Bir özne inşasının filmi: Blue Velvet
David Lynch’in esrarengiz filmlerinden biridir Blue Velvet. İç karmaşanın, bireyin özne inşası sırasında yaşadığı aşamaların, iyi ve kötünün birbirine geçmiş sorunsallarının bir merak unsuru etrafında nasıl psikanalitik imgelerle beyaz perdede işlenmiş olduğunu inceliyoruz.
Gerçek ile rüya arasında, bilinç ile bilinçaltı arasında gidip geldiğimiz bir yaşam düzleminde ilerliyoruz. Doğum anımızdan ölümle nefesimizin sonlanmasına kadar süren bir izlek… Zamansallığın bu lineer gidişatında kendimizi bulmamız, keşfetmemiz çeşitli aşamalarla gerçekleşir; bazen bu aşamalardaki aksaklıklar, eksik ya da anlamlandırma farklılıkları davranışlarımıza, kendimizle ve toplumla kurduğumuz ilişkilere yansır. Nitekim psikanalitik kuramın kurucusu Freud’a göre kişiliğimiz, psikoseksüel gelişim sürecine paralel olarak şekillenir. Beş aşamaya ayırdığı bu süreçte birey Freud’a göre kendini ve çevreyi haz odaklı bir algılama biçimine sahiptir. Bu psikoseksüel süreç Freud’un teorisine göre oral, anal, fallik, latent ve genital olmak üzere beş aşamadan oluşur. Bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışı unsurlar da söz konusu aşamalar esnasında bir biçime oturur. Kişiliğimiz; arzularımız ve bu üç unsurun çatışmasıyla ya da dengesiyle kendini yaratır. Hayatı ve kendimizi yaşama biçimimizi tüm bu süreçler etrafında anlamlandırmaya başlarız.
Birbirine geçen kurgular, yorumlar, kavramlar
Hayata ve insana dair realiteyi, fantezi ve arzuları sadece kendi yaşam tecrübemizden değil; kültürel kodlarımızda, sanatsal üretimimizde de kendini gösterir. Bireysel ve toplumsal meselelerimizi, derdimizi sanat ile imgeler; görsel veya işitsel açıdan temsil edilen imgeleri diğer insanların anlam dünyasına sunarız. Bir okur, dinleyici ya da izleyici olarak ise tüm bu deneyimler hem ortak bir dünyayı hem de bireysel kodlarımızı anlamamızda bizi bir keşfe çıkarır. Bir müzik, metin ya da film bu noktada kendi deneyimlerimize açık bir keşif alanı bırakır; eserin izin verdiği ölçüdeki açıklık; alımlama, yani yorumlama biçimimizle eseri yeniden oluştururuz. Zira yorumlamalar; Umberto Eco’nun da belirttiği üzere eserin, sanatçının ve alımlayıcısının niyeti arasında kurulan bağlamla yaratılır; bu niyetleri anlamak ve anlamlandırmak ise her bireyde farklılaşacağı için sınırsız, dolayısıyla sayısızdır. Salt bir yorumlama biçimini yok eden ve zenginleştiren bir sanatsal anlam dünyasına işaret eder bu durum.
