02 April 2025

Gerçek bir efsane: Muhammed Ali

Boks dünyasındaki başarısı, cesur kişiliği, sosyal etkisi ve dövüş alanındaki unutulmaz geri dönüşleriyle sembol haline gelmeyi başaran Muhammed Ali, bugün hâlâ konuşuluyor. Muhammed Ali’nin sporculuk kariyerinin yanı sıra sosyal, kültürel ve politik etkilerine birlikte bakmaya ne dersiniz?

Genç kuşak onu 1996 Yaz Olimpiyatları’nda Parkinson hastalığı sebebiyle elleri titreyerek yaktığı olimpiyat meşalesi ile tanıdı. Hâlbuki Muhammed Ali 1960’lardan itibaren politika, din ve boks sahasında bütün dünyaya damga vurmuş bir isimdi. Ali popüler bir boksör olduğu gibi bazı oyuncu ve sanatçılar da onun sayesinde tanınmıştı. Bunlardan biri Slyvester Stallone idi. Stallone dişe dokunur filmlerde oynayamamış ve pek tanınmayan bir oyuncuydu. Rocky’i yazıp filmi vizyona girince zirveye yerleşecekti. Peki bu filmin Muhammed Ali ile ne alakası olabilirdi?

1977’deki Oscar ödül töreninde Slyvester Stallone konuşmasını yapmaktaydı. Stallone sahnedeki konuşmasına devam ederken arkasından Muhammed Ali sessizce yaklaştı. Muhammed Ali’yi arkasında gören Stallone önce şaşırdı. Şaşkınlığı geçmeden Muhammed Ali, “Gerçek Apollo Creed benim, tüm senaryo bana ait” diyerek Rocky filmine gönderme yaptı. Stallone karşılık olarak “Apollo Creed gibi hissetiğin için sağol” diye konuştu.

Muhammed Ali son olarak şöyle dedi: “Hayır! Ben bütün filmi izledim. Tüm senaryo benim, hepsi benim. Gerçek Apollo Creed benim.”

Ardından karşılıklı ufak bir boks gösterisi sergilediler ve birbirlerine teşekkür ettiler. Muhammed Ali sözlerini tabii ki Stallone'yi incitmek amacıyla söylememişti. Peki neden “gerçek Apollo Creed benim” demişti? Muhammed Ali'nin dedikleri doğru muydu? Muhammed Ali gibi gerçek hayattan esinlenilenilmiş olan başkaları da olabilir miydi?

Aslında Rocky filme esin kaynağı olan çok karakter vardı. Filmde baş rolü oynayan Rocky Balboa'nın ismi herkesin de malumu olduğu gibi Rocky Marciano’nun isminden esinlenilmişti. O kadar ki, iki Rocky de İtalyan asıllı ABD’li boksörlerdi. Rocky Marciano adeta bu film için biçilmiş kaftandı. Çünkü Marciano’nun ünü ülke çapında yayılmıştı ve boks kariyerini yenilmez olarak bitiren tek ağır siklet şampiyonuydu. Aranan yenilmezin adı bulunmuştu, ‘Rocky’.

1976’da çekilen Rocky serisinin ilk filminde Marciano ile Balboa adeta özdeşleştirilmek istendi. Bu bağlantıdan bakıldığında filmdeki bazı kareler adeta tüyo verir. Filmde sıkça Marciano’nun adının geçmesi sizinde farkedeceğiniz gibi kurgunun onun üzerinden yapıldığının en açık ispatıdır. Filmin başlarında Rocky evinde akvaryumdaki kaplumbağalarına ve ardından şöminenin üstünde duran Moby Dick ismindeki balığına yem verir. O esnada şöminenin üstünde duvara asılı duran ‘Dünya Ağır Siklet Şampiyonu Rocky Marciano’ yazılı poster filmin karesinde görülür.

Filmde ilerleyen sahnelerde Dünya Ağır Siklet Şampiyonu Apollo Creed ünvan müsabakası için amatör bir boksör ile dövüşmek istediğini televizyondan ilan eder. Amatör boksörlerin fotoğraflarına bakarken İtalyan Aygırı lakaplı Rocky'nin fotoğrafı ilgisini çeker ve ünvan müsabaka için rakip olarak Rocky'i seçtiğini açıklar.  Rocky'nin antreman yaptığı yerin sahibi Mickey Goldmill Rocky’nin evine gelir. Rocky'e, Rocky Marciano'nun posterine bakarak şöyle seslenir: “Bana biraz Marciano'yu hatırlatıyorsun, bunu biliyor muydun? Onun gibi hareket ediyorsun.”

