
Evrenin nabzı: Notaların büyülü serüveni
Durun ve dinleyin. Kalbinizin ritmini, rüzgârın uğultusunu, yağmurun cama vuruşunu, şehrin dinmeyen senfonisini... Hayatın kendisi, devasa bir orkestradır ve müzik, bu orkestranın ruhudur. 21 Haziran, en uzun günün ışığıyla birlikte bu evrensel ruhu, Dünya Müzik Günü'nü kutlamak için bir davettir.
Müziğin doğumu, insanlığın şafağındaki gizemli bir fısıltı gibidir. Belki de ilk insan, avının peşindeki gerilimini bir ritme dönüştürdü. Belki de ateşin etrafında toplanan bir kabile, zaferini coşkulu bir haykırışla notalara döktü. On binlerce yıl öncesine ait, kemikten oyulmuş bir flüt, bize müziğin insanlık kadar eski olduğunu kanıtladı. O ilk melodiler, büyü, ritüel ve iletişim içindi. Kelimelerin henüz yetmediği bir dünyada, duyguların ve hikâyelerin ilk tercümanıydı.
Zaman nehrinde akan her medeniyet, kendi tınısını bıraktı bu evrensel partisyona. Antik Mısır’da tanrılara sunulan ilahilerde yankılandı, Antik Yunan’da felsefenin ve matematiğin estetiğiyle birleşerek armoninin temellerini attı. Orta Çağ'ın gotik katedrallerinden Tanrı'ya yükselen Gregoryen ezgileri, ruhani bir derinlik kazandırdı. Batı’da Rönesans ile birlikte melodiler, kilisenin duvarlarını aşarak sarayların salonlarına taştı; polifoninin zenginliğiyle insan sesinin sınırlarını zorladı. Barok dönem, Vivaldi’nin "Dört Mevsim"iyle doğayı notalara resmederken, Bach’ın fügleriyle aklın ve duygunun muhteşem dengesini kurdu. Mozart’ın dehasıyla parlayan Klasik Dönem, zarafetin ve saflığın manifestosuydu. Ardından gelen Romantik Dönem ise Beethoven’ın isyanıyla, Chopin’in melankolisiyle, Wagner’in destansı operalarıyla bireysel tutkuların ve kahramanlıkların en gür sesi oldu.
Doğu’da bu süreçte daha uhrevi, daha ritmik melodiler yükseldi. Modal melodilerin komalara sığmayan engin perdeleri arasında yüzlerce makamın sırrıyla büyülendi dünya; şarkılar, peşrevler, kârlar, kârçeler kanunlardan, udlardan, tanburlardan, neylerden müthiş bir dizaynla süzüldü. Hüzün hicaza, neşe 9/8’liğe buyur edildi. Notalardan bağımsız görüldü burada müzik, gönülden gönüle meşkle aktarıldı. El Kındî’nin metodolojik çalışmaları Abdülkadir Meragi’yi besledi, Kantemiroğlu’nun notları Hampartzum’un zihnine yer etti. Melodiler kayıt altına girmeye çalışırken de Itrî’nin, Dede Efendi’nin, Hacı Arif Bey’in unutulmaz besteleri kendi çağlarına ve geleceğe kazındı.
Ve dünya dönerken melodiler de birbirine dolandı; Doğu Batı’ya, Batı Doğu’ya karıştı… Her dönem de bir öncekinin mirasını devralıp kendi ruhunu katarak bugünün sonsuz müzik evrenini yarattı. Kayıt altına alma ihtiyacı notalardan çıktı; önce fonograf silindirlerine ardından plaklara, kasetlere, cd’lere ve en son internetin sonsuz dijital âleminde kendine yuva yaptı.
Birleştirici güç: Toplumun ortak kalp atışı
Müzik, görünmez ipliklerle örülmüş bir sosyal ağdır. Dilleri, dinleri, coğrafyaları aşan gücüyle insanları “biz” yapan en güçlü harç...Ortak bir zamansal ritimin, ortak bir duygusal zeminin biricikliğinde beraber var olmayı sağlayan kuvvetli bir bağ… Bir savaş meydanında cesaret veren marş, bir düğünde neşeyi tutuşturan dans, bir protestoda adaleti haykıran şarkı, acıyı haykıran ağıt... Müzik, bu yönleriyle toplumsal anların fon müziği değil, bizzat o anların kendisidir. Millî marşlarda bir ulusun kimliğini, halk türkülerinde bir coğrafyanın hafızasını, ninnilerde ise nesiller boyu aktarılan sevginin fısıltısını taşır. O, haksızlığa karşı bir yumruk, özgürlüğe kanat çırpan bir kuş, yası paylaşan bir omuz ve sevinci çoğaltan bir kahkahadır. Hayatın bu kadar içindeyken, insan yaşamının bir parçasıyken toplumun da bir nevi aynası oluverir; toplumu anlayabilmenin, görebilmenin bir biçimi oluverir. Bu sebeple toplum bilimcilerin de toplumun sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal normlarını, değerlerini, kimliğini anlamak için başvurdukları bir unsur olarak karşılarına çıkar. Peki, nasıl bakarlar müziğe?
