
Cadı: Gürpınar’ın mizahı, pozitivizmin korku istihzası
Kadim kültürlerin ürettiği pek çok korku hikâyesi ve figürü vardır: Cin, peri, hortlak, cadı, vampir gibi. Ve bu anlatılar modern çağda pozitivizmle yıkılırlar, sert bir yumrukla. Bu yumruk bazen bir el şakası naifliğinde atılır, tıpkı Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Cadı” adlı romanında olduğu gibi…
İnsanlık olarak çağlar boyunca bilemediğimiz, ardını göremediğimiz pek çok şeye birbiriyle ilişkili olarak ya kutsiyet atfetmişiz ya da korku unsurlarıyla dokunulamaz, yorumlanamaz hâlde mitleştirmişiz. Hayatı ve hayatın bilemediğimiz yönlerini anlamlandırma çabamız; kültürlerimize yansımış, ritüellere dönüşmüş, masallara konmuş… Efsaneler, destanlar, halk hikâyeleri, hatta varoluş anlatıları doğmuş. Farklı kültürler birbiriyle etkileşime girmiş, birinin anlatısı diğeriyle birleşmiş ya da mücadeleye girişmiş, inanç hâline gelmiş, şifahi ya da yazılı olarak bugüne kendini miras bırakmış. Çağları aşıp gelirken modernizmin pozitivist düsturuna takılı kalmış ama yine kendisini kuracak temelleri elde etmeye çalışmış. Kültür, bu. Yani dönüşen, şekillenen ama köklülüğü itibarıyla özünü de derinlerde saklayan bir olgu. Hikâyelerin yerini argümanlar, inancın yerini tezler alırken; entelektüel ya da bilimsel çabaların ardında yine bilinemeyenler ya yüceltilmiş ya da farklı bir anlamda korkuyla süslenmiş. İkilikler dünyası bu sefer birbirine zıt gitmiş.
Bugün bilgiye çok hızlı erişebiliyoruz, doğru ya da yanlış. Belki hayatımızda eskisi kadar mitlerden fırlayan umacılar, öcüler, hortlaklar yok ama farklı veçheleriyle bizi korkutan bir sürü “gerçekliği meçhul” mefhum var. Hastalık, savaş, tehdit ve nefret sloganları (hakikaten tüm bu saydıklarımı kim ne şekilde ispatlayabiliyor ki?) manipülasyona açık bilgi havuzlarından sızarken; dönüşen bir kültürün korku figürleri kendini hâlâ yaratıyor. Korku, endişe insanlığın varlığı ile sabit… Gerçekliği bir temele otursun yahut oturmasın…
Entelektüelin kalemi: Aydınlanmanın diyalektiği
Bu kadim ve şekil değiştiren korkulukların kültürden ayıklandığı; toplumun bilime, mantığa, gerçekliğe, “aydınlığa” davet edildiği modern dönemin elbette anlatısı, kültürü farklı olacaktı. Coğrafyamız; modernizmle temas ettiği, düşünsel ve kültürel alanda dönüşmeye başladığı 19. yüzyıl itibarıyla pozitivizmin dünyasıyla da tanıştı. Bu tanışıklık tekniğin, metodolojinin (devlet yönetiminden iktidar araçlarına kadar), teknolojinin, bilimin ve bilimsel alanın yaratımındaki düşünsel alanın ne yeniden keşfiyle ne de yeniden yaratımıyla gerçekleşti. Bir ikiliğin, düalitenin doğuşunda yeniden konumlanmanın bir biçimiydi icat edilen; ileri, çağdaş, modern ile geri kalmış, iptidai, geleneksel olanın arasında belirlenen bir imajla. Bunun taşlarını örenler de entelektüeller, aydınlar oldu tabii. Edebiyat ve yazınsal evren; hepsiyle ilişkili olarak halka, topluma tutulan “aydınların meşaleleri” ile donatıldı, imajın ardındaki mantıksal, bilimsel, akla dayalı, modern normlar tanıtıldı. Osmanlı’da bu evrenin temsilcileri; önemli siyasi kırılmaların yaşandığı, modernist politikaların gündemde olduğu Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinin yazarlarıydı. Namık Kemal, İbrahim Şinasi, Ahmet Mithat Efendi, Recaizade Mahmut Ekrem, Şemsipaşazade Sezai’nin ardından Cumhuriyet’e değin devam edip bu evreni genişleten Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay, Mehmet Fuad Köprülü, Hüseyin Rahmi Gürpınar…
İsmini saymadığımız daha nice yazarlarla birlikte halka hurafelerden, ilme dayanmayan inançlardan, modern toplum normlarına uymayan geleneksel uygulamalardan uzak durmaları didaktik veya mizahi bir dille anlatıldı; modern toplum yaratıları sunuldu, aksayan ya da kabul buyurulan yönlerle birlikte. Toplumsal tabakalaşma (kölelik-cariyelik sistemi), sosyal ilişkiler (görücü usulü evlilik), alaturka-alafranga çatışması içerisindeki kimlik bunalımları (züppelik, sefahat düşkünlüğü) ya da hurafelerin hâkim olduğu inanç biçimleri genellikle toplumun bilinçlenmesi adına ele alınan konular oldu.