Bu konuşma Goldmill ile aralarında geçen tatsız hadiseleri unutturmuş ve artık Rocky antrenörünü bulmuştur. Bir antreman sırasında antrenörü Goldmill, Rocky'e ayaklarını dengeli kullanamadığını söyler. 60 santim boşluk bırakarak ayağına ip bağlattırır ve şunları ekler: “Marciano... Onun da aynı sorunu vardı ve bu ip sorunu çözdü. İpi koparmadan hareket edip vurmayı başarabilirsen. Dengeli olursun. Tehlikeli biri olursun...”

Sanki ringde Apollo değil Muhammed Ali duruyordu

Günler günleri kovalamıştı. Rocky son antremanını yapmış ve artık karşılaşmanın zamanı gelmişti. Büyük müsabaka başlıyordu. Stad ağzına kadar doluydu. Herkes tek bir ağızdan Apollo diye bağırıyordu. İki boksör de ringin ortasına gelerek hakemin emriyle eldivenlerini tokuşturdu. Rocky dönüşü olmayan bir yola girdiğinin farkında değildi. Apollo ringin etrafında dört dönerek Rocky'i yumruk yağmuruna tutmaktaydı. Ringte durmak bilmeyen hareketleri, sürekli karşısındakine laf atan ve siyahî teniyle sanki Apollo değil de Muhammed Ali duruyordu. Apollo, sert kroşeler atıyor ve rakibini hırpalayordu. Rocky’nin kafası bir kaya gibi dik duruyordu. Rocky ilk rauntta beklenmedik bir yumruk darbesiyle Apollo'yu yere düşürdü. Final rauntunda yine başabaş bir müsabaka devam etti. 15 raunt boyunca devam eden çekişmeli maç Apollo’nun puan farkıyla öne geçmesiyle neticelendi.

Şimdi biraz detaylara inelim. Rocky filmindeki Apollo-Balboa maçını Slyvester Stallone’nin aklına getiren Muhammed Ali’nin Chuck Wepner ile 24 Mart 1975’de yaptığı boks maçıydı.

Hayatı pek yolunda gitmeyen oyuncu Sylvester Stallone Los Angeles’ta bir salonda Ali-Wepner maçını izlemiş ve doğruca eve gidip Rocky filminin senaryosunu yazmaya koyulmuştu. Film tabii ki tamamen gerçek bir hikayeye dayanmıyordu. Ancak gerçek bir hikayeden esinlenilmiş ve pek çok yeri de buradan alınmıştı. 3 Aralık 1976’da Rocky filmi çıktığında Wepner’ın Stallone’nin ilham perisi olduğu dedikodusu yayılmıştı.

Peki Ali-Wepner maçında ne olmuştu da Stallone’nin aklına Rocky filmini yazmak gelmişti?

1975’deki Ali ve Wepner’ın dövüşünde 1’e 40 oranıyla kazanmasına oldukça az ihtimal verilen Wepner 8 raunt boyunca iyi iş çıkardı ve fazlasıyla dövüşün içindeydi. 9. raunta gelindiğinde gidişat “şaşırtıcı şekilde çekişmeli gidiyor”dan “inanılmaz”a döndü. O kadar ki, Wepner Ali’ye knockdown (yere düşürmek) yaşatan yalnızca 3 kişiden biri olmuştu. Wepner, Ali’nin kalbinin altına attığı sağ kroşeyle şampiyonu kenara yollamış ve her ne kadar Ali’nin tepetaklak düşmesinin sebebi Wepner’in ayağının Ali’nin ayağının üzerinde olması olsa da, bu kayıtlara resmi bir knockdown olarak geçmişti.

Maçın devamını Chuck Wepner ile röportaj yapan ESPN’in boks muhabiri Eric Raskin şöyle anlatıyor: “Öfkelenen Ali sonraki 6 raund boyunca Wepner’ı acımasızca yumrukladı, sonunda, 15. rauntun sonlarına doğru yaptığı bir kombinasyonla yorulan rakibini yere serdi. Hakem Tony Perez 10’a kadar sayarken 6’ya geldiğinde Wepner kalkmak için hamle yaptı, hakemse bu sırada maçı bitirdi. Maçın bitimine yalnızca 19 saniye kalmıştı.”

Bu iddialar netice itibariyle Wepner’a aitti. Resmî kayıtlar baktığımızda, Muhammed Ali 15. rauntta Wepner’ı nakavt etti (knockout) ve bileğinin hakkıyla müsabakadan galip ayrıldı.