İşlevselci kuramın öncüsü Émile Durkheim, doğrudan müzik üzerine yazmasa da “kolektif coşku” (collective effervescence) kavramıyla müziğin toplumsal işlevini anlamak için temel bir çerçeve sunar. Durkheim'a göre, dinî ritüeller gibi toplu etkinlikler, bireyleri bir araya getirerek onları aşan bir gücün parçası olduklarını hissettirir. Bu durum, toplumsal bağları güçlendirir ve dayanışmayı artırır.
Müzik, bu kolektif coşkunun en güçlü motorlarından biridir. Millî marşlar, dinî ilahiler, askerî bandolar veya bir stadyumda hep bir ağızdan söylenen tezahüratlar... Tüm bunlar, bireyleri “biz” duygusu etrafında birleştirir. Müzik, ortak bir ritim ve duygu yaratarak bireysel farklılıkları geçici olarak ortadan kaldırır ve gruba aidiyeti pekiştirir.
Çatışmacı kuramcılar ise müziği, toplumdaki güç mücadelelerinin ve eşitsizliklerin bir yansıması olarak görür. Karl Marx’a göre kültür, ekonomik altyapının bir yansıması olan “üst yapının” bir parçasıdır. Bu bağlamda müzik, egemen sınıfın ideolojisini yaymak ve kitleleri pasifize etmek için bir araç olabilir. Meta fetişizminin bir parçası yani...
Bu fikri en radikal şekilde geliştiren ise Frankfurt Okulu düşünürlerinden Theodor W. Adorno olur. Adorno, “kültür endüstrisi” adını verdiği modern popüler müziği sert bir dille eleştirir. Ona göre, kapitalist sistem altında üretilen popüler müzik:
Standartlaşmıştır: Şarkılar, tıpkı bir fabrikada üretilen metalar gibi belli formüllere (nakarat-kıta-nakarat) göre üretilir. Bu, dinleyiciyi yeniliğe ve eleştirel düşünceye kapatır.
Pasif tüketim yaratır: Dinleyici, müziği aktif bir şekilde dinleyip yorumlamak yerine, onu bir "arka plan gürültüsü" olarak pasif bir şekilde tüketir. Adorno’nun deyimiyle bu müzik “dikkat dağıtarak dikkat gerektirir.”
Sahte bir bireysellik sunar: Farklı sanatçılar veya şarkılar arasındaki küçük stilistik farklar, dinleyiciye bir seçim özgürlüğü ve bireysellik illüzyonu verirken, aslında hepsi aynı endüstriyel kalıptan çıkmıştır.
Adorno için popüler müzik, insanları mevcut toplumsal düzene karşı eleştirel düşünmekten alıkoyan bir “sosyal çimento” işlevi görür. Ona göre gerçek sanatı ifade eden müzik, toplumun ve endüstriyel üretimin dışında var edildiğinde “özgür ve özgün” bir biçimde yaratılmış olacaktır. Bu ayrım, müziği de içine alan kültürel üretimlere maalesef ki yukarıdan bakar.
Sembolik etkileşimcilik ve kimlik inşası yaklaşımında bu yukarıdan bakış eleştirel şekilde yıkılmış olur. Bu yaklaşıma göre müziğin anlamının sabit olmadığını, bireyler ve gruplar arasındaki etkileşimlerle yaratıldığını vurgular. Müzik, insanlar için bir kimlik beyanıdır. Dinlediğimiz müzik, kim olduğumuzu, hangi gruba ait olduğumuzu ve dünyaya nasıl baktığımızı anlatır. Bu biraz da R. Williams’ın ve ardından gelen İngiliz Kültürel Çalışmacıları’nın kuramsal esnetimleriyle gerçekleşen bir alan olur. Onlara göre hegemonya her yerdedir; müziğe de kültüre de sızmıştır ve topluma ait her unsur birer mücadele alanı hâline gelmiştir… Müzik de öyle… Toplum tarafından inşa edilir, toplum tarafından tercih edilir, üretilir ve tüketilir…
Bu yaklaşıma benzer olarak sosyolog Howard S. Becker, Sanat Dünyaları (Art Worlds) adlı çalışmasında, bir müzik eserinin anlamının sadece besteci tarafından değil, aynı zamanda müzisyenler, eleştirmenler, yapımcılar ve dinleyicilerden oluşan bütün bir ağ tarafından kolektif olarak üretildiğini gösterir. Bir punk rock şarkısı; onu çalan grup, konserine giden gençler ve ondan nefret eden ebeveynler için farklı anlamlar taşır ve bu anlamlar etkileşim içinde şekillenir.
