Televizyon çocuğu
Tarık Buğra, 29 Ağustos 1982’de Tercüman’da yayımlanan köşe yazısında televizyonun çocukların ve gençlerin yaşama dair tecrübelerine olan etkisinden, doğru ya da yanlış bilgiye çabasız bir şekilde ulaşmalarının onları sorumsuzluğa götürdüğünden bahsediyor; bugün dahi tartışılan hususları öngörüyor.
Televizyon çocuğu diyorlar ve bunu övmek, hatta hayranlıklarını belirtmek için söylüyorlar. Ekliyorlar da “Biz bu yaşlarda bunların binde birini bilmezdik.”
Gerçekten de bir konuşmaya görün, hayranlık üç buçuk dört yaşlarına kadar iniyor. Neler de biliyor bacaksızlar! Yalnız bilmek mi? Ben asıl, fikir yürütmelerine, tartışma yeteneklerine, yargılama güçlerine hayran oluyor…dum.
Kesindi hayranlığım; önlenemezdi; çünkü ben, o yaşlarda, şu bildiğiniz bisiklete “Şeytan pampuru” diyen ve ağzı bir karış açık bakan nesildenim. Ve onların dişleri çıkmadan öğrendiklerini biz dişlerimiz dökülürken, onlarla birlikte öğreniyoruz. Bu durumda -hayranlık bir yana- aşağılık kompleksi önlenebilir mi?
Fakat geçenlerde bir gün, bu hayranlık ve o kompleks silinip gidiverdi; içimi bunların yerine, hüzün ve acıma duyguları kapladı: Televizyon çocuğu her şeyi olağan sayıyordu. Onun için her şey olabilirdi; şaşılacak, hayret edilecek hiçbir şey yoktu; üzerinde yaşadığı dünyanın ve içinde bulunduğu toplumun gerçeklerine, meselelerine, dertlerine… bu -galaksilere göre- mini minnacık konularına yabancılaşmak, onlardan kopmak, onları kavrayamayacağı kadar küçümsemek tehlikesiyle karşı karşıya idi.
Bu tehlikeyi çok büyük gördüm; çünkü bu küçümsemenin, bu kavrayamamanın, bu yabancılaşmanın robotlaşmaya ve robotlaştırılmaya kadar varabileceğini düşündüm; kaderlerinin başka ellere teslimi demek olacağını düşündüm.
Şimdi artık, televizyonu, insanın seçme hakkından ve kişileşme çizgisinden vazgeçişi gibi görüyorum.
O kadar da değil: Televizyon çocukları bana, televizyon kelimesinin ve televizyondan öğrenilen yığınla şeyin değil bilinmek; hayal bile edilemediği çağlarda yaşamış Doğulu, Batılı, Kuzeyli, Güneyli sanat, düşünce ve bilim adamlarını hatırlatıyor. O zaman da sormadan yapamıyorum:
Televizyon çocuklarının bir Yunus Emre, bir Şekspir, bir Itrî, bir Mozart, bir Dekart… Kısacası, hatırlayın lütfen insanlığın gururu olan ve çok önemsiz hediyeleri arasında televizyon da bulunan o devler galerisini… onlardan birisi olmak şansı, acaba televizyonsuz çağların çocuklarından daha mı fazladır?
Televizyon çocuğu çilesiz, çabasız, araştırmasız ve asıl önemlisi, içten gelen heves ile hakkını ödemeden öğreniyor; seçmeden, yeteneklerinin iç güdüsü ile benimsemeden öğreniyor; herkes ile birlikte öğreniyor; kimi çekiç atmak, kimi maraton veya şu, bu mesafede koşmak için yaratılmış ama tümü aynı yarışta koşturuluyor.
Ve televizyon çocuğu mizacını da yaşını da yaşayamıyor; gerçek dünyasından, içine gireceği meselelerden, gerçeklerden kopuyor; tepkiciliğe, redde, sorumsuzluğa, başkaldırıya yöneliyor.
Ve öyle sanıyor, hatta inanıyorum ki sıradan adam olma, sıradan kafa ve yetenek olma tehlikesi ile yetişiyor.
Ben artık acıyorum onlara. Elimden de ancak bu gelir. Ama ellerinden bir şey gelecek olanlar var, büyük düşünce ve eğitim adamları var. Devlet sorumluları var; onlar televizyonu, televizyon çocuklarını, yani insanlığın geleceğini meselelerin en ciddisi saymalıdır.
Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.