Ergün Kırlıkovalı: “Gençler hayat boyu öğrensinler"
F-35 üretiminde çelik kadar sağlam fakat esnek olmasıyla önemli bir rolü olan polimeri kullanan Türk mühendis Ergün Kırlıkovalı ile hayat hikâyesi, ABD’deki mesleki serüveni, ürettiği ARGE’lerin sunmuş olduğu katkılar hakkında konuştuk.
Ergün bey bugün çok özel bir gün. Boğaziçi Üniversitesi, Albert Long Hall binasında çok özel bir kutlama vesilesiyle bir araya geldik, sınıf arkadaşlarınızla birlikte 50. mezuniyet yılınızı kutladınız. Nasıl hissediyorsunuz?
Bir duygu seli yaşıyorum. Ben bu tepeye 14 yaşındayken geldim, sene 1966. O sıralarda birçok çocuk, annesinden izin alamadan sinemaya gidemezken ben tek başıma yaşıyordum bu tepede. Robert Kolej, 1966-70; ardından Boğaziçi Üniversitesi, 1970-74. 14 yaşında girdim buraya, 22 yaşında bir delikanlı olarak çıktım. Dolayısıyla bu tepede büyüdüm, dersem yanlış olmaz. Her köşesinden anılar fışkırıyor. Eski arkadaşlarımızı, eski öğretmenlerimizi gördük. Hüzünlendik tabii biraz. Birçok şeyler değişmiş. Çok karışık duygular içindeyim.
Anladığım kadarıyla eğitim hayatınız sizin göçmen olmanıza da sebep olmuş. İzmir'de doğup büyüyorsunuz. Lise için Robert Kolej'e, İstanbul'a geliyorsunuz. Boğaziçi'nde okuyorsunuz. Ondan sonra Manchester Üniversitesi var. Ardından Amerika var. Bu yolculuğunuzun hikâyesini sizden dinleyebilir miyiz?
Ben 1952’de İzmir’in Kahramanlar semtinde doğdum. İzmir'i tanıyanlar için söylüyorum fuarın Cumhuriyet Kapısı. İlk ve orta eğitim İzmir’de, lise eğitimini de İstanbul’da Robert Kolej’de -yani burada- aldım. Ardından Boğaziçi Üniversitesi Kimya bölümüne girdim, 1974'te de mezun oldum. Sonra İngiltere'ye gittim. Ama gitmeden önce, 1973 yazında Avusturya'da Chemie Linz firmasında staj yaptım iki ay. 1974 yazında da Hollanda'da DSM firmasında staj yaptım. Bu stajlar disiplin ve görüş açılarımın genişlemesi bakımından benim gelişimimde çok önemli rol oynadı. Bütün gençlere tavsiye ederim. Bu staj sistemini varsa geliştirin, yoksa oturtun. Bu çok önemli.
Hemen ardından da polimer bilimi üzerine uzmanlık almak için İngiltere'ye gittim. O süreç 1975’in sonuna doğru bitti. Türkiye'ye döndüm, Deniz Kuvvetleri’nde 16 ay askerlik yaptım. Göçmenlik dediniz… Çok enteresandır, o sırada 1974 yazındaki Kıbrıs Harekâtı sebebiyle Amerikan Kongresi -hepimizin bildiği gibi- Türkiye'ye ambargo uygulamıştı. Oradaki Yunan asıllı senatörler tarafından… Bu hep olur zaten, Yunan milletvekilleri yahut Ermeni senatörler hep Türkiye'nin aleyhine çalışırlar. Neyse Türkiye ve Amerika; iki NATO üyesi, nasıl oluyor bu derken Beyaz Saray duruma bir çare buldu. O zaman Başkan Carter, Almanya'ya dedi ki “Siz de NATO'sunuz, bizim veremediklerimizi siz verin Türkiye'ye.”
Dolayısıyla biz Almanya'dan su üstü silahları, su altı silahları, denizaltıları almaya başladık. Bu da büyük bir tercüman sorunu çıkardı. O sıralarda benim, İngilizcemin yanında simültane tercüman derecesinde Almancam da var. Dört aylığına Almanya'ya gittim. Döndükten bir süre sonra tekrar gönderildik. Yani askerliğimin çoğu Almanya'da geçmiş oldu. Vatani görevimi tamamladıktan sonra İstanbul'da çalışmaya başladım. İlk işim ithalat, ihracat ile ilgiliydi. Benim işim değildi, sıkıldım, oradan ayrıldım. Daha sonra Topkapı'da bir plastik fabrikasında çalıştım. Orada arabaların stop lambalarını yapıyorlar. O da çok can sıkıcı bir iş. Hâlbuki benim kafamda bir sürü proje var, yapmak istiyorum ama iş izin vermiyor. Derken, Gebze'de Şişe-cam fabrikalarının ARGE bölümünde çalışmaya başladım. Ama orada da başka bir sorunla karşılaştım. Biz şimdi beyaz yakalıyız ve orada sendika var. Diyor ki bize, “Ergün Bey, siz laboratuvara girmeyin. Hangi testleri istiyorsanız yazın bir kâğıda, verin içeri. İçeride sendikalı arkadaşlarımız var. Onlar testleri yaparlar, size raporu getiriverirler.” Ama öyle uzaktan kumandalı ARGE olmaz ki, dedim ve ayrıldım.