Hüseyin Rahmi Gürpınar da bu anlatımı mizahi yönde yansıtan önemli yazarlardan biriydi. Toplumun düşünce ve yaşam biçimlerini etkileyen birtakım kültürel unsurları, inançları ve hurafeleri esprili bir dille kaleme alıyor; okurlarını bu unsurların akla ve mantığa uymayan yönlerini görmeye davet ediyordu. Kuyruklu Yıldız Altında İzdivaç (1910), Cadı (1912), Gulyabani (1913), Efsuncu Baba (1921) bu eserlerden en bilinenleriydi kuşkusuz. Ve çoğunda kültürün geleneksel ve modern unsurları mizahi bir dille eleştiriliyor, tenkit edilip ideal olanın felsefi ve ilmî tasviriyle okur “doğru”ya yönlendiriliyordu. Özellikle de toplumun nabzını tuttuğu mahallesinde kulaktan kulağa anlatılan fizikötesi hikâyeler, Gürpınar’ın amacı için oldukça uygun nüveler taşıyordu. Modernist normlara uymayan, cahilane bulunan bu figürler; idealin anlatımı, doğrunun tarifi adına bir merak unsuru olarak Gürpınar tarafından kullanılacaktı. Böylelikle umacılar, büyücüler, cinler, periler, hortlakların, yani fizikötesindeki tüm soytarıların maskesi, Gürpınar’ın dahiyane kurgusuyla düşürülecek; dolayısıyla toplum akıl, bilgi ve mantığın izinde bu tür inançlardan kurtarılıp ilerlemenin önündeki engeller aşılabilecekti. Gelelim, bunun eğlenceli bir örneğine…
Cadılığın izahı: Hortlağın serüveni
TDK cadıyı “geceleri dolaşarak insanlara kötülük ettiğine inanılan hortlak” ve “kötülük yaparak başkalarına zarar veren kadın” olarak tanımlıyor. Bu tanımlama mitsel bir anlatının ardında elbette cinsiyetçi. Tanımlama kadar geçmişi de öyle tabii… Önce dilimize yerleşen tanımlara bakalım. Pertev Naili Boratav’a göre kelime, etimolojik açıdan bize Farsçadaki “câdû”dan geliyor ve Batı’daki yerleşik olarak kabul edilen “cadılık” inancından farklı olarak “hortlak” ve “hayalet” anlamında kullanılıyor. Ferit Devellioğlu ise “câdû” kelimesini anlamsal derecelerle şu şekilde açıklıyor: “Cadı, büyücü”, “gulyabani, hortlak, karakoncolos, vampir”, “çirkin kocakarı”, “çok güzel söz”… Devellioğlu’nun yaklaşımından anlayacağımız üzere cadı, doğaüstü korku figürlerinin genel adıymış gibi değerlendiriliyor. Fakat halk anlatılarına bakıldığında ve Türk kültüründeki yeri incelendiğinde Batı kültürünün, özellikle de Doğu Avrupa kültürünün etkili olduğunu ve “vampir” tanımının bizde kullanılan “cadı” tanımıyla daha çok örtüştüğü görebiliriz. Zira pek çok farklı tanım, farklı inanış biçimleri yer alıyor dağarcığımızda.
