hatırlatmak için çabalarken kendini buluş öyküsü; burada tamamlanıyor çünkü. Bir Rönesans tablosu gibi oluşturulan kompozisyonun devamında Maryam; keşişleri takip ediyor ve bir bebekle karşılaşıyor. Keşişlerin ağlayan bebeğin önüne yemekler sunması hem mitolojik hem dinî hem de varoluşsal bir noktaya temas ediyor. Hz. Meryem göndermesi, Maryam’ın yeniden doğuşuyla bütünleşiyor. Maryam’ın tablosu tamamlanıyor.
Travmanın durdurduğu zihin
Maryam’ın babası peki? Kızını okul bahçesinde bekleyen o baba, daha sonra talihsiz bir kaza geçiriyor. Okul minibüsünün şoförlüğünü yapan bu genç adam, araç patlamak üzereyken içindeki çocukları zar zor dışarı çıkarıyor. O çocukları kurtarmaya çalışırken aklında hep Maryam var. O çocuklar Maryam ile akran çünkü… Son çocuğu kurtarırken gerçekleşen patlama ise adamın nörolojik bir rahatsızlık geçirmesine sebep oluyor, fakat tek sebep bu patlama değilmiş gibi… O günden beri de bir psikiyatri polikliniğinde o anın dondurucu etkisiyle yıllarını geçiriyor. Ta ki Maryam gelene kadar. Maryam’ın ve doktorun çabası travmanın getirdiği o sert direnişi biraz da olsa kırabiliyor. Patlayan otobüsün iskeletine yeniden oturtulduğunda yaşadığı şok, hepimizin yüreğini dağlıyor. Belediye ekibinin yıllar sonra o iskeleti oradan kaldırma kararı da bu travmanın bariyerinin artık yok edilmesi gerektiğini imliyordu belki, bilemiyoruz.
Fakat bu uzun direniş, Maryam’ın tamamlanan tablosuyla nihayete eriyor sonunda. “Salam ata. Ben Maryam, kızın” seslenişi, muhatabını buluyor artık… Dönüş, iki taraf için de gerçekleşiyor.
“Herkes izlesin diye film yapamazsınız”
10 Ekim 2024’te Altın Portakal Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma Kategorisi ile izleyici ve jüri karşısına geçen “Maryam”ın senaristliğini ve yönetmenliğini Elçin Musaoğlu, görüntü yönetmenliğini, Orkhan Abbasov, kurgu yönetmenliğini de Umut Sakallıoğlu üstleniyor. Oyuncu kadrosunda ise Tahmina Rafaella, Ertogrul Kamalov, Ayshad Mammadov, Qamar Mammadıva ve Zaur Shafiyev yer alıyor. 95 dakika boyunca bize masalsı ve etkileyici bir deneyim yaşatan filmin yönetmen ve yapımcıları, izleme ediminin ardından gerçekleşen söyleşide hikâyenin etrafında birleşme süreçlerini aktarırken aslında filme nasıl sarıldıklarını, nasıl inandıklarını görebiliyoruz. Fakat en temelde hepsinin söylediği, Elçin Musaoğlu’nun kalemine ve objektifine olan güvenleriydi.
Yönetmenin kendine has sinema üslubunun oluşma evrelerini ve bu üslubu oluşturmadaki başarısını “Maryam” özelinde anlayabilmek için ben de yönetmenin peşine takılıverdim söyleşiden sonra. Sorularımı tüm samimiyetiyle yanıtlayan Elçin Musaoğlu; sinema dilini oluşturma sürecinden şöyle bahsediyor: “Bu yolda ilerlerken önce muhtelif pek çok kitaptan, film ve resimlerden beslenir, düşünce tarzınızı genişletmeye başlarsınız. Ardından beslendiğiniz kaynakları işledikçe kendinize ait bir yol yaratmaya çalışırsınız ve artık o yolda yürürsünüz. Ben filmlerimin akışını da o şekilde kuruyorum. Bir nehir düşünün, nehrin dalgalarını… Filmin ritmi de öyle kurulur, dalga gibi. İnsan da dalgadır, film de dalgadır. O dalgaya kim kapılırsa o filmin seyircisi de odur. Herkes izlesin diye film yapamazsınız. Sizin bir maksadınız olur, ondan pay alacak kişi sizin seyircinizdir, o dalganın akışına kendini bırakacak kişidir.”
Filmin anlatı biçiminde gördüğümüz kültürel imgeleri nasıl işlediğini sorduğumuzda ise yönetmenin beslenme kaynaklarını hudutsuz tuttuğunu anlayabiliyoruz: “Ben projemi yazarken görüntü üzerinden düşünürüm; bir idea zihnimde belirdiğinde onu seyirciye aktarmayı kolaylaştıracak imgelerden, vasıtalardan istifade ederim. Bu bazen Hristiyanlıktan, bazen Budizm’den, bazen Mani’den, bazen İslam’dan olur.” Dilek ağacı, üst üste yığılan taşlar arasında parlayan mumlar, anlatılan masallar, Hz. Meryem vurgusu… Hepsinin oturduğu anlam dünyası o kadar geniş ki…
“Zamanın ne olduğunu siz bilmezsiniz. O bana mahsustur.”
“Maryam” filminde en dikkat çekici biçimsel özelliklerden biri de zamanın lineer işleyişinin kırılmasıydı ve yönetmen yine bu kırılmayı biz izleyiciyi bölmeden, filmden koparmadan ustalıkla yapabiliyordu. Zaman olgusunun filmdeki kurgulanışı hakkında ise şöyle söylüyordu yönetmen: “Zaman aslında lineer değildir zaten. Maryam köyüne döndükten sonra zaman da sanki karakterini, şahsiyetini yitirir, farklılaşır. Bu da nereden gelir? Benim en sevdiğim ayetlerden biridir bu: ‘Zamanın ne olduğunu siz bilmezsiniz. O bana mahsustur.’ Biz de zamanın ne olduğunu bilmiyoruz. Filmde de bu belirsizliği göstermeye çalışıyoruz.”
Zaman-mekân kurgusunun bu derin aktarımı, gerçeklik-hayal arasındaki muğlaklık bu filmin başarılarından biri olduğu muhakkak. Alışageldiğimiz klasik anlatılardan farklı bir işleyişle karşılaşmış olmanın mutluluğuyla oradan ayrılırken nahif bir konunun dokunaklığının bizi gün boyu etkisinde bıraktığını söyleyebilirim. Hikâyelerin ardında yatan yaratılış hikâyeleri ise bir sanatsal aktarımın ne kadar geniş bir ufka ihtiyaç duyduğunu bize hatırlatmalı.
Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.