Wepner, Rocky filminin ‘sadece kendisinden esinlenildiği’ düşünüyor olmalıydı ki birkaç yıllık bir üzüntü evresinden sonra 2003 yılında hayat hikayesini filme çekip kendisine, yani “Gerçek Rocky”ye hiç bir metelik vermediği gerekçesiyle, Stallone’yi dava etti. Stallone ile Wepner açıklanmayan bir miktar karşılığında uzlaştı. Yasal dövüşün cezbettiği kamusallık Gerçek Rocky belgeselinin yapımcıları Jeff Feuerzeig ve Michael Tollin’i sırasıyla kendi gençliklerindeki bu ikonik kazanma şansı verilmeyen sporcu hikayesine geri götürüyordu. Wepner bir tane Rocky olduğunu ispatlamak istiyordu ve Gerçek Rocky televizyon belgeseli 25 Ekim 2011’de gösterime girdi, Philadelphia Film Festivali’nin bir parçası olarak beyaz perdenin yolunu tuttu.

Belgeselin yönetmeni Jeff Feuerzeig, “Bence, Sylvester Stallone Chuck Wepner’ın ruhunu çaldı” diyordu ve şöyle ekledi: “Bu film, Chuck'ın o ruhu geri alması için benim girişimimdir.”

Stallone’nin Wepner’ın ruhunu çalıp çalmadığı tartışması devam edecek gibi. Ancak Stallone’nin Onun hikayesinin bazı kısımlarını aldığı su götürmez bir gerçek.

Çalınan bisikleti hayatını değiştiriyor

Filmdeki efsaneden sonra sıra Stallone’nin tabiriyle “Yüzde yüz gerçek bir efsane olan Muhammed Ali”ye geldi.

Muhammed Ali 17 Ocak 1942’de Amerika’nın Louisville şehrinde Sr. Cassius Marcellus Clay ile Odessa Clay’in oğlu olarak dünyaya geldi. Ailesi ona Cassius Marcellus Clay Jr. adını verdi ve İslam dinine geçene kadar bu isimle anıldı.

Ali’nin boks ile tanışması ise 12 yaşında iken olmuştu. Birgün en yakın arkadaşı Johnny Willis'le bisikletlerine binip sokaklarda geziyorlardı. Şiddetli bir yağmur bastırdı, Johnny'nin aklına aniden Columbia Oditoryumu'ndaki siyahların ticaret fuarı geldi. Orada hem yağmurdan korunabilir hem de hem boks ve bowling salonlarında eğlenebilirlerdi. Ali başta fuara gitmek istemedi ama bir broşürde gidecekleri yerde bedava patlamış mısır, sosis ve şeker verildiğini okuyunca hemen yola koyuldular. Fuarda kendilerini yemeklere kaptırdılar, saat iyice ilerlemişti. Yağmur hala durmamıştı ve oradan ayrılacaklardı ama Ali'nin bisikletinin olduğu yerde yeller esiyordu.

Etrafa sorup soruşturuyorlardı, sorduklarından birisi Columbia Spor Salonu'nun alt katına gitmelerini ve polis memuru Joe Elsby Martin'in yardımcı olabileceğini söyledi. Ali gözyaşları içinde alt kata koştu. Gördüğü boks salonu onu çok etkiledi, salonun havasını ciğerlerine doldurdu. Neredeyse bisikletini unutacaktı. Salonda 10 kadar boksör vardı, Ali dikkatini ringte gölge boksu yapan zayıf bir çocuğa kaydırdı, o anı şöyle anlatıyor: “yumruklarını öyle hızlı sallıyordu ki onu gözlerimle takip edemiyordum.” Ali polis memuru Martin'e durumu anlattı ve rapor verdi. Çıkarken Martin omzuna dokundu ve şöyle dedi:

“Bu arada, pazartesiden cumaya her akşam, altıyla sekiz arası burada boks yapılır. Eğer katılmayı düşünürsen, işte bir form.”

Ali kağıdı katlayıp cebine koydu, eve geldiğinde babası bisikleti kaybettiği için bir hayli kızmıştı. Babasına isteyerek yapmadığını ve çok üzgün olduğunu söyleyerek babasının gönlünü almaya çalıştı. Çünkü kıt kanaat geçiniyorlardı. Babası boyacıydı. Kilise duvarları, tabelaları vb. şeyleri boyayarak geçiniyorlardı. Ali de işini büyük bir dikkatle yapan babasına yardım ediyordu. Babası Ali'nin boyacılık yapmasını istemiyordu. Avukat veya öğretmen olması istiyordu. Fakat Ali'yi ringte görünce “geleceğin Dünya Ağır Sıklet Şampiyonu o olacak!” diye ilk kez bağıran da babası olacaktı.