Sanatın bıraktığı açıklıklığı ise görsel ve işitsel alanın sağladığı birliktelikle sinema; daha etkili bir şekilde kullanma imkânına sahiptir. Zira sinema gerçek ile düş arasındaki muğlaklığı birbirine örerek inşa ettiği kurguyla izleyicisini bilinç ve bilinçaltı dünyasında bir yolculuğa çıkarır; gösterilen, duyulan her şey, bu izlek üzerinden kurgulanır, algılanır. Yaratıcısının zihninden çıkan tüm izler, bizim anlam dünyamıza bırakılarak bir bulmaca gibi bulunmayı bekler. Bunun en sarsıcı örneklerini, ünlü yönetmen David Lynch’in filmlerinde görüyoruz. Senaryo, sahne tasarımı, renk ve ışıklar; Lynch tarafından özenle ayarlanır; kurulan her düzen, her ayrıntı düalite olarak var sayılan kavramların iç içe geçen yapılarını vurgular. Blue Velvet filminde olduğu gibi…
Lynch’in Mavi Kadife’si
David Lynch, 1986 yılında yazıp yönettiği ABD yapımı Blue Velvet filminde Lumberton kasabasına gelen Jeffrey’in bahçede kesik bir kulak bulmasıyla gelişen olayları aktarırken bireyin ve toplumun bilinçaltını irdeler. Bunu renklerle, müzik ve seslerle, diyaloglarla, gösterdiği nesnelerle, yaptığı sahne tasarımlarıyla izleyicisine sunar. İlk dakikalarda dahi bu tasarımları gözlemleyebiliriz. Filmin ilk sahnesi parıldayan mavi gökyüzünün, beyaz çitlerin önünde serpilmiş kırmızı güllerle olan birlikteliğiyle açılır. Ardından kamera, mutlu ve heyecanlı bir şekilde yolun karşısına geçen çocuklara yönelir; kırmızı bir itfaiye arabası, mavi üniforma giyen itfaiye görevlisi ve dalmaçyalı köpek belirir birden. Huzur ve neşe içindeki bir Amerika kasabası görüntüsünü verir bu sahne. Renkler de ABD bayraklarıyla aynıdır; vurgulanan yıllarca inşa edilen bir rüyanın imgeleridir. O esnada Jeffrey’in babası bahçede çimleri sulamaktadır; hortum bir fallus imajı yaratır, iktidarı elinde tutan “baba”, yani yöneticidir. Aniden fenalaştığını, kalp krizi geçirerek yere yığıldığını görürüz. Otorite figürü yıkılmış, Amerikan rüyası sona ermiştir. Kamera çimlerin arasında dolanan böceklere odaklanır; sonraki sahnelerde bir kulağın içinden çıkar kamera, ya yer altına (bilinçaltına) iner gibi ya da ana rahminden doğar gibidir. Karanlığın, kötülüğün, şiddetin ve çirkinliğin de bulunduğu gerçek dünyaya Jeffrey ile birlikte dâhil oluruz.
Bahçede kesilmiş, kastrasyona uğramış bir kulakla karşılaşırız ve olay örgüsü burada başlar. Jeffrey babasını ziyaret etmesinin ardından bir bahçede bu kesik kulağı bulur, onu polis memuruna götürür. Bu keşfe dair detayları polis memurunun evinde anlatır ve oradan ayrılırken konuşmalarını dinleyen polisin kızı Sandy ile tanışır. Birlikte yolda yürürlerken olay hakkında fikir yürütmeye başlarlar. Sandy, yakın evlerden birinde oturan Dorothy adındaki şarkıcı bir kadınla olayın ilgili olabileceğinden bahseder ve böylece gizemin peşine düşerler; birlikte kadının evine girme planları yaparlar. Sonraki gün Jeffrey ile Sandy beraber şarkıcının oturduğu apartmanın önüne gelirler; Jeffrey ilaçlamacı kılığında kapıyı çalar ve içeri girer. İlaçlama bahanesiyle mutfağa girdiğinde bir anahtar bulur, Dorothy çalan kapının ardındaki sarı takım elbiseli adamla konuşurken gizlice alır anahtarı ve çıkar oradan. İlerleyen sahnelerde bu anahtarla yeniden girecektir eve.
Oidipus karmaşası…
Bir sonraki görüşmelerinde Jeffrey ile Sandy The Slow Club’a giderler; sahneye Dorothy Vallens çıkar. Dorothy, Blue Velvet şarkısını söylerken mavi bir ışık vurur üzerine. Mavi ışık hem şarkıya ithaftır hem de Dorothy’in hikâyesine. Çünkü mavi hem şehvetin hem de karanlıkta kazanılan paranın rengidir. Şarkı tamamlanmadan çıkarlar oradan, Sandy Dorothy’in evinin önünde arabada beklerken Jeffrey de eve girer. Evin içinde dolaşırken tuvaleti kullanır; Dorothy’in eve girmekte olduğunu haber vermek için kornaya basan Sandy’in uyarılarını duymaz sifon sesi sebebiyle. Kapıdan içeri girmek üzere olan Dorothy’i fark edip giysi dolabının içine saklanır. Dorothy ışıkları yakar, çalan telefona cevap verir, panik içinde Don isminde birini (muhtemelen oğlunu) sakinleştirmeye çalışır ahizeden konuşurken, telefonu “Anneciğin seni seviyor, Frank efendim” diyerek kapatır. Banyoya girer ve çıktığında üzerinde mavi kadifeden bir sabahlık vardır. Jeffrey dolabın içinden bir şey düşürünce Dorothy duyar bu sesi, korkuyla bıçağa sarılarak dolabı açar. Jeffrey’i görünce sorular sorar, onu çıplak kadınları dikizleyen bir sapık sanar ve soyunmasını emreder. Jeffrey’in soyunmasıyla da onu öpmeye başlar, ilişkiye girecekleri esnada kapı çalar. Jeffrey yine dolaba saklanır. Gelen, Dorotyh’in telefonda konuştuğu Frank diye bir adamdır.
