
Charlie Chaplin: Modern zaman Don Kişot’larını anlamak
Evrensel ve zamansız mizah anlayışı sayesinde kültürel ikon olmayı başarmış olan Charlie Chaplin, sinema tarihinin de en popüler isimlerinden. Charlie Chaplin’i dünya çapında bu denli popüler kılan ne? Ünlü isim neden “ideolojik savaş” kurbanı oldu? Gelin inişli çıkışlı yaşantısına birlikte bakalım…
Tarihte bazı insanlar vardır, konfor alanlarına sıkışarak “cesaretlerini içlerine gömmek” sorunsalından kendilerini kurtarabilmişler ve sadece iç dünyalarının değil, gerçek hayatın da “fikirsel şövalyeleri” yani diğer bir popüler isimle “Don Kişot’ları” haline gelebilmişlerdir. Aile hayatı, sosyal ilişkileri ve evlilikleri çokça tartışılsa da, geçtiğimiz yüzyılın, yani modernizmin zirvesini teşkil eden 20. yüzyılın, bu konuda en önde gelen isimlerinden biri, aynı zamanda “modern sinema”nın da en başat, en satirik ve en cesur isimlerinden Charlie Chaplin (1889-1977) olmuştur.
Nitekim, endüstriyel devrimin zirve noktalarına geldiği, tabiri caizse “makine”nin ve bilimin insan hayatının ortasına yerleştirildiği Amerikan ve Batı modernizminde, çalışanların ve sokaktaki insanın da haklarından bahsetmek, aynı anda totaliterliğin kitabının yazıldığı 1920-1940 dönemi modern dünya siyasetinde konu hakkında belki de en vurucu filmleri yapabilmek ve aslında çıkış karakterini dahi, o dönemin topluma üstten bakan ve alımlı Batı entelektüeline karşı, “The Tramp-Serseri” isimli bir figür olarak seçebilmek, Chaplin’i, zamanın “Yel Değirmenlerine” karşı mücadele veren bir “Don Kişot” olarak nitelendirmek için yeterli görülebilecektir.
Bu bağlamda sadece sinema sanatında değil, sosyal ve beşeri tartışmalarda da hepimiz için yeniden odaklanılması gereken bir vaka incelemesi niteliğiyle Chaplin’i, kariyeri için özel bir önemi olan Mart 1931-Avrupa turnesinden tam 94 yıl sonra bu özet yazımızla beraberce tekrar anmış olacağız.
Toplumcu bir “Serseri” veya kısaca “Şarlo”
Aslında bir İngiliz olan ve oldukça yokluk çeken bir aileden gelen Chaplin’i, bundan 111 yıl önce geniş kitleyle buluşturan 1914 tarihli “Kid Auto Races at Venice” isimli kısa metrajlı sessiz film, kıyafetleri, bastonu, komik yürüyüşü, bıyığı ve tuhaf derecesinde hal ve hareketleriyle “Tramp” yani “Serseri” karakterini de ilk defa dünyaya tanıtmıştı. 1915’de aynı isimli film “Tramp,” 1921 yılında “The Kid-Yumurcak”, 1925 tarihinde “Gold Rush-Altına Hücum”, 1928 tarihinde ise “The Circus-Sirk” filmleri ve devamında gelecek onlarcası hem Chaplin’e hem de bu ana karakterine bu zamana kadar ulaşan ününü vermiştir.
Esasen “Tramp”, dilimize “Serseri” olarak çevrilse de Türkçe’de tek kelimeyle ifade etmesi çok da mümkün olmayan, “başı boş gezen”, “işsiz” veya “bir işle iştigal olup/olmamayı çok da sorun görmeyen kişi” manasında bir anlam içerir, diğer bir deyişle, derin felsefesinde “serseri” ifadesindeki ilk kulağa tırmalayan olumsuz intibaha sahip olmak durumunda da değildir. Belki Chaplin’in bu karakteri için de “serseri” yerine çokça bilinen “Şarlo” ifadesi bu şekilde dilimize yerleşmiştir. Nitekim Chaplin’in 1914 yılından itibaren sinema tarihine armağan ettiği “Serseri”, genel olarak iyimser, yardım sever, herkes gibi tabiatıyla “para”yı önemseyen ancak gereğinde cebinde olmasa da bir anda bulduğu maddi geliri, düşkün veya kimsesiz bir çocuk veya fakir bir kimseyle paylaşabilen, yani pek çok yönüyle etik bir karakterdir.
Eserlerinde çoğu zaman “güldürürken düşündürme sanatı”nın ilk üstatlarından olduğunu kanıtlayan Şarlo ve ona vücut veren Chaplin, esasen her hikâye ve filmin sonunda da 20. yüzyılın hızla değişen, gayri-insanileşen ve “hak” kavramından uzaklaşan modern dünyanın sert bir eleştirisini yaptığını da bu şekilde ortaya koymaktadır.