78'e geldik. 70'lerde sağ-sol kavgası çok büyüktü Türkiye'de. Öyle ki her gün 20-25 genç öldürülüyordu. Polisler bile sağcı-solcu diye ikiye bölünmüştü. Aldığım para ev kiralamaya yetmiyordu. Düşünün; iki üniversite bitmişim, iki lisanım var, askerlik bitmiş, bana verilen parayla ev kiralayamıyorum. O sıralarda da İrlandalı bir hanımefendiyle evlenmeye karar verdik. İlk niyetimiz İzmir'e gitmekti. İkimiz de iş bulacak ve mutlu mesut yaşayacaktık. Ama hem ekonomik sebepler hem de terör hadiseleri sebebiyle olmadı.
Eşim Londra'dan, “Ergün, ben Türk gazetelerine bakıyorum, orada her gün 20-25 kişi ölüyormuş. Biz şimdi evlenmekle, İzmir'e taşınmakla doğru bir iş yapıyor muyuz?” diye soruyordu. Bu beni incitti, gurur yaptım. Dedim ki “Birbirimizle anlaştık. İkimiz de olgun insanlarız. Nişanı da İzmir'de fuarda yaptık. Golf Gazinosu’nda. Tam sıra evlenmeye gelince böyle şüpheler doğurman beni üzdü.” Sonra dedim ki “Bak ben yarın Londra'ya geliyorum. Pan American bürosunun önünde iki saat bekleyeceğim. Gelirsen iki bilet alacağım. Gelmezsen tek bilet.” Hakikaten Londra'ya gittim. Pan Amerikan’ın saatine bakıyorum. Bir saat oldu, kimse yok. Hazırladım kendimi. O saatin sonunda baktım, koşa koşa Juliana geldi. Hayatımız orada değişti. Adeta bir film sahnesi gibiydi. Sonra dedim ki “Seç bir tane!” “Ne bu?” diye sordu. “Seç bir tane!” dedim, seçti: San Francisco.
-Ne oluyor?
-Oraya gidiyoruz.
-Allah Allah. İzmir'e ne oldu?
-Plan değişti, dedim.
-Diğerinde ne vardı?
-Diğerinde Los Angeles vardı.
Mesleğimin en geçerli olduğu yerler buralardı. Kaliforniya da çok ilerici bir yer. Amerika haritasına bakarsanız sağ ve sol kıyı vardır. Chicago, aşağıda Dallas, Houston. Gerisi -kimse kusura bakmasın ama- bizi tatmin etmez. Dolayısıyla o da “tamam” dedi. Önce Dublin'e gittik ve orada evlendik. Ardından da ver elini San Francisco. Göçmen dediniz ya... Bütün bu göçleri size özetledim.
Gelmeden önce tabii ki hikâyenize baktım. Stephen Zweig'in çok sevdiğim bir kitabı var, Yıldızın Parladığı Anlar diye. Sizin hikâyeniz de böyle. AR-GE yapmanız, patent çalışmalarınız ve Pentagon'la birlikte çalışmaya başlamanız… Bu da sanki sizin yıldızınızın parladığı anmış gibi geldi bana. Böyle sayabilir miyiz?
Tabii, Melek Hanım. Fakat bunun altyapısı var. Bu iş böyle bir hafta sonu olmuyor. Gökten zembille de inmiyor. 18-20 sene var arada. San Fransisco'ya gittiğimin daha birinci haftasında iş buldum. Hiç öyle zorluk falan çekmedim. Çünkü Cumhuriyet Türkiye’sinde almış olduğumuz eğitim çok sağlamdı. Hiç zorluk çekmeden Adhesive Engineering diye bir firma vardı, oraya girdim ve yapı kimyasalları konusunda ARGE yapmaya başladım.
Kaliforniya deprem ülkesidir. Deprem vurunca binalar çatlar. O çatlayan betonları tekrar yapıştırmak için bazı polimerler kullanılır. Onlar üzerinde araştırma yaptım. Sonra su altı polimerleri yaptım, dalgıçlar için. 2-3 sene böyle geçti. Ondan sonra çok güzel bir teklif aldım Los Angeles'tan. Havacılık ve uzay sanayi alanında. Orada metalden daha hafif ama daha dayanıklı, grafit bazlı, çok özel malzemeler yapıyorduk Narmco firmasıyla. Orada da 1,5-2 sene çalıştım. Orada kalmaya niyetim vardı. Çünkü Güney Kaliforniya, İzmir'e çok benzer. Çok sevdik orayı. Plajlar var, hava da güzel. İnsanlar rahat. Ama olmadı.
