31 January 2025

Adsız Aşıklar: Bir garip ‘aşk’ ölmüş diyeler…

Netflix’te izleyicilerle buluşan sekiz bölümlük mini dizi Adsız Aşıklar’dan yola çıkarak aşkın modern zamanlarda nasıl ve kimler tarafından öldürüldüğünü dedektif titizliğinde incelemeye ne dersiniz?

Aşk bir hastalık mı yoksa insanoğluna bahşedilmiş bir mucize mi? Modern zamanlarda ne yazık ki aşk yalnızca bedene hapsedildi ve aşk ile meyil birbirine karıştırılır oldu. Aşkın hakikatine de kalın perdeler indirileli de hayli çok oluyor. İnsanlık ise günümüzde o perdeleri kaldırmak bir yana dursun her geçen yıl ‘aşk’ kelimesinin mahiyetini ucuzlatarak perdelerin kumaşlarını kalınlaştırmaya devam ediyor. Peki aşkı hastalık ya da mucize olarak nitelendirenler neden cinsi münasebet parantezini kaldıramıyorlar? Ya da aşkı cinsellik olmadan ifade etmekte zorlanıyorlar? Oysa Victor Hugo ne güzel söylemiş “Aşk, ruhun güneşidir” diye…

Esasında aşk, iki bedenin yakınlığından çok daha fazlasıdır. O, gönlün derinliklerinde filizlenen, sessizce büyüyen ve zamanla köklerini sağlamlaştıran bir duygudur. Kainatta tek bir hakikat var ve diğer her şey birer yansımayken aşkın hakikatin ta kendisi olduğunu söylemekten neden bu kadar korkuyoruz? Hz. Mevlana “aşk, sonsuzluğa açılan bir penceredir” derken varoluşun özündeki mayaya işaret etmiyor mu? Aşık olan kişi karşısında tüm varlığın özünü görüp kendini onda bulmuyor mu yani bir nevi kendinden kendine olan bir aynalık değil mi hakiki aşk? Bu sebeple aşkı varlığın sırrı olarak tanımlamıyor mu İbn Arabi?

Buraya neden geldik ve neden değirmenimizde aşk tanımları öğütmeye karar verdik derseniz Netflix’te sekiz bölümlük bir mini dizi olarak yayınlanan Adsız Aşıklar dizisini izlemenin verdiği duygular diye cevap vermek isterim.

Aşk: Varlığın özüne dönüş çabası

Halit Ergenç ve Funda Eryiğit’in fevkalâde oyunculuklarıyla ön plana çıkan ve ‘Yaradılan’ isimli projeden beri Netflix’te seyrettiğim en keyifli iş olarak tanımladığım dizi üzerine düşünmek istedim. En son söyleyeceğimi en başta ifade etmek isterim ki aşk ne bir hastalık ne de mucizedir bendenizin indinde… Aşk, evrenin temel yapı taşı, varlığın hakiki özüdür. Antik Yunan felsefesinde ‘arke’ olarak isimlendirilen her şeyin kendisinden türediği ilk maddedir o. Empedokles, evrenin dört temel elementini saydıktan sonra bunları bir araya getiren ve ayıran iki güçten bahseder: Sevgi ve nefret. Burada sevgi, yani aşk, birleştirici, yaratıcı bir güç olarak görülür. Platon’un ‘Şölen’ diyaloğunda ise Aristophanes, insanların aslında bütün olduklarını, sonradan ikiye bölündüklerini ve o zamandan beri eksik yarılarını aradıklarını anlatır. Bu mit, aşkı varoluşsal bir arayış, varlığın özüne dönüş çabası olarak tanımlar.

Kuvvetini yaşadığımız coğrafyadan alan tasavvuf geleneğinde ise aşk, varlığın özü ve yaratılışın sebebidir. Tasavvuf alimi İbn Arabi, “Aşk olmasaydı, evren var olmazdı” der. Bendenize göre de aşk sadece insani bir duyguyu bu sebeple ifade etmez tüm varoluşun temelindeki ilahi bir prensibin adıdır. Modern fizik dahi evrenin temelinde bir çekim gücünden, bir uyumdan bahsederken böyle düşünerek hata etmiş olmuyorumdur herhalde? Peki size sormak isterim parçacıklar arasındaki bu çekim, metaforik olarak ‘kozmik aşk’ olarak adlandırılabilir mi?

Aşkı, arke veya maya olarak düşünmek, onu sadece romantik bir his olmaktan çıkarıp, varoluşun özü, evrenin işleyiş prensibi olarak görmemizi sağlar. Bu perspektiften bakıldığında, sevmek ve sevilmek, sadece insani bir ihtiyaç değil, evrensel bir gerçeklik, varlığın kendini gerçekleştirme biçimi olarak karşımıza çıkar. Eğer aşk gerçekten de her şeyin mayası ise, o zaman sevgi dolu bir yaşam sürmek, sadece kişisel bir tercih değil, evrenin doğasına uyum sağlamanın bir yoludur.

‘Bunlar’ aşksa ‘onlar’ ne?