Osmanlı döneminde bu tanımla resmî olarak tanışmamız 16. yüzyılda gerçekleşiyor, Avrupa’daki cadı avlarıyla örtüşen zamanlarda yani. Anadolu ve Balkan coğrafyasında yerel korku unsurları olan karakoncoloslar, çarşamba karıları, albastılardan çok da farklı bir perspektife oturmuyor ama kültürel etkileşimin bir sonucu olarak dönüşerek mitsel bir çerçevede anlatıma yerleşiyor. Örneğin 17. yüzyılın önemli seyyahı Evliya Çelebi, Seyahatname'sinde Çerkezler için açtığı özel başlıkta “obur” denilen bir yaratıktan bahseder. Söz konusu yaratıklara Abaza ve Çerkez toprakları arasındaki Obur Dağı bölgesinde tesadüf ettiğini söyleyen Evliya Çelebi, bunların “obur tanıtıcı” denen ihtiyarlar tarafından mezarlarının tespit edilip göbeklerine kazık saplanarak ve daha sonra yakılarak ortadan kaldırıldığını not eder. Anlattığına göre şevval ayının yirminci gecesinde yüzlerce obur uçarak birbirleriyle savaşa tutuşmuş ve ortalığı sağır edici bir gürültü kaplamış, gün doğana kadar süren bu savaşın neticesinde de havadan yere keçe, sırık, küp, tekne gibi eşya parçalarıyla birlikte insan ve at uzuvları düşmüştür. Bu olayı tarif ederken Evliya Çelebi, “Meğer obur demek şehhâr câzûlara derlermiş” şeklinde bir detay verir. Hatta onları “karakoncolos” olarak tarif eder ama onun tabirinde karakoncolos da câdûnun ta kendisidir.
Tanımlar ve inançlar dediğimiz gibi birbirinden farklı. Yüzyıllar sonra halk bilimci Pertev Naili Boratav’ın araştırmalarına göre “karakoncolos” zemheride ortaya çıkar ve cadıdan oldukça farklıdır. Karakoncolos zemheride evdeki yiyeceklere zarar veren, hastalıklara ve donmalara sebep olan yaratıkken; cadı mezarlardaki taze cesetleri yiyerek beslenen hortlayan bir ölüdür. Bu bağlamda Avrupa’daki büyücü cadılardan farklı olarak vampir inancına daha yakındır. Zira Avusturyalı dil bilimci Franz Miklosich, “vampir” kelimesinin Türkçe kökenli bir kelime olduğunu, Slav dillerinde “upior”, “opry”, “opir”, “upir” gibi versiyonlarının cadı manasındaki “uber” kelimesinden geldiğini iddia eder. Bunun gibi iddiaların yanı sıra, genel kabul kelimenin Slav kökenli olduğu yönündedir. Fakat bu iddiaların tamamı; dilin, inanışların, halk hikâyelerinin, mitolojinin ve genelde kültürün ne kadar etkileşime açık olduğunu gösterir.
Osmanlı’nın geniş coğrafyada hâkimiyet kurması, toplumsal hareketlilik içinde bu kültürel unsurların yayılmasına olanak tanır bir bakıma. Macaristan’da, Sırbistan’da, Anadolu’da anlatılan hikâyelerde kahramanlar birbirine aşinadır o yüzden. Örneğin Sırbistan’ın Ibar Valley bölgesinde Sırplar arasında hâlâ anlatılagelen bir cadı hikâyesinde, kahramanlardan biri Ali Ağa adında bir Türk’tür. Karısını cadılıktan kurtarmaya çalışan Ali Ağa’nın hikâyesi sadece Sırpların anlatılarında kalmaz, hikâyeler dönüşse de cadılıktan kurtarılmayı bekleyen insanoğlu geniş bir coğrafyada farklı isimlerde çare aramaya devam eder.