1,5 sene sonra New York'tan daha da güzel bir teklif aldım. O da Belzona adlı bir İngiliz firmasıydı. 1950'lerde İngiltere'de kurulmuş, çok da başarılı olmuş. Avrupa’da, Asya’da satıyorlar. Ama Amerika'ya bir giriş yapmışlar, başarısız olmauşlar. İkinci girişi yapmak istediler. Beni bulmuşlar. Sonralardan büyük patrona sordum “Beni nasıl buldunuz?” diye. “Baktık. Sen de İngilizce-Almanca var. Manchester'de polimer üzerine master yapmışsın. E, biz polimer satıyoruz. Biz de Manchester'iz” dedi. Bu firma da Manchester'de. “Tamam dedim, istiyorum.”
Ondan sonra New York'a geldik, bize dediler ki “Bak, biz binayı aldık, bunun içine makineleri sen bul. Bütün karıştırıcıları, paketlemeciyi, bir de kimyagerleri bul. Yani bu binaya can ver.” Benim de hoşuma gitti bu, 2-3 sene de orada kaldık ve gayet başarılı olduk. Bütün Amerika'ya yayıldık, satışlar patladı. Ama benim içimdeki kendi işini kurma arzusu, yavaş yavaş büyüdü. Öyle bir ana geldi ki orman yangınına döndü. Artık kontrol edemiyordum. En sonunda bizim büyük patrona gittim. Birbirimizi çok severdik. Babam yaşında biriydi. Her gün iş sonunda toplanırdık. Dedim ki ona: “İşimden memnunum, yanlış anlama ama ben kendi işimi kurmak istiyorum, aynı senin gibi.”
“Ne istiyorsun benden?” dedi. “Siz sermaye koyun, ben de emeği koyayım, yepyeni bir firma kuralım. Ben orada sizin yapmadığınız şu şu işleri yapmak istiyorum.” “Yok canım, gayet başarılısın. Niye bu işlere başlıyorsun? Dert çıkarma başımıza” dedi. “Mutlaka gitmem lazım” dedim. “O zaman bir dakika” dedi, “bunu muhasebecime sorayım, arkadaşlarıma sorayım.” Ertesi günü arkadaşlarını topladı. Beni çağırdılar. Dedi ki “Arkadaşlarıma bana anlattıklarını anlat.” Ben heyecanla anlattım. Şunu yapacağız, bunu yapacağız diye. “Tamam” dedi, “bize beş dakika müsaade et.” Ben çıktım dışarı. Ondan sonra bunlar fiskos fiskos konuştular. “Tamam gel” dediler, geldim. Bana dedi ki: “Arkadaşlar maalesef bu işin olurunu göremediler. Ben sevdim ama bunlar hayır diyor. Onun için kusura bakma.” “O zaman siz kusura bakmayın ben kaçıyorum” dedim. “Yapma ya!” dedi, “kitapların ne olacak?” “Gönderirsiniz” dedim. “Bir sürü kimyager aldın, onlar ne olacak?” diye sordu. Dedim, “Onlar genç adamlar işlerini bulurlar.” Atladım, Kaliforniya'ya geldim. Bu arada eşime de telefon ediyorum. Juliana diyorum, böyle böyle oldu. “Ben ilk fırsatta, hemen bugün Kaliforniya'ya geri uçuyorum ve kendi işimizi başlatacağız.” “Yapma ya! O kadar ciddi miydi?” dedi. “Evet, o kadar ciddi.” E, şimdi ev almışız, mortgage var. İki maaş lazım. Birisi çöküverdi bu maaşların. Neyse ki biraz birikimimiz vardı. Dedim “Sen bu evi sat, gel.” Ben Kaliforniya'ya döndüm.
Ardından Santa Ana şehrine gittim. Oraları çok iyi biliriz biz. Orada endüstriyel parklar var. Oraya ne günü gitseniz -bugün bile gitseniz- iki üç tane yer boştur. Yüzlerce dükkân vardır, bir iki tanesi boştur. Bir tanesini buldum. İmzayı attık, yerimiz oldu. Ondan sonra bir banka hesabı açtırdık. Bir firma kurduk. 24 saat içinde oluyor bunlar. Firma kuruldu, Juliana da inanamıyor. “Hakikaten mi?” dedi. “Adresimiz var, ismimiz var” dedim. Kullanılmış masa, sandalye aldım. Ürünler zaten kafamda vardı. Yalnız kalbimdeki aslan, uzay sanayiye girmekti. Ama ona girmek için 8-10 yıl lazım. Sizi test edecekler, deneyecekler, birkaç sene bakacaklar. Yani çok tutucudur orası. Hata yapıyor mu, yapmıyor mu? Aynı malı üç defa, beş defa alırsak hepsi aynı kalitede mi? Birçok şeye bakıyorlar. O zaman nasıl ayakta kalacağız?