“Şehrin Işıkları” altında siyasi atmosferi koklayan usta bir komedyen
Yukarıda zikrettiğimiz başlıca filmleri ertesinde 1931 yılı başında seyirciyle buluşan “City Lights-Şehir Işıkları” filminde de anılan Şarlo karakterini, pek çok filminde olduğu gibi sokaklarda amaçsızca dolaşırken buluruz, bu defa çiçekçi bir kızla tanışır ancak kızın gözlerinin görmediğini fark edince, cebindeki son parayla kızdan bir çiçek alıp onu mutlu eder. Hikâye kısaca, Chaplin’in bu kıza âşık olması, toplumun daha varlıklı ama umutsuz yeni kesimleriyle tanışması ve bu zengin insanlardan toplayabildiği parayla görme engelli çiçekçiyi tedavi ettirmesi ve devamında, “Büyük Buhran” sonrası Amerika’sında toplumsal ve bireysel ahlak için anlamlı sahnelerle devam eder.
İşte, Ocak 1931’de “Şehir Işıkları” filminin vizyona girmesinin hemen ertesinde, takvimler bundan tam 94 yıl öncesini 1931 yılı Mart ayını gösterdiğinde Chaplin için önemli bir turne gerçekleşir. Hem bu yeni filmini tanıtmak hem de ABD dışından kendisine gösterilen ilgiye cevap vermek adına Chaplin başta tüm önemli Avrupa şehirlerini içeren önemli bir turneye çıkar. Zira, Şarlo karakteri bundan yaklaşık 17 sene evvel “Serseri” ismiyle dünyaya yayılmaya başladığından bu yana, herkes şapkalı bastonlu komik kıyafetli ama bir o kadar toplumsal ve idealist bu modern dönem Don Kişot’unu merak eder olmuştur.
Bu turne sonunda Chaplin için ise, Avrupa'daki pek çok lider ve yönetici kesim, kısacası siyaset gerçeği, artık yabancısı olduğu bir konu olmaktan çıkacaktır. Londra’dan Berlin’e, Viyana’dan Paris’e, Venedik’ten Napoli’ye önemli kültür merkezlerine ziyaretler devam eder ve Chaplin, dönemin aralarında Einstein’dan Gandi’ye ve Churchill’e kayda değer isimleriyle görüşmesinin ertesinde esasen dünyadaki siyaset ve kültür camialarını, hem de iki yıkıcı dünya savaşı arasında, bir araya getiren çarpıcı bir figür haline de gelmiş olur. Ayrıca bu temasları ve siyasi atmosferi kokladıktan sonra Chaplin, 1936 yılında, en meşhur filmlerinden modern 20. yüzyıl eleştirisi “Modern Times-Modern Zamanlar” ve 1940 yılında, yani tam da Nazi döneminin gücünün zirvesinde olduğu anda, usta bir faşizm kritiği olan “Büyük Diktatör-Great Dictator” filmini gösterime sokmuş ve ününe ün katmıştır.
İki kıvrak zekâ bir arada: Chaplin ve Einstein
Chaplin, 1931 Mart’ında Berlin’i ziyareti sırasında ayrıca, o dönem halen Alman vatandaşı olan ve Amerika’ya daha göçmemiş olan ünlü fizikçi Einstein’la da bir araya gelir. Fizikçinin Berlin’deki dairesinde düzenlediği özel doğum günü partisinde hazır bulunan Chaplin aslında ünlü bilim adamıyla bundan iki ay önce Los Angeles’ta gerçekleşen “Şehir Işıkları” filminin galasında ilk kez bir arada olmuştur. Einstein o dönem hayatta en çok merak ettiği kişiler arasında zikrettiği Chaplin’le bu görüşmesinde, kültür tarihinin akla kazılan şu diyalogluyla hafızalarda yer etmiştir:
Albert Einstein: “Sizin sanatınızda en çok takdir ettiğim şey evrensellik! Tek bir kelime bile etmiyorsunuz ama tüm dünya sizi anlıyor!”
Charlie Chaplin: “Doğru! Ama sizin ihtişamınız daha da yüce... Tüm dünya size hayranlık duyuyor; ancak kimse dediğiniz hiçbir şeyi anlamıyor.”
Bununla birlikte, yıkıcı sonuçları herkesçe görülen 20. yüzyıl modernizminin iki önemli temsilcisi olduğu akıllardan çıkmaması gereken, iki kıvrak zekâlı ve alanlarında “dahi” olarak nitelendirilebilecek bu iki önemli figürü de esasen fikirlerinden ve mensubiyetlerinden ötürü “sürgün” olarak adlandırmak mümkündür. Einstein, Nazi döneminde görüşleriyle ve kökeniyle hedef olmaktan kaçarak, yani bir bakıma Almanya’nın “sürgün”ü olarak, ABD’ye 1932 yılından sonra tamamıyla yerleşmiş ve doğduğu toprakların çok uzağında bilim tarihine adını yazdırmıştır.