İşin ilginç tarafı; bu anlatıların halk inancından öteye gitmesi, resmî kurumlarca kayda geçen vakıalar olarak da karşımıza çıkmasıdır. Örneğin 16. yüzyılda yaşamış Edirne Kadısı Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin cadılığa yönelik üç ayrı fetvası bulunması, devlet tarafınca hem bu gibi durumların gerçek olma ihtimalinin göz önüne alınması açısından hem de hukuki bir yaptırım izni verilmesi açısından oldukça dikkat çekicidir. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde bu fetvaların hikâyesini anlatır. Onun aktardığına göre Edirne’de iki ayrı cadı vakası yaşanır ve ne yapacağını bilemeyen halk dönemin Edirne Kadısı Ebussuud Efendi’ye müracaat eder. Ebussuud ise verdiği fetvalarda olayın olduğu gün mezara gidip cesedin kalbine ıslak bir kazığın saplanması gerektiğini, işe yaramazsa başının kesilmesini, hâlâ sorun devam ediyorsa cesetin yakılmasını söyler. Bu inanışlar ve uygulamalar İslam’ın normlarına ve kurallarına elbette uymaz. Fakat örfi inançların baskınlığı göç gibi sorunlara yol açabileceğinden Ebussuud gibi bazı şer’i yönetimin hukukçuları da bu anlatıları göz ardı edemez ve benzeri kararlar alırlar.
Resmî olarak kamuoyuna duyurulan böyle birkaç olay daha vardır. Örneğin Takvîm-i Vakayi’nin 12 Cemâziyelevvel 1249 (6 Ekim 1833) tarihli nüshasında yer alan habere göre Bulgaristan’ın Tırnova kasabasında bir cadı avı gerçekleşir. Tırnova Naibi Ahmet Şükrü Efendi’nin aktardığına göre bazı görünmez yaratıklar evleri basmış, insanlara saldırmış; korkuya ve paniğe kapılan iki mahalle halkı da başka yerlere taşınmak zorunda kalmıştır. Bu görünmez yaratıkların ise “cadı” ya da diğer adıyla “hortlak” olduğuna karar verilir ve Cadıcı Nikola denen bir gayrimüslimin yardımına başvurulur. Tırnova Mezarlığı’nı gezen Cadıcı Nikola, eski iki yeniçeri mezarının açılmasını ister ve karşılaşılan manzara herkesi dehşete düşürür. Zira bedenleri büyümüş, saçları ve tırnakları uzamış, gözleri kan dolmuş bu cesetler; kötü ruhun etkisinde olduklarının kanıtı olarak orada uzanmıştır. Cadıcı Nikola önce bu cesetlerin karınlarına kazık saplayıp üzerine kaynar su döker fakat işe yaramayınca yakılmalarının daha doğru olacağını söyler. Yakılmalarında bir beis olmayacağını bildiren fetvayı da aldıktan sonra bu cesetler yakılır. Böylelikle de Tırnova halkı cadı sorunundan kurtulur.
Takvîm-i Vakayi böyle pek çok haber yapar. Bu tür haberlerden bağımsız olarak tarihçi Ahmed Lütfi Efendi’nin de aktarımları oldukça ilginçtir o dönemde ve sadece Osmanlı’da değil, Avrupa’da geçen vakaları da dile getirir. Örneğin Fransa’da 88 yaşındayken vefat eden bir kadının karnında otopsi esnasında 50 yıl önceden kalma bir ceninin bulunması ya da üç günlük bir cesetin gömüleceği sırada ayağa kalkmasını tıbbi bir hadise olarak yorumlamak yerine doğaüstü olaylar olarak hikâyeleştirmek daha cazip görünür Ahmed Lüfti Bey’e. Maalesef bu, korku kültürünün yanı sıra tıbbi bilginin de yetersizliğiyle ilgilidir. Benzeri olaylar için toplumun tıp ve anatomi bilgisinin yetersiz düzeyde oluşu doğaüstü açıklamaları da beraberinde getirir. Ahmed Lütfi Bey’in hitap ettiği de bu açıklamalara başvuran popüler anlatı geleneğidir. Fakat dönem, artık modern çağdır ve her şeyin fennî ve mantıklı bir açıklaması, izahı vardır. Birilerinin de Ahmed Lütfi Bey’den farklı olarak bilimin ve mantığın izinde bu gibi olayların arka yüzünü göstermesi gerekir. Bu görev de toplum için yapıt üreten Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi dönemin entelektüellerine aittir elbette. Ama şüphesiz mahalli dili eserlerine ustalıkla taşımasıyla toplum tarafından beğenilen Gürpınar, diğer yazarlar arasından sıyrılır.