Bu görüşün aksine, biraz da Frankfurt Okulu’na ve temelde Marx’a yakın olarak Fransız sosyolog Pierre Bourdieu ise müzik zevkinin masum bir kişisel tercih olmadığını, tam tersine derin bir sınıfsal kökene sahip olduğunu savunur. “Kültürel sermaye” kavramıyla Bourdieu, belirli müzik türlerini (örneğin klasik müzik, opera) bilmenin ve sevmenin, tıpkı parasal sermaye gibi bireye toplumda statü ve ayrıcalık kazandırdığını belirtir.
Bourdieu’ye göre, üst sınıflar genellikle “meşru” kabul edilen klasik müzik gibi türleri benimserken, alt sınıflar popüler veya halk müziği türlerine yönelir. Dolayısıyla müzik zevkleri, sosyal hiyerarşileri hem yansıtır hem de yeniden üretir. Birinin “Müslüm Gürses dinliyorum” demesi ile “Bach dinliyorum” demesi, sadece müzikal bir tercih değil, aynı zamanda toplumsal konumuna dair bir işarettir. Bu Bourdieu’nun görüşü tabii, biz Kültürel Çalışmacılar’ın izinden mücadele alanı olarak görmeye devam edebiliriz… Evet, müzik toplumsal katmanların, sınıfların arasından ve bunları besleyen diğer kültürel unsurlardan biri… Ama en temelde bunları da aşabilen; bu katmanları inşa eden hegemonyayı da yıkabilen bir güce de sahip. Bu sebeple ne Adorno’nun dediği gibi toplumu pasifize eder ne de Bourdieu’nun sermayelerine sıkışmıştır. Toplumun hegemonya mücadelesini yansıtır, sınıfları birleştirir, Walter Benjamin’in dediği gibi hatta demokratik bir alan yaratır... Mücadelenin doğduğu yerde yaratılırken yayılımı katmanları aşabilir çünkü… Caz gibi, rock gibi, rap gibi, arabesk gibi…
Mücadelenin adı “protest” müzik: Caz, rock, rap ve arabesk
Caza bakalım önce… 20. yüzyılın başlarında, ABD'nin güneyindeki Afrikalı-Amerikalı topluluklar içinde doğan caz; sadece yeni bir müzik türü değil, aynı zamanda bir varoluş tınılarıydı. Kölelik sonrası dönemde ırksal ayrımcılığın ve baskının en yoğun olduğu bir ortamda, cazın temelini oluşturan doğaçlama (improvisation), yapısal ve toplumsal kısıtlamalara karşı bir özgürlük arayışını simgeliyordu. Avrupa müziğinin katı kurallarını Afrikalı ritimlerin esnekliğiyle yıkan caz, kendi kurallarını kendi koyan bir “karşı-kültür” müziğiydi. Yarattığı pek çok türle klasik Batı müziğini de kendi kültürel kodlarına ait ritimleri de melodilerin içine katarak bir dil meydana getirdi. Sınıfları aştı, eğlence müziğinin ötesine geçti. Şimdi artık bir “alt kültür” müziği değil; pek çok toplumsal katmanın sahiplendiği; küreselleştiği melodiler oldu.
Sınıfsal mücadelenin yanında kuşakların çatışmasının bir simgesi olan rock müzik de bu ayrımları aşan bir müzik türü olarak hayatımızda yer edindi. 1950’lerde rock'n roll, İkinci Dünya Savaşı sonrası refah toplumunun tekdüzeliğine ve ahlaki kodlarına karşı gençliğin isyanı olarak ortaya çıktı. Siyahların “rhythm and blues” müziği ile beyazların “country” müziğinin bir melezleşmesi olan bu tür hem ırksal hem de nesiller arası tabuları yıkıyordu. Elvis Presley’in “yasaklı” kalça hareketleri, ebeveynlerin ve muhafazakâr otoritelerin dünyasına atılmış bir meydan okumaydı. Rock, 60’lar ve 70'’lerde savaş karşıtı hareketlerin, devrimlerin ve bireysel özgürlük arayışının marşı hâline geldi.