“Onlar dev, ben sinek ama kaçmadım”
O zaman korozyona girdik. Korozyonla Amerikan donanmasına çok iyi mallar verdik. Yani özel malzemeler yaptık. Orada tek tedarikçi kitlerimiz vardı. O bizi yavaş yavaş uzay sanayine taşıdı. Uzay sanayinde 1988’de bir ihale açıldı. Meşhur Northrop Grumman firması, dev bir firmadır. 120 bin çalışanı vardı. Yani 60-70 milyar dolar yıllık cirosu var. Dünyanın her yerinde bir temsilcisi, Amerika'nın da her eyaletinde üretimi vardır. Bunlar bizi Palmdale'de topladılar. Aralarında büyük firmaların da bulunduğu onlarca firma var. Dow, Shell, DuPont… Ekipler hâline gelmişler. Doktoralı 3-5 kişi falan. Ben orada tek başımaydım.
Bu röportajı okuyacak genç arkadaşlara küçük bir not iletmek istiyorum. Eğer ben Dow, Shell, DuPont'lardan korkup kaçsaydım bugün burada olmazdım. Dedim ki “Ben kalacağım, yarışacağım bu devlerle.” Onlar dev, ben sinek ama kaçmadım. “Biz çelik kadar sağlam ama aynı zamanda esnek bir malzeme istiyoruz” dediler. Sonra bir kahve molası verdiler. Dışarıda millet birbirine şöyle diyor: “Ya bu saçmalık! Bunlar birbiriyle çelişen istekler. Biz bununla vakit kaybetmeyiz.” Çoğu çekip gitti. Moladan sonra salona döndük, bir baktık, sandalyelerin yarısı boşalmış. Ama o sırada kafamda şimşekler çakıyor. Neden biliyor musunuz?
Manchester'de master profesörlerimden bir tanesinin adı L. R. G. Treloar. Bu bilim adamı, 1942’de bütün dünyaya “rubber elasticity”, yani “kauçuk elastikiyeti” kavramını açıklayan adam. Onun dersinden çok etkilenmiştim. O kadar ki kendi kendime “Ben bunu kullanırım bir gün” demiş ve daha detaylı bilgi sahibi olmak için sürekli sorular sormuş, ilgilenmiştim.
Hakikaten 6 ay çok sıkı bir çalışma içine girdik. Bir prototip malzemeyi masaya koyduk. O malzeme bütün testleri geçti. 2-3 sene sürdü testler. 1994'te veya 1995’te tek tedarikçi olduk. Yani 30 senedir tek tedarikçi, hiç rakibi yok onun.
Şimdi bu başarımız bize Lockheed Martin firmasının F-35 uçaklarındaki başarımızın yolunu açtı. Lockheed Martin de çok özel bir malzeme istiyormuş, arıyormuş. Sene 2004 ya da 2003 olabilir. Northrop Grumman ile beraber çalışıyorlar. Northrop Grumman demiş ki, “Bizim elimizde böyle bir malzeme var. Bu malzemeyi yapan firmayı siz davet edin ihaleye, onu da katın, bakalım ne olacak?” Bize bir davet geldi, gittik. Orada çok değişik bir malzeme istiyorlardı. Uçağı görünmez yapan, radara görünmez yapan bir polimer istiyorlardı. Dedim “Ben bunu da yaparım.” Çünkü temel bilimler olarak prensipleri kafamda. 6-7 ay güzel bir çalışma yaptık. Yine bir prototip malzeme çıkardık. O da bütün testleri geçti. Orada da 2006’dan beri -yani 18 senedir- tek tedarikçiyiz. Tabii bu F-35 projesi bizim için çok kıymetli. Türkiye açısından baktığımız zaman da önce projenin içerisinde var olmamız, daha sonra çıkartılmamız…
“Bizim malzemeyi kullanmazsanız F-35 uçamaz”
Ama siz hep projenin merkezinde yer aldınız. Dolayısıyla bizim için gerçekten kıymetli bir öykü sizin o bayrağı taşıyor olmanız.