Gürpınar aynı hikâyeler içerisinden duyar cadıyı; bazen sokaktan geçen bir adamdan, bazen misafirliğe giden bir hanımnineden dinletir bize. Fakat korkutmaz bizi; mantıkla örülü gerçekliğe kavuşturup kalemiyle cadının yüzyıllara dayanan personasını yıkarak kahkaha attırtır hatta.
Hanımnine merakı ile ispritizma şaşırtmacası arasında
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1912’de tamamladığı Cadı adlı romanını ilk olarak tefrika ettirir, ardından da 1914’te Matbaa-i Hayriye Şürekası’nda bastırır. Kitabın tamamlandığı yılda yaşananlara baktığımızda 2. Abdülhamit dört yıl önce 1908’de tahttan indirilmiş, Meşrutiyet ilan edilmiş, Sultan Mehmet Reşad payitahtın başına geçmiş, İttihat ve Terakki hükûmette yönetimi ele almıştır. Dolayısıyla uluslararası ilişkilerdeki çıkar çatışmaları, savaşlar, isyanlar, uluslaşma, modernist politikalar, merkezî otoritenin sağlanması adına alınan kararlar Osmanlı coğrafyasının gerilimli gündemini oluşturur. Kitabın basıldığı tarihte de Birinci Dünya Savaşı henüz başlamıştır. Böyle bir atmosferde entelektüel/aydın kimliğiyle bir şeyler söylemek hem risk hem de toplumsal şuur adına elbette önem arz eder. Bu şuur, bahsettiğimiz üzere Batı’nın akla, bilime dayalı pozitivist zihin olmalıdır. Gürpınar’ın amacı da doğrudan bu şuuru geride kalmaya sebep olan mahalli olaylar aracılığıyla açmak; modern topluma giden yolda engelleri aşarak insanları “yüksek felsefe”nin gerçekliğine eriştirmektir. Zaten bu amacını Şekâvet-i Edebiye’de yazdığı bir anekdotta “Ben her eserimde kari’lerimi, avamî şathiyyat [eğlenceli fıkralar] arasında yüksek felsefeye doğru çekmeye uğraştım” diyerek belirtir. Cadı da içinde bu eğlenceli fıkraları barındıran ve içten içe halkı “kandıran”, “aldatan” hurafelerin gizemini ortadan kaldırarak gerçeği gösteren romanlarından biridir. Peki ne anlatır bu roman?
Roman, genç yaşta dul kalmış bir kadın olan Fikriye Hanım’ın orta yaşlı, zengin biri olan Naşit Nefi Efendi ile evlenmeye zorlanması üzerine Naşit Efendi’nin ölen ilk eşi Binnaz Hanım’ın cadı olarak geri dönüp köşke musallat olduğu söylentilerinin artmasını konu alır. Fikriye Hanım, genç yaşta eşini kaybetmiş ve küçücük çocuğuyla kimsesiz kalması sebebiyle dayısının yanına sığınmış bir hanımefendidir. Yengesinin bir an önce baş göz etmek istemesi sonucu pek çok kez boşanmış bir adamla nişanlandırılmak üzeredir. Nişanlanacağı adam Naşit Nefi Efendi’nin namı ise pek iyi değildir ve nişan haberi ahaliye yayıldığında nama sebep olan olaylar Fikriye’nin kulağına gitmeye başlar. Endişelenmemek elde değildir. Bu kaygı ve merak hâline Fikriye ile birlikte okur da çekilir içten içe. Dedikoduların aslı astarı öğrenmek istenir ve olayın bizzat şahidi olan Naşit Nefi Efendi’nin boşandığı eşlerinden Şükriye Hanım’ın kapısı çalınır. Fikriye’nin eşliğinde okur olarak Şükriye Hanım’ın evine konuk oluruz biz de ve yaşadığı hatıralara birlikte dalar, bu gizemi birlikte çözmeye çalışırız.