Peki, gettoların dilini müziğin sınırlarını zorlayan rap? 1970’lerde New York'un yoksul mahallesi Bronx'ta doğan rap ve hip-hop kültürü, belki de müziğin protest duruşunun en saf örneklerinden biridir. Ekonomik çöküntü, sosyal hizmetlerin yetersizliği, ırkçılık ve polis şiddetiyle boğuşan siyahi ve Latin gençlerin sesi oldu. Public Enemy grubunun lideri Chuck D.’nin deyişiyle hip-hop, "Siyahların CNN'iydi." Ana akım medyanın görmezden geldiği sorunları, sansürsüz bir dille ve ritmik bir şiirsellikle sokağın gerçekliğini doğrudan anlattı. Bu yönüyle rap, Adorno’nun “pasif dinleyici” modelini yıkarak, dinleyiciyi aktif bir şekilde toplumsal sorunlar üzerine düşünmeye davet eden bir çatışma müziğidir.
Haydi şimdi de kendi coğrafyamıza bakalım… Türkiye'de 1960'lar ve 70'lerde, kırdan kente yaşanan yoğun göç dalgasıyla ortaya çıkan “arabesk”, kentin çeperlerine itilmiş, “gecekondu”larda yaşayan milyonların müziğidir. Köydeki düzenini kaybedip kentin yabancılaştırıcı atmosferinde tutunmaya çalışan bu yeni kentli yoksulların yaşadığı hayal kırıklığını, yalnızlığı, sınıf atlama umudunu ve imkânsız aşkları dile getirdi. Sosyolog Meral Özbek’in belirttiği gibi, arabesk “yenilginin ve dışlanmışlığın gönüllü olarak üstlenilmesinin” bir ifadesidir. Devlet kontrolündeki TRT tarafından uzun süre dışlanan ve “yoz”, “kalitesiz” olarak yaftalanan arabesk, tam da Bourdieu'nün işaret ettiği gibi, merkezin "meşru kültürü"ne karşı çeperin "gayrimeşru" ama bir o kadar da sahici sesini oluşturdu. O, bir isyandan çok, kederli bir kabullenişin ve paylaşılan bir acının müziğidir.
Müzik, estetik bir zevk objesi olmanın çok ötesinde toplumsal yapının, kültürel kodların ve güç ilişkilerinin hem üretildiği hem de sorgulandığı dinamik bir alandır. Durkheim'ın kolektif coşkusundan Adorno'nun kültür endüstrisi eleştirisine, Bourdieu'nün kültürel sermayesinden sembolik etkileşimcilerin kimlik inşasına kadar her bir kuram, müziğin karmaşık toplumsal rolünü aydınlatır. Bir caz parçasındaki doğaçlamada özgürlüğü, bir rap şarkısının sözlerinde adaletsizliğe başkaldırıyı, bir arabesk melodi'de ise gurbetin acısını duymak, müziğin sosyolojik gücünü anlamaktır. Çünkü müzik, susturulanların sesi, birleşenlerin marşı ve en nihayetinde, toplumun kalbinin attığı ritimdir.
Sınırsız melodiler ve yeni ufuklar
Bugün ise müzik dünyası baş döndürücü bir dönüşümün içinde. Parmaklarımızın ucundaki dijital platformlar sayesinde, Sibiryalı bir folk şarkıcısından Brezilyalı bir caz piyanistine saniyeler içinde ulaşabiliyoruz. Türler iç içe geçiyor; elektronik ritimler otantik enstrümanlarla buluşuyor, yapay zekâ senfoniler besteliyor. Bu demokratikleşme, inanılmaz bir yaratıcılık ve çeşitlilik sunuyor.
Ancak bu sınırsız evren, kendi zorluklarını da beraberinde getiriyor: Sanatçıların emeğinin karşılığını alma mücadelesi, algoritmaların bizi hapsettiği "yankı odaları" ve müziğin bir tüketim nesnesine dönüşme riski... Yine de müziğin büyüsü, bu dijital gürültünün içinden sıyrılmanın bir yolunu hep buluyor. Bir sokak müzisyeninin içtenliği, bir festival alanını dolduran on binlerce insanın ortak ritmi, müziğin o saf ve ölümsüz ruhunun asla kaybolmayacağının kanıtıdır.
21 Haziran'da, en uzun günün ışığında, kulaklığınızı takın, en sevdiğiniz plağı çevirin, bir konsere gidin ya da sadece bir melodi mırıldanın. Bırakın notalar sizi alsın, götürsün. Çünkü müzik, hayatın ritmini kutlamaktır.
Dünya Müzik Gününüz kutlu olsun!

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.