Chaplin ise bir sonraki bölümde işleyeceğimiz üzere, çok popüler geçen dönemlerinden sonra, hayatının önemli bir kısmını Soğuk Savaş yıllarının gerginliğiyle paralel surette sanatı için en önemli yer olan ABD’den uzak geçirmek durumunda kalmıştır.
Soğuk savaş döneminde “Sürgün Bir Serseri”
Faşizm sonrası, Soğuk Savaş gerçekliği yaratılmış, ABD ve “Batı dünyası”na karşı “yükselen Komünizm” tehlikesi temel gündem maddesi haline gelmiş; oluşan bu yeni rekabet, sadece siyaseti değil, günümüze uzanacak şekilde pek çok farklı ülkede tüm sosyal ve kültürel dokuyu da etkilemiştir. 2. Dünya Savaşı’nın her ikisi de farklı kesimlerce “kahraman” görülen ABD ve Sovyetler gibi iki dev gücünden bir o kadar ideolojik iki ayrı kamp doğmuş ve böyle bir ortamda Chaplin gibi en azından bulundukları ülkelerin hâkim ideolojilerine “tezat” oluşturabilecek figürler, ister Amerikan ister Sovyet Rusya gerçekliğinde olsun, en “sakıncalı” kimseler haline gelmiştir.
İşte böyle bir ortamda, Cumhuriyetçi Senatör Joseph McCarthy’nin hedefindeki Chaplin’in 1948'de Federal Soruşturma Bürosu'nun (FBI) kara listesine girdiği ve Kongre üyelerinden de esasen bir İngiliz olan ve ABD vatandaşlığı dahi bulunmayan Chaplin'in ülkeden sınır dışı edilmesinin gerektiğinin sıkça dillendirildiği kamuoyuna yansıdı. 1952 yılında, İngiltere’ye tatile giden Chaplin ve ailesinin ülkeye giriş izni reddedildi ve ABD'ye dönmesi halinde gözaltına alınabileceği haberi geldi.
Böyle bir ortamda ise Chaplin’in, “Başkan, Hz. İsa bile olsa oraya geri dönmeyeceğim”, gibi esasen kendisinden beklenecek şekilde çarpıcı bir söylemle idealizmini ortaya koyduğu bilinmektedir. Bir daha ABD'de yaşamamış; ölünceye kadar İsviçre’de hayatını sürdürmüştür. 20 yıl sonra, 1972'de ABD'yi son bir kez, yani ölümünden 5 yıl önce Oscar onur ödülünü almak için, ama belki de kırgın bir şekilde, ziyaret etmiştir.
Halen feyz veren bir “Fikir Şövalyesi” veya modern bir “Don Kişot”
Sonuç olarak, başta Soğuk Savaş Avrupa'sından başlayarak tüm dünyadaki etkisini halen ilk sırada tutmayı şiar edinen ve kendini genel olarak “demokratik” normlarla açıklayan ABD gibi bir ülkede de Chaplin gibi esasen bu ülkeye ve genel olarak “Amerikalılık” kavramına başta sinema/kültür dünyasından başlayarak devasa katkılar sunan bir şahsiyet dahi, “söylenmeyen” ve belirli bir “ideolojik savaş”ın bir bakıma kurbanı haline getirilerek, "sürgün" ilan edilebilmiştir.
Ancak Chaplin’i Chaplin yapanın da belki Amerika veya İngiltere gibi yegâne bir ülke olmadığı da, yani “sanatın evrenselliği” de bu şekilde daha net anlaşılabilecektir. Aynı romanlardaki Don Kişot gibi idealist hayat penceresinden, kimilerine göre gerçeklerden koparak, yolculuğuna adeta bir “Serseri” gibi, daha doğrusu “Şarlo” olarak, devam eden Chaplin, bir bakıma, Don Kişot’un hikâyesindeki yol arkadaşı olan ve realist çıkarları ile gerçekleri göz ardı etmeyen ve tabii ki “kurnaz”, Sancho Panza haline dönüşmekle de içsel surette mücadele etmiştir.
Bu anlamda, özel hayatındaki düzensizlikler, evlilikler, kişisel serveti, beraber olduğu kişilere yaptığı haksız tavırlar gibi pek çok hususla halen çokça tartışılsa da Chaplin, soyut manada hayat verdiği karakterlerle, modernizmin somut surette kasıp kavurduğu ve tabi, dünya savaşlarıyla yıkıp geçtiği yıllarda, en azından fikirsel düzlemde önemli bir “şövalye” olarak benzeri mücadelelere feyz vermeyi sürdürebilmiştir.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.