Ali kaybettiği bisikleti aklından biraz olsun çıkarmak için televizyonu açtı. Televizyonda Yarının Şampiyonları programı vardı. Martin'i bu sefer de televizyonda görmüştü, Martin çocuklardan biriyle çalışıyordu. Ali, annesine (annesine Bird, babasına Cash derdi) seslendi:

“Bird, bisikletimi çaldırdığımı işte bu adama söyledim. Gelip boks yapmamı istemişti. Başvuru formu nerde?”

Annesi içeriden formu getirdi, “boksör mü olmak istiyorsun?” diye sordu. Ali kararlıydı, yol uzaktı ama arkadaşlarından ödünç bir bisiklet alıp gidebileceğini söyledi. Babası şüpheli bir şekilde bakıyordu. O anda dışarıdan bir ses geldi: “Johnny Willis, Cassius'u bekliyor!”

Bu ses babasının aklını başına getirdi ve kararını verdi:

“Pekâlâ, boks yapmak, Willis ve o çeteyle sürtmekten iyidir.”

Bu sözden sonra boks macerasına trambolinle sıçramadı, hala sokaklarda çetesiyle dolaşıyordu ama salona gitmeyi de ihmal etmedi.

Joe Louis’in küllerinden Muhammed Ali’ye

Martin bir gün Ali’ye yaklaştı ve şöyle dedi: “Yaptıkların hoşuma gidiyor. Bu işe hevesle asılman hoşuma gidiyor. Seni televizyona çıkartacağım. Bir dahaki sefere televizyondaki maça sen çıkacaksın.”

Ali maçı bütün Kentucky’nin seyredeceğini düşünmeye başlayınca iyice heyecanlandı. O hafta hiç durmadan çalıştı. Nitekim beyaz bir dövüşçü olan Ronny O’Keefe’i yenmiş ve ilk maçını kazanmıştı. Muhammed Ali’nin ilk galibiyeti babasını öyle heyecanlandırmıştı ki, Boston Caddesi’nde yukarı aşağı yürüyüp, “Oğlum yeni bir Joe Louis olacak. Dünya Ağır Sıklet Şampiyonu, Cassius Clay.” Babasının böyle seslenmesinin sebebi Joe Louis’in 22 Haziran 1937’de kazandığı şampiyonluğu tam 11 yıl 8 ay 7 gün elinde tutarak yeni bir dünya rekoru kırmasıydı. Annesi de o anda Ali’nin Joe Louis’e benzediğini farketti ve “Joe Louis gibi kocaman yuvarlak bir kafası yok mu sizce?” diyerek tanıdıklarına sormaya başladı.

Martin her hafta Yarının Şampiyonları’nda Ali’ye yer ayırıyordu çünkü yorgunken bile yerinde durmuyor ve maçı alıyordu. Tabii bu zaferleri devam etmedi, Kentucky Eyaleti Altın Eldiven (Golden Gloves) turnuvasında ilk yenilgiyi tadınca Martin’in başarılı bir antrenör olmadığını düşünmeye başladı. Ali’yi yenen siyahî boksör, Fred Stoner’ın salonu olan Grace Community Center’da çalışıyordu. Ali yeteneklerini geliştireceği yeri bulmuştu. O yılın sonunda kararını vermişti.

Artık Grace Community Center’a gidip Stoner’la çalışmalıydı ama Martin’e de muhtaçtı, orada para kazanıyordu. Okuldan çıkıp Katolik rahiplerin yanına çalışmaya gidiyordu. Ardından akşam 6-8 arası Martin’le çalışıyor, oradan da 8’den 12’ye Stoner’la antreman yapıyordu. Ali’nin boks kabiliyetini erkenden geliştirmesinin sebebini Martin’le çalışmaları sayesinde olduğu sanılır ama Ali, Stoner’la yaptığı antremanlar sayesinde kendisinin geliştiği ve şekillendiğini söylemektedir.

Ali bir gün radyoda Rocky Marciano’nun Dünya Ağır Sıklet Şampiyonu olduğunu duyunca sanki kendisi zafer kazanmış gibi tasavvur etmeye başladı. Artık şampiyon olmak istiyordu. Stoner’la çalıştıkları bir gün şöyle dedi:

“Daha çok çalışacağım. Bana öğretebileceğin her şeyi öğretmeni istiyorum.”

Ali’nin sözlerinde ne kadar ciddi olduğunu anlamaya çalışan Stoner bir nasihatta bulundu:

“Hızlı ve kabiliyetlisin. Ülkenin en iyi profesyonellerinden bazıları şehre geldi. Bu işe gireceksin ve sonbaharda seni turnuvaya çağırdıklarında oradan Şampiyon olarak döneceksin.”