Teşekkür ederim. Hakikaten ben bile o pozisyona geleceğimi düşünmemiştim. Mevcut ticaretin bir kısmını alabilsek olur diye düşünürdük ama hepsini aldık. Sebebi de şu, şimdi eğer bizim malzemeyi kullanmazsanız F-35 uçamaz. Çünkü görünür radara. Yani 10 bin parça vardır. Onları bir araya getirirler. Ama uçamaz. Bizim malzemeyi koymaları lazım. Ondan sonra uçabilir. Sebebine gelince her bir F-35 uçağının üzerinde 80 bine yakın vida var. Bunlar metal ve görünür radarda. Biz malzemeyi veriyoruz. Bütün bu vidalar, tek tek tıkanır. Dolayısıyla radar ışınları uçağa çarptığı zaman onlar emilir, hiçbiri geri gitmediği için uçak görünmez olur. Biz bunu -tabii biz derken ben ama bizim firmamız, formül benimdir- 18 senedir üretiyoruz ve şu anda bulunduğumuz noktada da tek tedarikçiyiz.
Peki, bu üretimler devam ediyor mu? Çünkü teknoloji de gelişmeye başladı. Yeni madenler bulunuyor ya da var olan madenlerin yeni özellikleri de keşfedilmeye başlanıyor. Sizde bu ARGE süreçleri devam ediyor mu?
ARGE bizde sürekli devam eder, hiç durmaz. Eğer yarın bir rakibimiz çıkarsa biz onu da yenmek üzere laboratuvarımızda çalışıyoruz. Bunu başardık diye kollarımızı bağlayıp oturmuyoruz, çalışıyoruz. Elimizde çalıştığımız, geliştirdiğimiz yeni sistemler var. Ama bu mevcut sistem, o kadar güvenilir ki Lockheed Martin hiçbirini değiştirmek istemiyor. “Dokunmayın” diyor. Bizim de işimize geliyor.
Amerika'da bu koşullar altında bir tarafta çok güzel ürünlerle isim yapıyorsunuz ama bir tarafta da başka milletler tarafından hedef gösteriliyorsunuz. Bu anlamda Amerika’da bir Türk olmak nasıl bir duygu?
Çok güzel bir soru sordunuz. Röportajı okuyacak olanların bu kısma dikkat etmelerini istiyorum. Konuşmayı yaptığımız yer Boğaziçi Üniversitesi, eski Robert Kolej. Ben burada Ermenilerle, Rumlarla, Musevilerle kardeş gibi büyüdüm. Türkiye'de sorun olmaz. Türkiye'de biz Ermenilerle, Rumlarla, Musevilerle ayrım gözetmeksizin beraber yaşarız. Kardeş gibi büyüdük. Ama Amerika başka. Amerika'da minicik Ermeni çocuklarını Türk düşmanı olarak yetiştiriyorlar. Bir okulda bir Türk ile bir Ermeni karşılaşsa Türk tarafından hiçbir şey olmaz. Ama Ermeni sizin Türk olduğunuzu duyarsa hemen fişi çeker. Değişik bir tavra bürünür.
Şimdi ben buradan Amerika'ya gittiğimde kafamda böyle şeyler yoktu. Ama daha ilk haftada bir dükkâna, markete girdim. Sandviç malzemesi alacağım. Ekmeği aldım, arkasına baktım, bir tane etiket: “Bu ekmeği pişiren Ermeni'nin babasını, dedesinin katili Türkler, kıtır kıtır kestiler.” Çok çirkin bir lisan. “Bu ne ya?” dedim, şaşırdım. Yöneticiyi çağırdım. “Nereden aldınız?” diye sordu. Dedim “Raftan aldım.” Rafta 2-3 tane daha vardı, aldı baktı. “Allah Allah” dedi, “bunlar buraya nasıl gelmiş?” Dedim, “Bu bana hakarettir.” Çok kızgındım, elim ayağım titriyordu. “Çok özür dileriz. Biz böyle şeyler yapmayız. Bizim firmada malların üzerine politik mesajlar konmaz, yasaktır. Bu nasıl gelmiş buraya? Ben de anlamadım” dedi. “Peki, ne yapacaksınız?” dedim. Düşündü, “Ben şimdi bunların hepsini alırım buradan. Satılmaz bunlar” dedi. “Bekliyorum” dedim. Hakikaten de bekledim. Gitti, içeriden bir tane araba getirdi. Ekmekleri aldı, içeri götürdü. “Teşekkür ederim” dedim. Ben ayrıldım. Arabayla eve gidiyorum ama asabım bozulmuş, titriyorum. Ben nasıl bir ülkeye geldim. Aldığım her şeye, süte, ete, cipse, çikolataya bakacak mıyım bana hakaret var mı diye. Bu nasıl bir şey? Aradan geçen zamanda öğrendim ki bunu sadece Ermeniler yapıyor, başka yapan yok. Bu nasıl bir nefrettir? Bu etti bir.