Frank elinden düşürmediği oksijen maskesiyle Dorothy’i taciz eder, bir yandan küfrederken diğer yandan kadına “anneciğim” diye hitap eder, ondan da kendisine “babacığım” diye seslenmesini ister. Şiddet ve tecavüz yaşanırken Dorothy “Anne seni seviyor Frank” diyerek Frank’in fantezisini pekiştirir. Bu tuhaf durum esnasında Frank’in ağzında çiğnediği, kadının üzerindeki mavi kadife sabahlığından bir parçadır. Elinde bir makas vardır, sadece sabahlığı kesen bir alet olmanın ötesinde bir şeye işaret eder bu makas. Kadından alıp götürdüğü kişisel iktidardır, otoriteyi kastrasyonla ele alma arzusunu gösterir. Bu korkunç olayın ardından “Van Gogh için ayakta kalacaksın” deyip çekip gider.
Jeffrey, yaşananları dolabın içinden dikizlemiştir. Anne ile babanın ilişkisine tanık olan, kendi cinselliğini ilk kez keşfeden çocuk gibidir Freudyen bir bakışla düşünüldüğünde. Dorothy’in yanına gider, Dorothy sakinleştikten sonra Jeffrey’den ona dokunmasını ve vurmasını ister, bir yandan da “Don” ismini sayıklar. Ona şiddet uygulamayı reddeden Jeffrey, üzerini değiştirip oradan ayrılır. Gitmeden önce koltuğun altındaki çerçeveyi fark eder, Dorothy’in eşi ve çocuğuyla olan fotoğrafını görür. Frank tarafından eşinin ve çocuğunun kaçırılmış olduğunu, Van Gogh göndermesinin de bu durumla ilgili olduğunu anlar. Bu işin peşini bırakmamakta kararlıdır. İlerleyen sahnelerde Jeffrey yeniden Dorothy’in evine gider, birbirlerinden hoşlandıklarını söylerler ve birlikte olurlar. Dorothy yine kendisine vurulması hususunda ısrar eder. Jeffrey, buraya gelmeden önce Frank ve adamlarını takip etmiş, bir işler karıştırdıklarını fotoğraflarla desteklemiştir. Dorothy’e polise gitmesini söyler eşi ve çocukları için, Dorothy’in reddetmesi üzerine ona tokat atar. Oidipus karmaşası yerini buluyordur, anneyle birliktelik, babayı ortadan kaldırma düşüncesi Jeffrey üzerinden anlatılır; babanın otoritesi şiddeti devralarak ele geçirilir.
Babanın ölümü…
Sadomezoşist bir birlikteliğin ardından ikili Frank’e yakalanır. Frank ve arkadaşları onları zorla bir arabaya bindirip bir geneleve götürür. Eşcinsel bir işletmeci tarafından karşılanırlar, arada dönen bir uyuşturucu muhabbetiyle birlikte gergin bir hava hâkimdir genelevde. Dorothy’in bir odaya girmesine izin verilir, bu odada oğlu bulunur. İçeriden “Donny, anne seni seviyor” cümlesi duyulur Dorothy’den. Odadan çıktığında Frank ve arkadaşları tarafından yeniden Jeffrey ile birlikte alıkonulurlar, arabaya bindirilirler. Arabada Dorothy’i taciz eden Frank’e daha fazla dayanamayan Jeffrey, onlara karşı çıkarak Frank’e yumruk atar. Bunun üzerine Jeffrey arabadan indirilir, eli kolu tutulur. Frank kırmızı bir ruj sürer dudaklarına ve Jeffrey’i öper, mavi kadifeden bez parçacısını Jeffrey’in ağzına tıkmaya çalışır. Arabadan Roy Orbison’un “İn Dreams” şarkısı yükselirken Jeffrey dayak yiyor, arabadan inen bir seks işçisi ise şarkıyla gaza gelip dans ederek bu şiddet görüntüsüne ironik bir şekilde eşlik ediyordur.