İlerleyen yıllarda gerçekten de öyle oldu. 1959 ve 1960’da Altın Eldiven Şampiyonluğu kazandı. 1960'da Roma Olimpiyatları'nda altın madalya kazandı ve Louisville’e şampiyon olarak geldi. Birkaç gün sonra arkadaşı Ronnie ile gitiği bir restoranda kendilerine ‘zenci’ oldukları için servis yapılmamıştı ve aynı mekandaki motorlu çete ile yolda ciddi bir kavgaya tutuşmuşlardı. Bunca olay sırasında yanında taşıdığı olimpiyat madalyasını artık bir anlam ifade etmediğine karar vererek Ohio Nehri’ne attı.

Ancak 36 yıl sonra bir özür dileme olarak Atlanta Olimpiyatları’nda sembolik olarak kendisine altın madalya verilecekti. Yine bu yıl profesyonel lige başladı. 1963'de Malcolm X ile tanıştı ve 28 Şubat 1964'de İslam Milleti teşkilatına girdi. 25 Şubat 1964'de Sonny Liston'la yaptığı boks maçında Liston'ı 7. rauntta nakavt ederek Dünya Ağır Sıklet Şampiyonu oldu. Ünvanı aldığı gün düzenlediği basın toplantısında Müslümanlığını tüm dünyaya ilan etti. Artık onun adı Muhammed Ali'ydi.

“Vietnam’dan başka her yere gitmeye hazırım”

Aradan 2-3 sene geçmişti. Bir gün Ali’ye askeri bir bildiri gelmişti ve bildiriye göre 28 Nisan 1967’de, sabah saat 8.30’da orduya dâhil olması isteniyordu.  Bir gazetenin manşetinde şöyle yazmaktaydı:  “Ordu’dan Clay’e: Ya teslim ol ya da çeneni kapa”

Ayın 27’sinde belirtilen yere gitmek üzere Houston’a doğru yola çıktığı zaman havaalanında hayranları ve gazetecilerin teşkil ettiği büyük bir kalabalık etrafı sardı. Bindiği uçak parlak kırmızı ve turuncu renkli bir Braniff idi. Uçak havalanana kadar Ali, yolculara imza dağıttı.

Havalandıktan sonra kaptan pilot şöyle anons geçti: “Bayanlar, baylar, Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu bize yol arkadaşlığı ediyor. Hepinize iyi uçuşlar diliyorum.”

Ali askerlikten muaf tutulmak istiyordu çünkü savaşmaya vicdanı el vermiyordu. Hükümete İslam Milleti’nin bir mensubu olarak, “silah taşımam ve insan öldürmemin dinime aykırı olduğunu; insanların canlarının alındığı her türlü savaşta, sıcak temasa girmeyi vicdanen reddettiğimi” ifade ettim diyerek ifadesini veriyordu.

Fakat dedikleri hükümeti ikna etmeye yetmemişti. Ali adliyeye gitmek için hazırlandı. Sabah 6’da kalkıp, otelin yemek salonuna indi. Garson isteği üzerine her zamanki kahvaltısını getirdi. Ali, arkadaşlarına yürümelerini söyleyip, para bırakmak için garsonun yanına gitti. Maçlarının hiçbirini kaçırmadığını söyleyen garson, “Orduya karşı gelmediğine seviniyorum” deyince Ali, “Bunu nereden biliyorsun?” diye sordu.

Garson biraz şaşırarak şöyle açıkladı: “Giyiminden, günlük kıyafetler giymişsin. Askere teslim olanlar hep böyle giyinir, çünkü sınavdan sonra onları bekleyen bir otobüs olur ve güzelim takım elbiselerini otobüste kırıştırmak istemezler. Seni günlük kıyafetlerle gördükleri zaman gitmeye hazırsın demektir. Doğru olan yapıyorsun, buna sevindim. Kışla hayatını seveceksin.”

Ali bunu duyunca merdivenden yukarıya koştu. En iyi cins siyah tiftik kumaştan dikilmiş takımının içine beyaz bir gömlek giydi ve siyah kravatını taktı; ayakkabılarını da parlatmayı ihmal etmedi. Aynaya baktığında, “Vietnam’dan başka her yere gitmeye hazırım” dedi. Aşağıya indi ve özellikle siyahî bir taksicinin arabasına bindi. Birkaç yanlış adresten sonra ABD Adalet Sarayı, Jacinto Sokak 701’e geldiler. Muhammed Ali’nin hayranları büyük bir kalabalık teşkil ediyordu. Kalabalığı yaran yaşlı bir kadın Ali’nin elini tutarak şöyle seslendi:

“Dayan, kardeş! Seninle birlikteyiz! Dayan! Bizim için savaş! Bizi yarı yolda bırakma!”