Şükriye Hanım anlatır: Binnaz Hanım’ın cadı olarak hortlayarak Naşit Nefi Efendi’nin yeni eşlerine dadandığını, hatta bir eşinin de köşkün taşlığında bu musallat esnasında korkarak vefat ettiğini zaten duymuştur. Fakat aklı başında bir kadın olarak Şükriye Hanım bunlara inanmakta güçlük çeker. Naşit Efendi’nin Binnaz Hanım’dan olma iki tane de çocuğu vardır. Ev halkı tarafından da bilindiği üzere çocuklar, cadı anneleri tarafından bu eşlerden korunmaktadırlar. Şükriye Hanım hem bir annenin korumacılığı hem de bir eşin kıskançlığı tehdidi ile karşı karşıya olduğunu sadece zaman içinde anlayacaktır. Naşit Efendi de başta bu inanışa kulak asmaz fakat taze evlilikleri garip olaylar neticesinde yürüyemeyince, eski eşinin bir türlü yakasını bırakmayacağını idrak edip kendini bu hurafenin başkahramanı olarak bulur. Vefat eden eşinden kıskançlıkla, kızgınlıkla dolu mektuplar alır. Binnaz’ın ona emanet ettiği mücevherler, nasıl açılacağı sadece Naşit tarafından bilinen kutudan bir uyarı mesajıyla kaybolur. Birçok olayla birlikte öte âlemden dünyaya sırf bunun için yolculuk eden Binnaz Hanım’ın tehditleri taze çifti fazlasıyla korkutur. Kâh buna karşı çıkarlar kâh umursamazlar. Hortlak onları sınava sokar, onlar hortlağı denediğini düşünerek oyunlar oynarlar. Ama eninde sonunda korku galip gelir. Zira Binnaz Hanım hortlayarak artık varlık emareleri göstermekten ziyade doğrudan Şükriye Hanım’ın karşısına çıkar. Bir zamanlar çekilmiş fotoğrafının bire bir aynı sıfatıyla…
Bu durum, önceleri Şükriye Hanım’ın bu meselelere herkesten daha şüpheci bakan babası tarafından oldukça garipsenir. Zira öte âlemden bir ruh illa hortlayıp gelecekse bu gücünü neden sadece böyle saçma meseleler için kullansın ki… Böyle bir güç elde edilebiliyorsa, evvela bilim insanı sıfatındakiler hortlamalı, dünyaya hizmete devam etmelidirler. Bu kudrete sadece kadınların kocalarına musallat olmak için sahip olmaları ilginçtir ve mantıksızdır. Bu düşüncesi önce ispritizmacıların evdeki toplantısında biraz sarsılır, ardından da kızıyla yaptığı oyun neticesinde Binnaz Hanım’ın zatını görmesiyle tamamen yok olur. Mantıkla yaklaşan tek kale kaybolur.
Şükriye Hanım her yolu dener evliliğini bu cadıdan kurtarmak için. En sonunda Avrupa’dan bu işin ilmini öğrenen, uzmanlaşan ispritizmacılardan yardım almaya karar verirler Naşit Nefi Efendi ile birlikte. Ruhları ancak ruh bilimci anlayabilir diye düşünürler. Hanımninelerin inandığı hurafeler, sadece kılık değiştirerek yeniden önlerine sunulunca, yani bilimsel olduğu iddia edilen açıklamalarla süslenince inanmanın dürtüsü daha da kuvvetlenir böylelikle… Gürpınar, tüm bunları tarafları konuşturarak düşündürür, kahramanların olayları sorgulatışı bizi de aydınlatır fakat aldanışları biraz hayal kırıklığına uğratır. Gürpınar’ın bilimsel hurafelerin de arka yüzünü göstereceği an beklenir.
Yüksek felsefenin ruhlarla dansı
Bir ispritizma cemiyetinin reisi ile görüşülür hemen, durum anlatılır ve reis cadı dadanmış köşke davet edilir. Bir ruh çağırma seansı ile Binnaz Hanım’ın bu musallat olma sevdasından caydırılacağı düşünülür. Bu görüşmeden üç gün sonra yarısı Frenk, yarısı Türk yedi-sekiz kişi gelir eve ve masa kurulur. Toplantıya Naşit Nefi Efendi ile birlikte iştirak eden kayınpederi henüz ruh çağırma seansı başlamadan, bu durumun halkın inandığı hurafelerden çok da farkı olmadığını dile getirir. Gürpınar’ın dilinden dinler gibiyizdir kayınpederden çıkan sözleri:
“Efendim, memleketimizde cinci hocalar çok eskiden beri bu özel ‘davet’ tabirini kullanırlardı. Birtakım saf yürekli ihtiyaç sahiplerinin ellerindekini, avuçlarındakini bu davetlere harcadıkları hâlde içlerinden maksadına nail olanı hemen hiç görülmemiştir. Eski cincilerin yerine şimdi ispritizma, manyetizma, hipnotizmacılar çıktı. Öncekiler cinleri, perileri çağırırlardı. Bu şimdikiler ruhları çağırıyorlar. Yine o zahmet, yine o davet. Fakat lütfen geldikleri haber verilen yüce davetlileri ortada gören yok. Hep laflar o laf… İddialar o iddia… Yalnız sözün kılığı değiştirilmiş. İsimler değiştirilmiş.”
