05 August 2024

Dissosiyatif bir Vanya: Andrew Scott

Anton Çehov’un başyapıtlarından biri Vanya Dayı… 1899’dan bu yana binlerce kez oynandı muhakkak. Fakat tüm karakterleri tek bir kişinin oynadığı bir temsili sanıyorum ki ilk kez izliyoruz. National Theatre Live: Vanya performansıyla Andrew Scott’un devleşen oyunculuğuna birlikte şahit oluyoruz.

Anton Çehov, 19. yüzyılın en iyi oyun ve öykü yazarlarından biri. 1800-1900’lü yıllarda modernleşme ve sanayileşmeyle birlikte Rus toplumunun geçirmekte olduğu dönüşüm, Çehov’un hikâye anlatıcılığında, kurgusunda, yarattığı diyaloglarda, oluşturduğu karakterin yapısında muhakkak hissedilir. Bazen mizahla bazense mizahın içinde derin bir yerlerde hapsolan hüzünle toplumsal dönüşümün izleri ustaca işlenir metinlerinde. Zira geleneksel toplum yapısından modern yaşama geçişin krizleri, toplumsal değerler, sınıfsal dönüşümler, geliştirilen yeni hayat pratikleri Çehov’un oyunlarında ve öykülerinde karakterler ve yaşadıkları üzerinden kendine bir örnek bulur.

Bunlardan biri de 1897’de yayımlamış olduğu Vanya Dayı adlı oyunudur. Her ne kadar yüzyıllar öncesine ait bir metin olsa da yine bize dair olgulara işaret ettiği için içine alır okurunu. Karakterlerin gündelik sorunları, eylemleri, iç muhasebeleri, sıradan diyalogları sadece o günün Rusya’sının dertleri değildir; okuru veya izleyiciyi de yalnız bunlarla örülü bir olay takibi çekmez. Sadeliğin, duruluğun ve mizahın ustaca kurgusu büyüler insanları, Çehov’u klasik yapan şeylerden biri budur belki de. O yüzden sahnede sergilenen her yorum, hangi zaman diliminde hangi kültürde olursa olsun bir karşılık bulur.

Vanya Dayı (ilk sahnelendiği 1899 yılından bu yana) yüzyıllarca yüz binlerce kez yoruma açılmış; farklı coğrafyalarda, farklı dillerde yeniden yaratılmıştır belki. Fakat bunlardan -izleyebildiklerimiz kadarıyla- en ilginci şüphesiz 2024’te Andrew Scott’un National Theatre Live iş birliğiyle beyaz perdeye de taşınan Vanya performansı bence. Oyun, orijinalini referans alarak Simon Stephens tarafından yeniden yazılmış ve Sam Yates’in yönetmenliğinde tek kişilik bir performans olarak kurgulanmış. Orijinal metinde yer alan dokuz karakter, farklı adlarla Andrew Scott’un oyunculuğuyla kendilerini hissettirerek sahneye çıkartılmış; dokuz kişinin rolü onun dimağından, ruhundan izleyicilere aktarılmış. Yeni esprilerle, izleyicisiyle kurduğu iletişimle, bağla… Peki, referans alınan oyunun hikâyesi neydi, biz farklı olarak ne izledik?

Oyunun aslı: Rusya’da derinleşen ayrım

Oyun, Çehov tarafından bir çatışma üzerinden tasarlanır. İvan Petroviç Voynitski (Vanya), vefat eden kız kardeşinin evinde annesi ve yeğeniyle birlikte yaşayan, taşrada hayatta kalmaya çabalayan orta yaşlı bir adamdır. Kısa bir müddet önce eve Vanya’nın eski eniştesi olan Aleksandr, genç ve güzel ikinci eşi Yelena ile birlikte yerleşir; ekonomik sorunlar sebebiyle kentte barınamamışlardır çünkü. Oyun, bu çiftin eve yerleşmesiyle başlayan süreci anlatır, toplum içindeki ikiliklere vurgu yaparak kurgulanır. Fakat büyük çatışmalar ya da belirgin bir olay örgüsü üzerinden seyretmez hikâye, sadece farklı tabakadan insanları ve birbirinden farklı dertlerini bir araya getirir, aynı ortamda buluşturur.