Deniz subayı giyimli bir adam “Buradan, Bay Clay” diyerek içeriye çağırdı. İçeride asker adayları hizaya dizildi. Yazılı imtihanı oldular ardından sağlık kontrolleri yapıldı. Hangi birimde çalışacakları açıklanıyordu. Teğmen Ali'nin solundakinin de görevini sesli olarak açıkladı. Sıra Ali'ye gelmişti, odada çıt yoktu. Yüzbaşı ve Houston Askerlik Şubesi'ndeki herkes bu anı bekliyordu.

Teğmen seslendi: “Cassius Clay, Kara Kuvvetleri!”

Ali hareketsiz ve dimdik duruyordu. Siyahlardan bazılarında bir tebessüm oluştu. Ali'nin ifadesiyle, “Sanki kendilerini evlerinden, ailelerinden söküp alan iktidara, birisinin karşı çıkmasına gizlice seviniyor gibiler.”

Adaylardan bir tanesi kıkırdadı. Bu hareket teğmeni delirtmeye yetti. Teğmen herkesin odanın dışına çıkmasını, odada yalnız Ali'nin kalmasını istedi.

Teğmen tekrar etti: “Cassius Clay! Lütfen öne çıkıp Birleşik Kuvvetler Silahlı Kuvvetleri'ne katılır mısın?”

Yine çıt çıkmayınca teğmen tedirgin oldu ve üst rütbeli bir subaya danıştı. Üst rütbeli subay, “Bay Ali” diyerek odasına gelmesini rica etti. Odaya geldiklerinde kibarlığı bir yana bırakan subay Ali'ye askerliği reddetmesi durumunda beş yıl hapis ve on bin dolar para cezası istemiyle yargılanacağını söyledi. Ali geri adım atmadı. Hal böyle olunca tekrar teğmenin olduğu odaya gittiler. Teğmen, son defa Ali'ye prosedür gereği emri tekrar etti. Bu sefer de beklediği cevabı alamayan Teğmen, titreyen bir ses tonuyla, “Lütfen şu ifadeyi imzalayıp askerliği reddedişinizin gerekçesini açıklar mısınız?” dedi. Ali kağıdı hemen imzaladı.

Aşağıya indiklerinde gazeteciler Ali'den bir cevap alma umuduyla bağrışıyor ve kameraların flaşları geceyi aydınlatıyordu. Koridorun sonundaki halatın gerisindeki basın, askerî polis tarafından zor zaptediliyordu.

Ali avukatlarının beklediği odaya götürüldü. Şuan için serbest olduğu daha sonra ABD Savcılığı'nın kendisi ile irtibata geçeceği bildirildi. Ali dışarıya adım atınca çevresini basın çemberi sardı. Önceden hazırlamış olduğu ifadenin nüshaları gazetecilere dağıtılınca rahat bir nefes aldı ve oradan ayrıldı.

Unvanı ve özgürlüğünü kaybediyor

Bu huzur dolu dakikalar uzun sürmedi. Ali otele geldiğinde radyodan, Dünya Boks Otoritesi'nin (WBA) ünvanını elinden aldığını öğrendi.28 Nisan 1967'de de New York Boks Komisyonu tarafından lisansı iptal edildi.

Ali'nin mektupdaşı olan felsefeci Bertrand Russell yalnız kalmayacağını ve yanında olduğunu şöyle belitiyordu: “İklim değişecek. Bunu hissedebiliyorum.” Ali'ye düşman kesilmiş bir kitle de vardı tabii. Chicago Sun-Times köşe yazarı Bill Gleason, Ali'ye karşı olanların ne istediğini şöyle açıklıyordu: “1967 ve sonrasında, Lyndon B. Johnson'lu yıllardan Nixon'lu ilk günlere kadar beyaz ırkın nihayet, adalet aracılığıyla intikamını alabileceği bir davası vardı. Ortada Siyah bir ırkçı vardı ve kendine göre sebeplerden ötürü savaşa gitmeyeceğini söylüyordu. Kitleler Ali'nin kanı için böğürüyordu.”

Ali, Miami'de arabasıyla geziniyordu. Motosikletli bir polis eski bir trafik suçundan dolayı 1 yıldır arandığını söyledi ve birlikte Miami Dade İlçe Hapishanesi'ne gittiler. 10 günlük bir hapis cezası aldı. Hapishanede her mahkuma bir görev veriliyordu. Ali de seçenekler arasında olan kafeteryada çalışmayı seçti. Hapishanedeki 6. gününde kafeteryada çalışanlara çalışmaları için başka bir yer seçmeleri istendi: “İkinci kat mı Ölüm Sıraları mı?” Ali, Ölüm Sıralarını seçti.