Ertesi güne yüzü gözü yara bere içinde yerde uyanan Jeffrey, evine döner. Yaşadıklarının etkisinde ağlarken Sandy’i arar. Sandy, ona ısrarla olan biteni babasına anlatmasını söyler ve Jeffrey polis ofisine gitme kararı alır. Ancak ofise girerken Frank’ın adamlarından biri olan sarı takım elbiseli adamı polislerin arasında görür. Bu yozlaşmış polis teşkilatının temsilidir. İyi ve kötü adamların, kurumların birbirine karıştığı bir alandan söz ediliyordur. Gece elinde bir dosyayla Sandy’in evine gider Jeffrey ve olan biteni dedektife anlatır; bundan sonrasını ise dedektife bırakmak durumundadır. Dorothy ile olan birlikteliği sona ermiştir, Sandy’den hoşlanmaktadır. Birlikte bir ev partisine giderler, yakınlaşırlar. Dönüşte Jeffrey’in evine doğru giderken Sandy’in eski erkek arkadaşının taciziyle karşılaşırlar fakat evden bitap hâlde Dorothy çıkar. Çıplak ve yaralıdır, Jeffrey’e sarılır, Sandy ile onu dedektifin evine getirirler. Jeffrey’e aşkını itiraf eden ve oğlu Don’u kurtarması için yalvaran Dorothy, Sandy için büyük bir yıkım yaratır. Çağrılan ambulansla Dorothy hastaneye götürülürken Jeffrey de Dorothy’in evine gider.
Eve girdiğinde Jeffrey, sarı takım elbiseli polis memurunu ve Dorothy’in kulağı kesilmiş eşini ölü bulur. Hızlıca oradan çıkacakken kılık değiştirmiş Frank’i görür. Dönüp polis memurunun silahını belinden alır, telsizden polislere bulunduğu yeri haber verir ve daha önceki gibi dolaba saklanır. Frank geldiğinde Jeffrey, bu sefer sevişmek için değil; kötü adamı (iktidarı elinde tutan babayı) öldürmek için çıkar dolaptan. Böylelikle oidipus karmaşası çözüme ulaşır, Jeffrey artık bir yetişkindir. Silah (fallus) ile birlikte otorite onun elindedir ve fallik dönem sona ermiştir.
Rüyaya dönüş…
Son sahneye Jeffrey’in kulağından çıkarak geçeriz. Gerçek dünyanın kötü, çirkin ve karanlık tarafını yok sayan mutlu, huzurlu, refah Amerikan rüyasına açılır bu sahne. Gölgelerin, karanlığın, koyu mavi ışıltıların yerini güneşli, açık, ferah renkler alır. Jeffrey evinin bahçesinde uzanmaktadır; babası iyileşmiş, ailesi sağlıklı ve mutludur. Filmde temizliğin, saflığın simgesi olarak gösterilen Sandy Jeffrey’i affetmiş, birlikte bir yuva kurmuşlardır. İçeriden Jeffrey’i yemeğe çağıran ses ona aittir. Mutfak penceresine konan bir ardıç kuşunu gösterir Jeffrey’e, kuşun ağzında bir böcek vardır. Sandy’in rüyasında gördüğü, kötülükleri bitireceğine inandığı kuştur bu. Sahnenin bir anında Dorothy’i de görürüz, çocuğuna kavuştuğuna şahit oluruz. Kötülükler tüm gerçekliğiyle hayatın içinde devam ederken iyiliğin hâkim olduğu bir son izleriz.
David Lynch, bu filmde psikanalitik kuramları titizlikle işlerken sadece senaryodaki imgelerle bize bunları göstermez. Duyduğumuz şarkılar, gördüğümüz nesneler, ışıklar bu imgeleri hep besler. Filmde Jeffrey üzerinden bireyin psikoseksüel gelişim sürecinden bir kesit izlerken 80’li yılların toplumsal eleştirisini de sezinleriz. Çürümüş kurumların, suçlarla örülü yeraltı dünyasının “ideal toplum” olarak betimlenen Amerika’nın rüyasını nasıl sarstığını anlatır Lynch. Bilinç ile bilinçaltı, iyi ve kötü, rüya ve gerçek bu filmde birbirine geçer. Hepsi gerçekliğin ayrılmaz bir bütünüdür.
Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.