17 February 2025

Doğu’nun Paris’i: Bükreş’e dair notlar

19. yüzyıldan kalma mimarisi, Sovyet dönemi yapıları ve modern gökdelenleriyle dikkat çeken Bükreş, dinamik yapısıyla ön plana çıkıyor. Turistlerin ilk uğradığı yer olan Bükreş Üniversitesi Meydanı neden önemli? Bükreş’te neler yapmalı? Tarihî şehri Nikolay Çavuşesku olmadan anımsamak mümkün mü?

Romanya’nın başkenti Bükreş, tamamen plansız bir şekilde gittiğim bir şehir oldu. Aslında tek bir cümle beni harekete geçirmeye yetmişti: “Doğu’nun Paris’i Bükreş.” İnternette rastgele gezinirken bu tanımlamaya denk geldiğimde, merak duygusu içimi sardı. Bir anda biletimi alıp yola çıktım. Şehrin, krallık döneminden komünizme uzanan yönetim değişiklikleriyle şekillenen mimarisi, beni kendine çekmişti. Neoklasik binalardan komünist dönemin anıtsal yapısına, eklektik detaylardan Brâncovenesc tarzına (Osmanlı-Bizans-Rönesans unsurlarının birleşiminden oluşmuş Romanya’nın mimarisinde önemli bir yer tutar) kadar her köşede farklı bir hikâye saklıydı.

İlk durağım, şehrin akademik ve entelektüel ruhunu hissettiren Bükreş Üniversitesi Meydanı oldu. Bu meydandaki heykeller âdeta şehrin geri kalanında beni nelerin beklediğine dair ipuçları sunuyordu. Ion Heliade-Rădulescu’nun aydınlanmacı kimliği, Gheorghe Lazăr’ın eğitimdeki öncü rolü ve Spiru Haret’in modernleşmeye katkıları… Sanki bu figürler, bana Bükreş’in geçmişini anlatıyordu.

Bu meydan sadece tarihiyle değil, aynı zamanda Rumen edebiyatı ve sinemasıyla da derin izler taşıyor. Meydan, 2006 yapımı “Doğu Bükreş” filminde de önemli bir temsiliyet kazanır. Filmde, televizyon programı yapan üç karakterin konuşmaları, arka planda Bükreş Üniversitesi Meydanı’nın görüntüsüyle birleştirilir. Meydan, devrimin doğuş noktalarından biri olarak karakterlerin geçmişle yüzleşmelerinin, toplumsal değişimle hesaplaşmalarının doğal bir fonu hâline gelir.

Arka planda meydanın görünmesi, sadece mekânın fiziksel varlığını değil, aynı zamanda o alanın taşıdığı tarihsel yükü de izleyiciye hatırlatır. Bükreş Üniversitesi Meydanı, filmin bu sahnesinde, karakterlerin geçmişten gelen ve toplumsal değişimi simgeleyen duygusal bir arka plan olarak karşımıza çıkar.

Bükreş’i Nikolay Çavuşesku olmadan anımsamak mümkün mü?

Şehrin farklı yüzlerini keşfetmek için yürümeye başladım. Beni en çok etkileyenlerden biri, CEC Sarayı oldu. 1900 yılında inşa edilen bu yapı, büyük bir cam kubbeyle taçlandırılmış görkemli bir finans kurumu. Bükreş’in “küçük Paris” olarak anılmasını sağlayan mimari detaylardan biri de tam olarak buydu: Fransa’nın etkisini hissedebileceğiniz zarif işlemeler ve sütunlar. Ancak birkaç sokak ötede, Parlamento Sarayı’nın ağır ve sert hatlarıyla karşılaşmak, şehrin tarihindeki ani dönüşleri hatırlatıyordu. Bu ani dönüşlerin kahramanlarından biri de elbette Nikolay Çavuşesku’ydu.

Peki, kim bu Çavuşesku? Tarih bilgisi olanlarınız biliyor olsa da hakkında mutlaka anlatılması gereken çokça şey var. Halkına en az 5 çocuk doğurmayı zorunlu kılmış ve 10 çocuklu ailelere devlet nişanı vermiş bir lider. Bu sırada halk yoksullukla mücadele ediyor ve doğan çocukların birçoğu sokak çocuğu olarak yaşamını sürdürüyordu. Ama bu durum Çavuşesku’nun kararını geri çekmesine engel olmamıştı. “Siz doğurun, biz bakarız” diyerek bu kararından geri dönmemişti. Bekârlara ekstra vergi uygularken, “regl polisi” diye bir özel birlik kurmuştu. Halkı bir doğurma makinesi gibi görmesi, tabii ki onları birer iş gücü olarak algılamasından kaynaklanıyordu. Yaklaşık 8 bin köyü yok edip, insanları sonradan inşa ettiği kutu gibi dairelerde yaşamaya zorlayarak, şehrin mimarisini de bir taraftan bozmuştu.