Kollarına yiyecekleri yüklediler ve mahpusların Ölüm Sıraları dediği güvenlik hücrelerine çıktı. Hücreler çok pis ve küçüktü. Yemekleri dağıtırken baştaki mahkum Ali'yi tanıyıp seslendi: “Bak şu işe, Allah'ın kahrolası sevgili kulu olmalıyım. Dünya Ağır Siklet Şampiyonu bana akşam yemeği getiriyor. Dünyanın sonu gelmiş olmasın?”

Anlaşılan o ki, Ali'nin şanı her yerde kendini gösteriyordu.

Ertesi sabah gardiyan parmaklılara vurarak hakimin herkese noel izni verdiğini duyuruyordu. Ali gardiyana sordu:

“Ben de dahil miyim?”

Gardiyan elindeki kağıda bakarak sırıttı:

“Sen de dahilsin, Şampiyon. Hakimin seni çıkartması bayağı zor oldu. Hapiste kalmanı isteyenler kendisine ve ailesine tehditler yağdırdı.”

Ali sürgün edileli üç yıl olmuştu, gelirinin çoğunu üniversitelere gittiğim konferanslardan ve South Shore'daki evi gibi malların satışından elde ediyordu. Sürgün hayatında gelir olarak önüne çıkan ve hayatta kalmasını sağlayan ne varsa Jabir Herbert'ın (menajeri ve İslam Milleti hareketinin lideri Elijah Muhammed’in oğlu) düşündüğü girişimler sayesindeydi.

Ali askere gitmeyi reddettiği için Dünya Ağır Siklet Şampiyonu ünvanı elinden alınmış ve Joe Frazier'a verilmişti. Boks yapması yasaklanan Muhammed Ali, dört yıllık cezası sonunda affa uğrayıp tekrar ringe dönmüştü. Fakat 8 Mart 1971 günü Joe Frazier'e yenilerek boks yaşamının ilk yenilgisini almıştı. Bu 15 rauntluk maçta sayı hesabıyla bir yenilgiye uğramış olsa da yenilmişti. Ancak bu yenilgiden yılmayan Muhammed Ali, 1974 yılında Zaire'de yapılan maçta Dünya Şampiyonu George Foreman'ı 8. raundda nakavtla yenerek ikinci kez Dünya Şampiyonluğu ünvanını almıştı.

Muhammet Ali-Richard Durham ile Tek Özyaşamöyküsü adlı kitapta Ali, Frazier’a yenildiği maçın dünyada nasıl bir etki uyandırdığını şu sözlerle anlatmaktadır:

“(Libya lideri Kaddafi) Bütün maçlarımı takip ettiğini ve Frazier’le yaptığım maçı kaybettiğimde bütün İslam dünyasında, özellikle de Libya'da yaşanan hayal kırıklığını anlattı. 'Doğrusunu isterseniz, ülkemizde neredeyse yas tutuluyordu.' dedi. Aynı şeyleri Suudi Arabistan’a, Kuveyt’e, Endonezya'ya, Malezya'ya, Mısır'a gittiğimde de işitecektim. Pakistanlılardan, Güney Korelilerden, Taylandlılardan, Hintlilerden, Burmalılardan, akşamları radyoları başında maçımı dinleyen işçilerden de işitecektim. Bu gezim esnasında nereye gittiysem Frazier'le yaptığım maçtan bahsediliyordu. ‘Bir daha maç yaparsak, diye temin ettim Kaddafi'yi, geçen defa göz yaşı döktürdüklerimi sevince boğacağım. Söz.”

Muhammed Ali, İstanbul’a geliyor

Muhammed Ali ringlerde yumruk sallarken Türkiye’de de ünlü boksörün İstanbul’a geleceğine dair başka bir rüzgar esiyordu. Muhammed Ali’nin İstanbul’a geleceği gazeteler ve Gençlik Spor Bakanlığı tarafından haber yapılıyordu. Haber arada bir tazelenirken giderek nitelik değiştiriyordu. Bu haberlerde Muhammed Ali’nin boksörlüğü de şampiyonluğu da bir ölçüde arka plana itilerek Müslümanlığı üzerinde durulmaya başlandı. Öyle olunca, eğer gerçekten bir ziyaret bekleniyorsa bunun birimlerinin din-siyaset alaşımı biçiminde değerlendirmesi gerekirdi.

Öyle de oldu. Fakat öyle oluşu ortaya yeni bir pürüz çıkardı. Daveti ne Diyanet İşleri Başkanlığı, ne de Boks Federasyonu yapamayacağından, iş politikacılara kaldı. Muhammed Ali, Milli Selamet Partisi Genel Başkanı ve aynı zamanda Başbakan Yardımcısı olan Necmettin Erbakan’ın özel davetlisi olarak 1 ekim 1976’da sabahın erken saatlerinde Yeşilköy Havaalanı’nda Devlet Bakanı Hasan Aksay ve çevresindeki kalabalık ile tekbir sesleri arasında karşılandı.