Gürpınar’ın da zira ispritizmayı, yani spiritüalizmi konumlandırdığı yer tam olarak böyledir: Modern cincilik. Bu yüzden sorgu mekanizmalarını bu cümlelerle açmaya başlar kayınpeder vasıtasıyla. Ardından da sorgusunu mantık çerçevesinde devam ettirerek ispritizma reisini sorularıyla sıkıştırır. Bu reisin belirttiğine göre ispritizma (spiritüalizm) ruhçuluğu ifade eder ve temellendirdiği birkaç ilkeyle kendisini açıklar. Öncelikle ruh, bedenden ayrı olarak da bir varlıktır ve henüz “bilim tarafından bilinemeyen” yetilere sahiptir. Bu yüzden bedenin ölmesinden sonra farklı âlemlerde ruh varlığını devam ettirebilir. Ayrıca her ruh -farklı derecelerde de olsa- tekâmül edebilmektedir ve dünyadaki diğer bedenli ruhlarla iletişim hâlindedirler. Ve bu iletişimi sağlayanlar da bu ispritizma reisi gibi medyumlardır. Peki, bu iletişim çabası nedendir? Naşit Efendi’nin kayınpederi gayet makul soruları sıralar:
“Yaratılış, sırlarını bize pek pahalıya ödetiyor. Öyle isprit masası başına oturup tıkırtıları sayarak bugünden, gelecekten sırlar almaya uğraşmak saflıktır. Mademki bize meçhulden haber verecek iyiliksever ruhlar varmış, niçin bunları çağırıp da ‘Oğlum sınavdan geçecek mi?’, ‘Bu sene maaşım artacak mı?’, ‘Karım kız mı, oğlan mı doğuracak?’ türünden çocukça şeyler sorayım? Çözülecek ne mühim sorular var. (…) Emin olun reis efendi, bilimsel bir sırrı bulmak için senelerce zihin yormak, hayatı tüketmektense sekiz-on kişi bir masanın başına geçerek ruhlardan gelecek cevabı sessizce beş-on dakika beklemek yorgunluksuz bir iştir.”
Her ne kadar reis Crookes, Varler, Morgan gibi isimlerin düşünceleriyle argümanını dayatmaya çalışsa da kayınpeder haklıdır. Haklıdır fakat seans başladığında sürnatural tecrübe yaşadığını kabul etmeye meyilli olacak, deneyim ile manipüle edilecektir. Zira ruhlar çağrılır, icabet edenler orada bulunduklarını kanıtlayıcı emareler gösterirler. Bu konuklar, katılımcıların inancını pekiştirmek için oradadırlar ve asıl merak edilen kişinin davetine hazırlarlar ortamı. Nihayet Binnaz Hanım, toplantıya gelmeye ikna edilir. Masadaki manyetik düzenekten gelen titreşimlerle gerçekleşir iletişim. Nazlanır biraz Binnaz Hanım ama kendisine yöneltilen pek çok suçlamayı da defaatle ve garip bir şekilde samimiyetle reddeder. Bir sırrı vardır ve onu söylemek istemez.
Bu sır, Şükriye Hanım ile Naşit Nefi Efendi’nin evliliklerinin sonuna sebep olur maalesef. Bilinmezlik, endişe ve korku, doğru düzgün kurulamayan bir yuvayı darmadağın eder. Uzun bir müddet çözülemez bir hâlde bırakır karmaşıklığını, zamana yayar. O esnada Şükriye Hanım boşanmasının ardından başkasıyla evlenir, Fikriye Hanım nişanı kabul etmez. Seneler geçer, hiçbir kadın Naşit Nefi Efendi’nin izdivaç teklifine olumlu yanıt vermez. Çocukları evlenir, barklanır, köşk yıkıcılara verilir. Bu süre zarfında cadı o günlerdeki gibi hortlayıp gelmez hiç. Naşit Nefi Efendi yalnızlıktan çıldırıp bari cadı karısıyla gününü geçirmeyi dilese dahi bir varlık hissiyatı duyamaz bir türlü. Sır sessizliğe bürülüdür.