Birkaç ay geçti unuttuk bunu. Derken Türkiye'den bir folklor ekibi geldi. Ben Boğaziçi Üniversitesi'nde sekiz sene folklor oynamıştım. Çok sevindik. Kuruluş; San Francisco, Los Angeles, San Diego’da bir dizi gösteri yapacak. San Francisco ayağında 8-10 bilet aldım. Bizim iş yerinde Amerikalı arkadaşlar var, onlara Türk kültürünü göstereceğim gururla. 2-3 araba olduk, konvoy hâlinde, Foster City'den San Francisco'ya gittik. San Francisco'ya 40 dakikalık bir araba sürüşüyle vardık, bir de baktık polis kordonu. “Giremezsiniz” dediler. Neden? Ermeniler telefon etmiş, bomba ihbarı yapmışlar. Dedim, “Memur Bey, aramalarınızı yapın, biz burada bekleriz, ondan sonra gireriz. 40 kilometre öteden geldik, bakın orada 15-20 kişi var, konvoy hâlinde.” Dediler; “Yapacak bir şey yok, bu konser bu akşam olmaz, evinize dönün.” Süklüm püklüm eve döndük. Bu işte çok ciddi bir sıkıntı var diye düşündüm. Ne olduğunu hâlâ anlayamadım yani. Bu etti iki.
Üçüncüsü beni çıldırttı. Bizim Başkonsolosumuz Kemal Arıkan'ı evinden işine giderken vurdular. Böyle mafya usulü, çapraz ateşe tutup vurdular. İşe gidiyordum sabah yedi, sekiz gibi. Ajanslar haberi vermeye başladı. Müziği kestiler. “İşte size çok ciddi bir haber veriyoruz. Türk konsolosu Kemal Arıkan vuruldu.” Sonra Ermenilerle konuşuyorlar o civarda. Nedense hepsi Ermeni çıkıyor o bölgedekilerin? Soruyorlar, “Ne düşünüyorsunuz?” Biri diyor ki; “Bu adam öldü üzüldük ama bu adama layık. Çünkü bunlar soykırımı inkâr ediyor.” Bu tip konuşmalar. “Biz terörizme karşıyız ama bu adam hak etti” diyorlar. Ben de çıldırdım. Bir benzin istasyonuna girdim, sinirden kaza yapacaktım. Telefonla aradım televizyonları. Dedim, “Ben Türk'üm, ben de konuşmak istiyorum. Bizim tarafı anlatmak istiyorum.”
Dediler; “İsmin ne?” Söyledim ismimi. “Tamam, nerenin başkanısın?” diyorlar. Hiçbir yerin başkanı değilim. Telefon kapanıyor. 1-2-3-5… Bütün televizyonlar kapanıyor. En sonunda biri galiba acıdı bana. “Kardeşim, bu işler burada böyle olmaz” dedi. “Nasıl olur? Öğretin bana” dedim. “Bak, şimdi ben sana bir telefon numarası vereceğim. Bu LA Press Club, Los Angeles'taki basın kulübü. Sen buraya bir telefon et. Kendini izah et, açıkla, ben şuyum falan. Şu saatte şu konuyu anlatacağım de. Basın kulübünde yarım saatlik bir dilim al, parasını öde, 08.00-08.30 için. Dersin ki mesajda ‘Benim adım şu, şu derneği temsil ediyorum, Türk görüşünü anlatacağım’” dedi. Teşekkür ettim. Hemen aradım orayı, dedim “Bana ilk dilimi verin, ertesi sabah.” “Tamam. Çay, kahve ister misiniz?”. Evet. “30 dolar.” Kira? “75 dolar.” “Fotokopi ister misiniz?” “30 dolar.” Adam bana satış yapıyor. Ben orada can derdindeyim, kasap et derdinde. O gece eve gittim. Bir mesaj yazdım sinirli bir şekilde. Eşim İrlandalı ve Amerikalı. Ona okudum. O sırada o, San Francisco'da; ben Los Angeles'taydım. O evi satıp arkamdan gelecekti. Dedim “Bunu okuyacağım, ne dersin?” “Ergün” dedi, “biraz sert olmuş, biraz yumuşatalım. Yani adamlara katil gibi davranıyorsun. Bunlar basın, katil değil. Onlara sinirlenme, katile sinirlen.” “Tamam, anladım” dedim, Biraz yumuşattık. Ertesi sabah oldu.
Burada yine küçük bir mesaj var, Amerikan basını nasıl profesyonel çalışıyor bakın… “08.00’de yerimiz var, hazırız.” Ben oraya 07.45'te gittim. Hiç kimse yok. Eyvah dedim, baltayı taşa çarptık. 07.59 oldu, Melek Hanım, inanmayacaksınız. 30-40 kişilik bir güruh, hepsi birbirini tanıyor. Pataküte içeri girdiler. Benim aldığım o kahveden doldurdular kahvelerini. Alışmışlar, her gün 8-10 defa yapıyorlar. Bir tane sandalye alıp açıyorlar. U şeklinde oturuyorlar. Bir baktım bir dakika içinde hepsi sandalyelerine oturdu, kahvelerini içiyor. Benim basın bültenini okuyorlar. Tripotlar, ışıklar kurulmuş. Dedim, burada herkes ne yaptığını biliyor. Burada ne yaptığını bilmeyen bir tek ben varım. Ama ben de çabuk öğrenirim.