Aleksandr ve eşi Yelena tam bir aydın profili çizerler, taşradaki halktan ve yaşamdan fazlaca kopukturlar. Toplumun ünlü, şöhretli ve dolayısıyla daha kıymetli insanları olması sebebiyle hayranlık uyandırırlar, ki Vanya, Sofya ve Mariya da sürekli konuklarının üzerine titrerler, saygıda kusur etmezler. Bir şekilde bir araya gelmiş olmaları aralarındaki ayrımı gözler önüne serer; Çehov da bu birlikteliği şehirli-taşralı, aydın-halk, modern-geleneksel, dinamik-dingin, hatta güzel-çirkin ikilikleri üzerinden kurar zaten. Onları bir araya getirmesindeki amaç, modernleşmeye başlayan toplumda derinleşen bu düaliteyi yalın bir ironiyle etkileşime sokmaktır.

Döneme bakıldığında toplumsal sınıflar çözülmekte, aristokrasi çökmekte, aydın sınıfı fakirleşmekte, ekonomik dengesizlik uçurum hâline gelmektedir. Zaten Vanya’nın uyanışı da buraya işarettir; uğruna yıllarca çalışıp didindiği, kendi hayallerinden taviz verdiği hayat ona eniştesinin şanını, şöhretini vermemiştir. Hayranlıkla baktığı, bir duayen olarak nitelendirdiği ve saygı duyduğu eniştesinin şöhretinin sadece bilinen şeyleri tekrar etmekten kaynaklandığını, zerre emek vermeden alındığını fark ettiğinde başlar isyanı. Bu isyanın fişeğini de Aleksandr’ın eski eşinden kalan yurtluğu satma fikri ateşler. Fişek burada soyut bir anlamdan ibaret kalmaz, çıkıp tüfekten fırlar tabii. Hem de üç defa… Elbette ıskalar o fişekler hedefi. Nitekim Çehov’un derdi birini öldürmek değildir; barıştırır birbiriyle, dönüşen sisteme uyum sağlatarak ya da birbirini kabul ettirerek. Ev satılmaz nihayetinde, Aleksandr eşiyle birlikte gider, eski düzen devam eder.

Oyunda diğer karakterler çatışmaların kutuplarını besler. Yoksullaşmış bir toprak ağası olan İlya, Vanya’nın annesi Mariya ve evin dadısı Marina taşralı kimliğin birer temsili, geleneksel toplum yapısının eski unsurlarını devam ettirmeye gayret eden, değişime mesafeli insanlardır. Öyle ki Marina için evde çay saatinin sarkması bile yerleşik düzene karşı bir tehdittir. Ona göre eve gelen konuklar gece yatmayıp sabah kalkmayan, hiçbir şey yapmadan ortada dolaşan kimselerdir. Çünkü kırsalın kuralları bambaşkadır, doğayla iş birliği içinde çalışmak gereklidir ki yıl boyunca aç kalınmasın.

Bu durumun ters okumasını ise Aleksandr, eşi Yelena ve ara sıra Aleksandr’ı kontrol etmeye gelen Mihail Lvoviç Astrov yapar. Aleksandr, yıllarca üniversitede akademisyenlik yapmış bir profesör; konservatuvarda öğrenciyken eşiyle tanışan Yelena bir müzisyen, yıllarca taşrada hastaların peşinden sürüklenen Mihail ise bir doktordur. Her ne kadar taşradaki insanlar için güzelliklerine, kültürel sermayelerine ve statülerine karşı hayranlık uyandırsalar da birbirlerini asla anlamazlar. Aydınlar için taşrada tutunacak hiçbir şey yoktur. Taşradaki halk içinse aydınların yeri burası değildir. Bu beraberliğin getirdiği gerilimli hâl, Yelena’nın “Geçimsizlik var bu evde” söylemiyle ifade edilir oyunda. Gitmeleri ancak gerilimi sona erdirecektir, nitekim de öyle olur. Tabii işin içine Mihail ile olan duygusal bağ da eklenir, gitme bahanelerine. Sofya’nın karşılık bulmayan aşkı, üvey annesi ile doktor arasında peyda olacaktır. Toplumsal tabakaların ayrımı da burada başka türlü kendini belli edecektir; güzelliği ve estetiği şehirliye, çirkinliği ise taşralıya atfedecektir çünkü.

Tüm bu ikilikler; dönemin sancılarını, arada kalan insanların mücadelelerini ortaya koymak için bir arada tutulur. Gündelik hayatın içinde karşılaştırılır, diyaloğa sokulur… Toplumsal bir iç muhasebe, her karakterin içinde ayrıca yaşanırken oyunda bunu sade ve muzip bir şekilde işlenmiş olarak görürüz.