Dizi, televizyon ekranında bölümler boyunca devam ederken “modern insanlık fikrine daha ciddi itirazlar ve eleştiriler yapıl-a-maz mıydı” demeden edemiyorum. Kızılderili geleneklerinde “Toprak Ana” kavramını düşünüyorum, Halit Ergenç önemli bir mesele için kapısını çalan danışana aşk uğruna yuvasını dağıtmaması gerektiğini söylerken. Kızılderililerin doğaya duyulan derin saygıları ve aşkları sebebiyle kimse üzülmezken aşk iki bedene hapsedildiğinde neden hep birileri kırılmak ve diskalifiye edilmek zorunda bırakılıyor? Rahibe Teresa’yı Hindistan’ın en yoksul kesimlerine yönelik özverili çalışmalarda bulunmaya, salgın hastalık ve güvenlik endişelerine rağmen bu yolda gerekirse ölümü de göze almaya iten duygu ile şiir gecesinde gördüğü genç erkekle kocasını aldatmak isteyenin hissettikleri aynı şey olabilir mi? Böyle yaparak aşk kelimesinin manasını bizler küçültmüş olmuyor muyuz? Beethoven 9. Senfoni’yi bestelerken final bölümüne geldiğinde neşeyi hakikaten niçin övmüştü? Beethoven’ın o kuşatıcı bilinçle tüm insanlığı kucaklarken ki tahayyül dünyası ile ünlü rock starın hazperestliği bir tutulabilir mi? Carl Sagan’ın 'Biz yıldız tozuyuz’ sözü, evrenle ve birbirimizle olan derin bağlantımızı vurgularken kendi yarattığımız küçücük evrenlerde bir gece geçirmek için yanıp tutuştuğumuz bedenlerle aşkı aynı cümle içinde geçirebilir miyiz sahiden?

Gözlerin birbirine değmesini, ellerin birbirine dokunmasını bir yana bırakın aşk aslında tek ruh olan mevcudiyetin kendi kendine seslenişinden başka bir şey olmayabilir mi? Leyla Leyla derken Allah’ı bulmak… Bundan güzel ifade edilemezdi herhalde. Pablo Neruda belki de bu mistik heyecanlara hiç kapılmadığı halde benzer bir ifadeyi kullanıyordu: “Seni seviyorum, hem de hiçbir şey yapmadan, seni düşünmeden, sana bakmadan ve sana dokunmadan…” Belki değil mutlak Hz. Mevlana bir defa görüp bin defa özlemektir derken “O’ndan geldik ve şüphesiz O’na döneceğiz” ayetinin gönül şerhini yapıyordu… William Shakespeare de benzer bir duyguyla hakiki aşkın bitmeyeceğini fısıldıyordu. Londra ile Konya arasındaki 3.877 km’lik zahiri mesafe belli ki Hz. Mevlana ve William Shakespeare’i aynı şeyleri düşünmekten alıkoymamıştı.

Tüketim nesnesinin ta kendisi…

Modern hayat ise dizide de gösterildiği gibi aşkın anlamı ve ifade ediliş biçimini kökünden değiştirdi. Teknolojinin hızlı gelişimi, tüketim kültürünün yaygınlaşması ve sosyal medyanın hayatımızdaki artan rolü, aşkın algılanışını ve yaşanışını derinden etkiledi. Maalesef günümüzde aşk, adeta bir tüketim nesnesi haline geldi. Çevrimiçi tanışma uygulamaları, insanları ‘swipe’ edilecek profillere indirgerken, ilişkiler de hızlı tüketilen deneyimlere dönüştü. İlişkilerin sosyal medyada sergilenmesi, aşkı bir performans ve gösteriye dönüştürdü. Andy Warhol “gelecekte herkes 15 dakikalığına ünlü olacak” derken bu aşk performanslarını da kastetmiş miydi açıkçası bilmiyorum ama Tiktok’ta yer alan videolara şahit olsaydı eminim sözüne “gelecekte her çift 15 saniyeliğine ünlü olacak” diye bir ilave de bulunurdu.

Aradığınız Ferhat’lara, Mecnun’lara ulaşılamıyor!

Çiftler, gerçek duygularını yaşamak yerine, “mükemmel ilişki” görüntüsü vermeye odaklandıkları için aşkın samimiyeti ve mahremiyeti dizide de gözümüzün önüne getirildiği gibi kayıp ilanlarında aranır hale geldi. Popüler kültür ve medya, aşkı fiziksel çekim ve cinsellikle eşdeğer gösterdi ve aşkın önce felsefesi sonra da kendisi yüksek bir binadan atlayıp intihar etti. Aşk kapitalizmin her türlü istismarına uğradı. Yazının başında da bahsettiğim gibi artık varlığın ilk arkesi olmayı bırakın ticari bir metanın ta kendisiydi aşk. Modern toplumda bireycilik ön plana çıktıkça fedakârlık, empati gibi aşkın önemli bileşenleri de geri planda kaldı. Artık aradığınız Ferhat’lara, Mecnun’lara ulaşılamıyor. Oysa çok değil 1-2 yüzyıl önce aşk, hayatımızın her anını değiştiren bir güç olarak kabul ediliyordu şimdi ise biz aşka don biçme peşinde, onu dönüştürme hırsındayız.

Son söz olarak bana bunları yeniden düşündürttüğü ve kalem oynatmama vesile olduğu için ‘Adsız Aşıklar’ projesinin hayata geçmesinde büyük katkısı olan Başar Başaran’a teşekkür etmek istiyorum. Bize modern hayatın pespayeliğini gösteren ve bizleri düşünmeye sevk eden projelerin daha da artması temennisiyle…

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...