Dedim ki; “Bakın, kısa bir mesajım var. Ondan sonra soruları alacağım.” O sırada da İtalya'da bir Amerikan generali kaçırılmıştı Red Brigade tarafından. O sabah serbest bıraktılar. Bütün gazetelerde bu haber var. Gazeteyi gösteriyorum, “Bakın, bugün bir Amerikan generalini teröristler serbest bıraktı. Hepimiz mutluyuz. Ama başka teröristler bizim Başkonsolosumuzu öldürdü. Orada adam kanlar içinde yatıyor, fotoğrafı var. Bu adam evli, karısı, çocuğu, ülkesi, vatanı, bayrağı, kültürü var. Hiçbirini konuşmadınız, hep Ermenileri konuştunuz. Sizin nesnelliğiniz, objektif olmanız bu mudur?” dedim. Biliyor musunuz Melek Hanım, böyle sinek uçsa duyardınız. Çünkü haklıydım. Kimse çıt çıkarmıyor. Ben de verdim, veriştirdim. Neyse, sorular cevaplar… O gün bütün kanallarda 8-10 defa verildi bu yayın ve bu bizim Türk Amerikan Derneği'ni de patlattı. Telefonlar çalmış, “Ya, kim bu Ergün, bulalım şunu” diye. Yeni gelmişim Los Angeles'e. Kimseyi tanımıyorum. Sonra buldular beni. “Ergün Bey, sizi başkan yapmak istiyoruz” dediler. Kim olduklarını, nereye başkan yapacaklarını sordum. Derneğin adını söylediler. “İyi, yapın” dedim. Bir toplantı yaptılar. Eller kalktığında biz başkan olduk, Güney Kaliforniya Türk Amerikan Derneği’ne. Hatta SC diyoruz biz. “Madem ki beni başkan seçtiniz, bu basın toplantılarından iki tane daha istiyorum” dedim. Birincisine, algı yönetimi yapıyoruz, 6 tane doktoralı (Ph. D.) arkadaşımızı çıkardık. Toplumun en iyi eğitilmişlerini koyduk. Onlar da çok düzgün bir şekilde dertlerimizi anlattılar. Bu da basında çok büyük yer tuttu. Arkasından en büyük basın toplantımızı yaptık. Amerika'da doğup büyüyen bir lise öğrencisi kızımızı çıkarttık, konuştu tek başına. Öyle de güzel konuştu ki, aksansız anlattı. Çok da güzel bir kızımız, 16 yaşlarında. Dedi ki; “Ben burada doğdum büyüdüm. Bizler Amerikalıyız. Bizlere okulda, her türlü sorunu uygar bir şekilde tartışabileceğimiz öğretiliyor. Şiddete, hakarete, tehdide lüzum yok. Ben de bütün herkese söylüyorum. Türkler de Türk-Amerikalılar da her türlü sorunu Ermenilerle tartışabiliriz. Ne lüzum var böyle teröre, öldürmeye?” Çok büyük bir sükse yaptı. Bütün kanallarda, gazetelerde yayımlandı.
New York, Washington D.C., Houston, Dallas, Chicago’dan telefonlar geldi, “Nasıl yaptınız, biz de yapmak istiyoruz” diye. Bu böyle yayıldı, bir sinerji oluştu. Büyükelçimiz Sayın Dr. Şükrü Elekdağ, hayatım boyunca gördüğüm en iyi diplomat. Daha üstünü olmadı. Sözü söz, bilgisi bilgi, tam bir beyefendi. O bile telefon etti; “Ergün Bey” dedi, “siz bu işi devam ettirin.” Ben de “Şükrü Bey, ben çalışıyorum. Bu iş para işi, biz cebimizdeki her şeyi harcadık. Artık takatimiz kalmadı” dedim. “Durmayın, ben Amerika'daki zengin Türklerle görüşüyorum, sizlere yardımcı olacağız, aman durmayın” dedi. Yani o momentum bizi bugünlere getirdi.