Muhammed Ali’nin Türkiye’deki dakikaları hayli hareketli geçti. Hatta o arada Muhammed Ali de bir ara kendinden geçti. Sheraton otelinde birkaç saat için kendini soyunmadan yatağın üzerine attıktan sonra saat 10 sıralarında, iki gün önce Ken Norton’dan yediği yumrukların acısını hala hissede hissede kalkmak zorunda kaldı. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakan Yardımcısı kendisini İstanbul vilayet konağında bekliyordu. Vilayetteki basın toplantısında söz alan İslam Milleti hareketinin yeni lideri Wallace Muhammed’in isteği üzerine Muhammed Ali Müslümanlığa hizmet için boksu bıraktığını açıkladı. Fakat bu isteğini ancak 5 sene sonra gerçekleştirebilecekti.

Saat 11 sıralarında Cağaloğlu çevresine geçtiklerinde daha yoğun tekbir sesleri duyulmaya başladı. Onu da Sultanahmet Camii önündeki kalabalık izledi. Caminin önündeki halka seslenebilmesi için kamyona bir kürsü kuruldu. Kürsüdeki konuşmasından sonra Cuma namazı için Sultanahmet Camii’ne girdiler. Cami epey kalabalıktı. Joplu polisler camide asayişi sağlıyor, dışarıda da sık sık ambulans sirenleri çalıyordu. Bağrışanlar mı dersiniz, parasını çaldıran mı ve bir başkası da ezilmemek için çırpınıyordu. Ali ise Sultanahmet Camii’nden gözlerini alamamış, dakikalarca seyretmişti.

Camideki hareketlilikten sonra Topkapı Sarayı’nın restoranında öğle yemeği yediler. Ali, Topkapı Sarayı’nın Kutsal Emanetler bölümündeki her şeye heyecanla bakıyor ve etkilenmiş görünüyordu. Akşam saatlerinde de motor ile bir boğaz turu yaptılar. Tarabya Oteli’ndeki akşam yemeğinden sonra sabah Türkiye’den ayrıldı.

Ali 15 Eylül 1978’de Leon Spinks'i yenerek üçüncü kez Dünya Şampiyonluğu ünvanını eline geçirdi. Bu, boks dünyasında bir eşine daha rastlanmamış bir olaydı. 1889 yılındaki ilk şampiyonluk maçından bu yana Dünya Şampiyonluğu ünvanını üç kez kazanan bir boksör daha çıkmamıştı. Muhammed Ali bunu başarmıştı işte!

Ali, profesyonel olarak tam 61 maç yapmıştı. Bunların 37'si nakavt olmak üzere 56'sını kazanmıştı. Muhammed Ali’nin gerçek bir dost olarak kabul ettiği Jabir Herbert, Ali hakkında şu önemli tespitleri yapmaktadır: “Ağır Sıklet Şampiyonluğuna ilgi her zamankinden daha çok olacak; bunun nedeni senin açtığın ve geliştirdiğin yol. Sen gittikten sonra bu organizasyon sönmeye mahkum çünkü tarihte hiçbir boksör senin kadar dünyanın ilgisini çekmedi. Sen İslam'a girdiğinde inanılmaz sayıda insanın dikkatini çektin -daha önce boksu aklının ucundan bile geçirmemiş ya da bırak Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonasını, herhangi bir spora bile ilgi duymamış insanların bile. Bir sporcu asla bu kadar ilgi görmedi.”

Ali 1984'den beri Parkinson hastasıydı. Çoğunlukla gözlerden uzak bir şekilde Michigan'daki çiftliğinde yaşamını sürdürüyordu. 3 Haziran 2016’da solunum yolu rahatsızlığı sebebi ile tedavi gördüğü hastanede hayata gözlerini yumdu. Ünlü bir boksör olmasının dışında herkesin sevgisini kazanmış nadir insanlardandı. Herkesin sevgisini kazanmasının en güzel örneği de 1977 yılında Muhammed Ali’nin ana karakter olduğu bir çizgi film serisinin yapılmasıydı. Çizgi filmin adı ise şuydu: “I Am the Greatest: The Adventures of Muhammad Ali”.

Bibliyografya

-Richard Durham, Muhammet Ali-Richard Durham ile Tek Özyaşamöyküsü, Kaknüs Yayınları, İst., 2002.

-Hayat Mecmuası, Cilt 3, Sayı 41, 1976.

-Cem Atabeyoğlu, “Her Şey Şampiyonluk İçin”, Yıllarboyu Tarih, Cilt 5, Sayı 11, 1980.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...