Çatışmanın yekvücut hâli

Çehov’un 19. yüzyılın atmosferini yalınlıkla ve ince bir mizahla ustaca aktardığı bu oyundaki tüm gerilimleri, çatışmaları, olay akışını “tek bir kişinin” performansıyla izlediğinizi düşünün şimdi. Oyun öyle bir yeniden yaratımla karşımıza çıkıyor ki o tek kişinin içerisinden dokuz karakteri şaşmadan takip edebiliyoruz. Elbette pek çok farkla… Simon Stephens’in kalemiyle yazılan bu yeni hikâye, 19. yüzyıl Rusya’sında değil; muğlak bir yerde ve zamanda geçiyor öncelikle. Karakterlerin yeni yorumu, dekor kullanımı fikir veriyor tabii. Biraz daha bugüne yakın, biraz daha Londra’ya…

Yine bir evde, şehrin dışında, kırsalda geçiyor oyun. Ivan, Michael, Helena, Alexander, Sonia, Elizabeth, Maureen ve Liam olarak karakterler yeniden belirir sahnede. İsimler gibi karakterlerin kimlikleri, davranışları, diyalogları da orijinal metinden ayrışır. Alexander profesör değil, şanı şöhreti filmlerle elde etmiş ünlü bir aktördür mesela. Dekorda kullanılan bazı aletler teknolojik olarak 19. yüzyılın ötesindedir; elektrikli lambalar, projeksiyon aleti vs. Bunun gibi birkaç dokunuş, zamansal olarak oyunu günümüze doğru taşır. Stephens’ın amacı da budur. Zaten Çehov için söyledikleri tüm bu örgünün mahiyetini vurgular gibidir: “Çehov müzelere değil, tiyatrolara ait bir adamdı. (…) Oyunlarının bu yüzyılda ve bu on yılda yaşaması lazım.” Öyle de olur, Stephens’in bu adaptasyonunda. Andrew Scott’un performansı da buna oldukça müsaittir; gerek seyirciyle kurduğu ilişki gerekse karakterlerin yorumu bugüne aittir.

Andrew Scott, sahneye çıktığında seyirciyle ilk iletişimi lambaları yakıp söndürerek kurar; orada birlikte var olmanın bilincini yaşatır. Karakterler kullandıkları aksesuarla özdeşleştirilse de geçişlerin mükemmelliği sebebiyle o aksesuarlar (Sonia’nın elindeki kırmızı bez, İvan’ın güneş gözlüğü vs.) olmasa da hangi karakterin konuştuğunu, tepki verdiğini anlamamız zor olmaz. Öyle ki tüm aile bireyleri mutfak masasının önünde birleşse dahi Andrew Scott hepsini kendi bedeninden, kendi dilinden konuşturur; tartışmalardan itişme kakışmaya, bakışmalardan öpüşmeye kadar birlikte olmanın her hâlini gösterir bize. Helana’yı alımlı salınışından, Alexander’ı kibrinden, Michael’i bıkkınlığından, Sonia’yı çocuksu neşesinden ayırt ettirir. Hayal kırıklıkları, arzu, şaşkınlık, hüzün ve umut… Her karakterin yaşadığı duygu seyri şaşmadan aktarılır Scott tarafından. Çehov’un esprili nüansları, vurguları Stephens’in güncellemeleriyle tebessüm ettirirken derinden gelen hüzün gözlerimizi doldurur. Hepimize ait hisleri izleriz, kendimizden bir parça bularak, her karakterle ayrı bağ kurarak… Sonia’nın Vanya Dayı’nın elini tutarak attığı tirat, asırlar öncesine ait olmaz o yüzden; bugünden, şu andan seslenir: “Yaşayacağız Vanya Dayı… Yaşayacağız.” Bu cümlede saklanan hayal kırıklığıyla karışık umut, modern hayatta sıkışan hepimizindir.

Sahneden beyaz perdeye süren alkış

Oyunun prömiyeri 2023’te Londra’da Duke of York’s Theatre’da yapıldı. Dolayısıyla bu eşsiz temsilin ilk seyircisi, o koltuklarda oturanlardı. 2024’te sinema salonlarında bu oyunu; orada bulunan seyirciden çok da farklı hissetmeden izleyebilmemizi sağlayan şey ise çok profesyonel bir şekilde National Theatre Live’ın yapımcılığında beyaz perdeye aktarılması oldu. Her ne kadar tiyatronun yeniden yaratıma açtığı kapı, kayıtla dondurulmuş olsa da binlerce seyirciyi, farklı pek çok salonda aynı performansın şaşkınlığında bir araya getirdi. Nitekim Sonia’nın tiradından sonra sahne ötesinden gelen alkış, sinema salonlarından da yükselmişti, izlenilen başka bir mekândan da yükseleceği muhakkak. Bu yönüyle ana tanıklığın devam ettiğini, deneyimi benzersiz kılan şeyin o sahneden çok daha öte olduğunu söyleyebiliriz.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...