Hem kendi hikâyenizde hem Amerika'da bahsettiğiniz o dernek ve derneğin kendini ifade etme sürecinde bilgiye, eğitime çok önem verdiğiniz belli. O kızcağızın söylediği şey, Amerika'daki sorunları çözerken aslında her şeyi uzlaşarak çözebileceğimizle ilgili. Bu bana biraz da Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni anımsattı. Yani Jefferson'ın oradaki “mutluluğun peşinde” ifadesi, çift anlamlı bir ifade. Kim için? Kendim için mi, yoksa toplum için mi? John Adams burada “öykünme” ve “tutku” arasında bir ayrım çiziyor. Siz de kendi buluşlarınız noktasında çok hırslısınız ama bunların hizmet edeceği kitle olarak baktığımız zaman topluma ve dünyaya hizmet noktasında bir tutku da görüyorum. Kendini göstermek, okumak isteyen öğrencilere de çok destek veriyorsunuz. Bunu da biliyorum. Hem bu gençlere, bugünün gençlerine bir tavsiye noktasında hem de kendini göstermek, fikrini ortaya koymak, eğitim almak isteyen ya da Amerika'ya gitmek ya da Amerika'dan dönüp Türkiye'de olmak isteyen; yani her iki kesime de ne tür tavsiyeleriniz olur?
Çok güzel bir soru, Melek Hanım. İlk olarak, sizler üniversitede öğrenmesini öğreniyorsunuz. Dört yıllık eğitim sonunda, ''Aaa! Okudum bitti, her şeyi öğrendim” deyip kitabı kapatırsanız hayatınızın en büyük hatasını yapmış olursunuz. Esas öğrenim hayatta başlıyor. Bir kere öğrenmeye hazır olun. Önünüze çok projeler, çok sorunlar gelecek ve sizden çözmenizi isteyecekler. Korkup kaçmayın. Sizin bir avantajınız var. Bütün bilgiler internette. Parmaklarınızın ucunda tak tak tak, bütün bilgiler akıyor. Tek istediğimiz sizden meraklı olmanız, bir de sorumluluk sahibi olmanız.
Bazı arkadaşlar, bana “Ağabey, bu işlere beni karıştırma, işte ben bunları sevmiyorum” derler. Hani bana dokunmayan yılan bin yaşasın. O yılan sana eninde sonunda dokunur, dokunacaktır. Ne oluyor biliyor musunuz? Amerika'ya gelmiş, 15-20 sene oturmuş insanlar var. Oğlu/kızı okula gittiği zaman, okulda böyle bir ters bir durumla karşılaşınca, mesela Ermeniler bunu dövmüş ya da hakaret etmiş ya da bir köşeye sıkıştırmış, oğlu/kızı ağlayarak eve geliyor. O zaman bize geliyorlar. “Aman, Ergün bir şeyler yap” diyorlar. “Tamam, yaparız” diyorum.
-İsminiz ne?
-Şu.
-Neredesiniz?
-Burada.
-Kaç senedir?
-15.
-Kardeşim, 15 sene neredeydin?
-Eee… Ağabey, işte...
Yani ne anlatmaya çalışıyorum biliyor musunuz? Sorumluluk duygusu olacak. Ekmek hikâyesini anlattım. San Francisco'daki tek Türk müyüm? Hayır. Muhtemelen başkaları da gördü bunu. Ama “Boş ver ya, beni ilgilendirmez” dedi. O ekmeği yedi gitti. Ben ne yaptım? Şikâyet ettim, o ekmeği kaldırdım. Ondan sonra o ekmek satılamadı. Yani biraz sorumluluk olması lazım. Bu toplum için güzel bir şey. Herkes öyle yaparsa o toplum yükselir. Ama mesleğinde de meraklı olacaksın, sorunları öğreneceksin. Emin olun, öyle projeler geliyordu ki önüme. Utanıyordum da bu işi ben bilmiyorum demeye. Eve götürüyordum, kitap okuyordum sabahlara kadar. Anlamaya çalışıyordum. Ona sor, buna sor, sağdan oku, soldan oku. Ama 2-3 ay sonra, Melek Hanım, o işi en iyi bilen ben oluyordum. Bana geliyorlardı, “Ya Ergün, nasıl oluyor bu?” diye. Olay budur. Ben şimdi gençlere diyorum. Bir, meraklı olun mesleğinizde. Okuyun, öğrenin. İki, toplum içinde duyarlı olun. Taşın altına elinizi sokun.
Yüz tane genç varsa, 99'u “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” der. Ama bir tanesi taşın altına elini sokar. Ben o bir tanesini alırım, onu uzaya çıkarırım. Her türlü yardımı yaparım. O 99'a yapmam. Çünkü vatanına, ailene, firmana yardımcı olacaksın, çözeceksin sorunlarını. Böyle insan istiyorum ben. Yani bunları yapmıyorsan o zaman benimle konuşma. Benim etrafıma da girme. Çünkü ben böyle bir adamım. Genç arkadaşlardan rica ediyorum. Meraklı olsunlar, hayat boyu öğrensinler. Öğrenmenin sonu yok. Sorunları çözsünler. Bir de duyarlı olsunlar. Tarihlerini öğrensinler. Bizim çok muhteşem bir tarihimiz var, öğrensinler. Ben çok mutlu olurum.
Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.