Çavuşesku’nun sarayında balkon konuşmasını Michael Jackson yapıyor

Meydandan sonra birkaç kilometre uzakta olan Çavuşesku’nun meşhur 1100 odalı sarayına doğru yola koyuluyorum. Dünyanın Pentagon’dan sonra en ağır binası olarak kabul edilen ve onun sonunu getireceğinden habersiz yaptırdığı bu saray, aynı zamanda absürt bir komedi hikâyesini barındırıyor. Sarayı yaptırırken en büyük hayali balkonda konuşmak olan Çavuşesku, bu isteğini gerçekleştiremeden, Parlamento binasında halka seslendiği konuşma sırasında halkın isyan başlatması sonucu kurşuna diziliyor. Bilin bakalım Çavuşesku’nun en büyük hayali uğruna milyonlar harcadığı sarayda balkon konuşmasını kim yapıyor? Elbette, Michael Jackson. Hikâye, onun balkon konuşmasında halkı “Hello Bükreş” yerine "Hello Budapeşte” diyerek selamlamasıyla geriliyor. Bina o kadar büyük ki hâlâ ne olarak kullanılacağı konusunda tam bir fikir birliği yok.

Gelelim benim en büyülendiğim yere. Çavuşesku’nun yaşadığı eve doğru ilerlerken, yolculuğum esnasında birbirinden farklı yapılar âdeta görsel bir şölen sundu. Bir taraftan Soğuk Savaş’ın izlerini seyrederken, diğer taraftan neoklasik yapıları hayranlıkla izledim. Sokakta Avrupa şehirlerinde görmeye pek alışık olmadığımız lüks araçlar göze çarpıyordu. Binaya girdiğimde ise görevlilerin sert bir dille “Fotoğraf çekmeyin!” uyarısı ve her hareketimin izlendiği hissini sonuna kadar yaşattıran sert üsluplu bir görevlinin ev turuma tayin edilmesi, sanırım bu evin kaderiydi diye düşünmeme sebep oldu. Beni içeride önce ustalıkla yapılmış mermerden bir salon karşıladı. Sonrasında, ahşap detayların incelikle nakış nakış işlendiği odalar… Çalışma odasında, masanın arkasında babasının resminin asılı olması oldukça dikkat çekiciydi.

Çünkü bildiğimiz üzere Çavuşesku, babasından şiddet gördüğü travmatik bir çocukluk geçirmişti. Tüm ailece yaşadıkları bu mekân, çeşitli entrikalara da ev sahipliği yapmıştı. Nadya Comăneci ve oğlunun gizli ilişkilerinden birçok olaya şahitlik etmiş. Örneğin, Çavuşesku’nun eşi Elena’nın, Nadya ve oğlu ile olan ilişkisi oldukça karmaşıktı ve bu durum, evde sürekli bir gerilim yaratıyordu. Aynı zamanda evin bazı odalarında gizli geçitler olduğu da söylenir. Bu durum, her şeyin dışarıdan göründüğü kadar masum olmadığını gösteren bir kanıt gibi.

Ev turumun ilerleyen kısımlarında, lavabolarda kullanılan altın kaplama musluklar ve oyma ahşap duvarlara ek olarak kullanılan kadife duvar kâğıtları, o dönem için ne kadar lüks içerisinde yaşadıklarının büyük bir kanıtıydı. Odalardan bahçeye açılan geniş mermer balkonlar, Süleyman Demirel gibi liderlerin de ağırlandığı büyük salonlar... Her bir detayı muazzamdı. Özellikle evdeki giysi dolapları ve Elena Çavuşesku’nun dönemin zevkini yansıtan kürklerden ve rengârenk elbiselerden oluşan eşyaları göze çarpıyordu. Bu lüks dolaplar, bir süre sonra kendini acı bir deneyime bırakacağından habersiz ne olaylara şahit olmuştur diye düşünmeden edemiyor insan. Darbe sürecinde Çavuşesku’nun kızı Zoe, hayatta kalabilmek ve halkın öfkesinden kaçabilmek için bu dolaplardan birine saklanarak hayata tutunabilmiş mesela.

Son olarak, şehrin atmosferini derinlemesine hissetmek için dinlenebileceğiniz birkaç önerim var. Kahve ve kruvasan konusunda benden tam puan alan, Barok tarzı mimarisiyle dikkat çeken Café Le Dome; Fransız mutfağından esinlenen menüsüyle gerçekten keyifli bir deneyim sunuyor. Alternatif olarak, Van Gogh’un eserlerinden ilham alınarak tasarlanmış Van Gogh Café, sanatın ve kahvenin birleştiği huzurlu bir mekân olarak önerilebilir. Yanlış bir beklentiye yol açmayalım, Van Gogh’un orijinal eserleri burada bulunmuyor. Ve unutmadan Roman halkı Romanya’nın yalnızca yüzde üçünü oluşturuyor.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...