Mantıklı açıklama: Gerçekliğin kendisi
Olay Naşit Nefi Efendi’nin ölümden önce son yıllarında çözülür, sır açığa çıkar. Nefsinin kuruduğu bu yıllarda gerçeği öğrenmek ne kadar umurundadır Naşit Efendi’nin tabii o tartışılır. Komşu evin hanımı ile Binnaz Hanım’ın yakın dostluğu, iki komşunun birbirine verdikleri söz, ispritizmaya duydukları ilgi ve nihayet evin heykeltıraş oğlunun yaptığı masklar garip olayların gerçek yüzünü ortaya serer. Gerçeklik, Gürpınar tarafından kasıtlı olarak basitliği ve gülünçlüğü ile sunulur hikâyede. Çünkü amaç, geleneksel ile modern hurafelerin gerçeklikten ne kadar uzak, karmaşık, bilinemez, dolayısıyla varlığı kanıtlanamaz olduklarını gün yüzüne çıkarmaktır.
Gürpınar birkaç sene sonra yayımlayacağı Gulyabani için böyle hikâyelerden hoşlanan bir hanımnine okuruyla mektuplaşırken, bu mevzuya bakış açısını şöyle ifade eder: “İnsana çeşit çeşit cilveler gösteren bu hayat, şimdiye kadar beni bir dev, gulyabani, bir çarşamba karısı görme veya onlarla sohbet etme saadetiyle şereflendirmedi. Böyle bir lütuf göstermedi. Talihin bu müsaadesine ulaştıklarını yeminlerle temin eden bazı kimselere tesadüf ettim. Bunlar cin, peri, cadı, hatta gulyabani gördüklerini bütün ciddiyetleriyle iddia ediyorlar. Fakat bu kişilerin samimi ifadelerine rağmen sözlerine inanamadım. İçlerinde yalan söylemeyecekler de var. Bu gibilerin ani bir göz yanılgısına uğramış olduklarını düşünmekte tereddüt etmem. Matbuat özgürlüğünden sonra ispritizmaya ve ruhlarla münasebete dair birçok eser yayımlandı. Tuhaf varlıklara karşı daima rağbet gösteren halk, bu eserlerden bekledikleri gönül şifasına eremediler.”
Onun için cadıya, cine, periye dayanan korku figürleri de spiritüalizm de hurafelerden ibarettir. Biri avamın, diğeri entelektüelin hobisidir. Bilinmezliğin cazibesiyle kültürel ve modern açıklamalar arasında gelip gitmeye açık bir kaygan zeminin işaretidir bu. Keza Gürpınar, Cadı romanıyla da bu zemini çok iyi resmeden bir sahne yaratır. Bu sahnede hortlayan, kaybolan, konduğu yere musallat olan ruhlar; mantığın ve hakikat bilgisinin ışığında rezil olurken; mektuptaki hanımnineler gibi bu kültürü besleyen sözlü kültür üreticileri veya dönem dönem başa bela olan spritüalistler kendilerine başka bir yol bulmaya çalışırlar. Zira kültür, asırlarca doldurduğu alanın yıkılıp boş kalmasına müsaade etmez, gerek geleneksel gerekse modern mitlerle yeni hikâyeler üretmeye devam edecektir. Gürpınar gibi nice entelektüel, kalemiyle zihinleri dürtse de…
Kaynakça
Berna Moran. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış. İletişim Yayınları: 2016.
Berna Moran. “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Roman”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi (409-418). İletişim Yayınları:1985.
Hüseyin Rahmi Gürpınar. Cadı. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: 2024.
Hüseyin Rahmi Gürpınar. Gulyabani. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: 2022.
Zeynep Aycibin. “Osmanlı Devleti’nde Cadılar Üzerine Bir Değerlendirme”, OTAM Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi 24 (2008): 55-70.

Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.

Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.