Hora araştırma için denize açıldı

24 July 1976

Hora Araştırma Gemisi, 23 Temmuz 1976’da dualarla Ege sularına uğurlanmış; petrol kaynaklarına yönelik tespit çalışmalarını başlatmıştı. Günlerce gündemde kalacak bu haber, ertesi gün (24 Temmuz'da) Tercüman’ın manşetinde yer almış; ardında bıraktığı siyasi tartışmaları sayfalarına taşımıştı.

MTA Sismik-1 (Hora) Araştırma Gemisi, 23 Temmuz 1976 sabahı İstinye Tersanesinde yapılan törenle Ulaştırma Bakanlığı tarafından Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına teslim edilmiş, daha sonra kurbanlar kesilip dualar edilerek denize açılmıştı. Hora Araştırma Gemisi, böylelikle Ege’de sismik araştırma yapacak, muhtemel petrol kaynaklarının tespitini yapacaktı. Geminin denize açılmasının ardından Dış İşleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, Yunanistan’ın Ankara Büyükelçisi Kozmodopulos’a Hora’nın göreve başladığını resmen bildirmişti. Siyasi atmosfer bu geminin yolculuğu üzerinden dahi devam etmiş, Başbakan Süleyman Demirel ile CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in gerilimli diyalogları gündeme yansımıştı. Demirel bu gerilimi “Ege’de sismik araştırma yapılacaktır. Türkiye’de bunu yalnız Ecevit başka türlü anlıyor, esef ederim” şeklinde ifade etmişti. Tercüman’ın 24 Temmuz 1976 yayınında manşette yer bulan bu olay; günlerce konuşulacak, enerji kaynaklarına yönelik umudu körükleyecekti.

Demirel: “Benim köküm Türk milletinin kalbindedir”

06 January 1965
6 Ocak 1965 günü Tercüman’da böyle bir manşet atılmıştı. Önceki gün AP Genel Başkanı Demirel, kendisine dair çıkartılan dedikodulara cevaben basına açıklama yapmış, iddiaları yalanlamıştı. Tercüman’ın tanıklığıyla o güne dönüyoruz.

6 Ocak 1965 günü Tercüman’da şöyle bir manşet atılmıştı. “Demirel: ‘Benim köküm Türk milletinin kalbindedir.’” AP Genel Başkanı Süleyman Demirel, 5 Ocak 1965’te bir basın toplantısı yapmış, hakkında çıkarılan dedikodulara cevap vermişti. Dedikodular, genel başkanlık seçimini kazanmak için içeriden veya dışarıdan mali yardım aldığına yönelikti. Söylentiler, seçime hazırlanan Türkiye’nin siyasi gündemine oturmuş, tartışmaları da beraberinde getirmişti. Demirel, partinin ve kendisinin itibarı aleyhine olan iddialara dolayısıyla yanıt verme ihtiyacı duymuş; kamuoyuna kendini anlatmak için beyanat vermişti. Benzer durumlarda da yaşandığı gibi karşılık olarak meşruiyetini halktan aldığına yönelik cümleler kuruluyordu elbette.

Bu iddialara cevaben ise yaptığı basın açıklamasında hiç kimsenin adamı olmadığını, vatana hizmet için AP liderliğine getirildiğini, şahsına yapılan hücumlarla AP’nin yıpratılmak istendiğini ancak bu gayretlerin bir netice vermeyeceğini söylemişti. Demirel yaptığı açıklamayı şöyle devam ettirmişti: “Genel başkanlığı kazanmak için içeriden ve dışarıdan herhangi bir mali yardım görmedim. Hiçbir kartel veya hiçbir tröst ile ilgim yoktur. Bu gibi yayınlar AP’yi yıkmak içindir. Hakkımda haksız iddialarda bulunanlar, kendilerinin kimin adamı olduklarını açıklasınlar. Ben adaylığımı millete hizmet arzusuyla koydum. Türkiye’nin işlerini ve meselelerini ancak Türkiye’nin çocukları halleder. Türkiye, Kore ve Vietnam değildir. Şöyle, böyle olmasını isteyenler büyük bir hüsrana uğrayacaktır.”

Demirel açıklamalarında politikanın tezvir ve iftira olmadığını, hiç kimsenin tarizinden, hücumundan ve tezvirinden en ufacık bir füturu bulunmadığını vurgulamış; hedefin kendisinin değil, AP’nin olduğunu ifade etmişti: “Benim AP Genel Başkanlığına seçilmiş olmam böyle bir kampanyaya hedef olmama yetmiş ve artmıştır bile. Zira kimselere göre AP karışmalı, zayıflamalı ve parçalanmalıdır. Bu tezviratın hedefi esasen beni çok aşar.”

Tercüman’ın haberinde bu basın toplantısı önemli bir yer tutmuştu. Fakat ilk sayfasına taşıdığı diğer haberler de oldukça ilginçti. Irak petrollerinin yüzde beş hissesine sahip ve “Mister yüzde beş” diye tanınan Serkis Gülbenkyan, Türk vatandaşlığına kabul edilmişti, Sovyet Heyet Başkanı, B.M.M’deki konuşmasında “Kıbrıs’a ağır silah vermedik, vermeyiz” demesi Ankara’da tartışmalara yol açmıştı, bir mebusun öldürülmesi üzerine hovardalığı sebebiyle 40 kadın ifade vermiş, ölümü magazinsel bir olay hâline gelmişti. En ilginci -tabii 2025 yılından bakıldığında- kırsaldaki altyapı sorunlarına yönelik umutsuzluktu. “10 milyon köylü susuz, 20 milyonu da yolsuz” haberi altında şunlar yazıyordu: “Bayındırlık bütçesi için milletvekilleri ‘2500 yılında bile köylü yola kavuşamaz’ dedi.” İşaret edilen 2500 yılı, soruna yönelik umutsuzluğu yeteri kadar göz önüne seriyor gibi.

“Türkiye’de hastalanmaya korkuyorum”

26 November 1989
Tercüman’da 26 Kasım 1989 günü böyle bir manşet atılmıştı: “Türkiye’de hastalanmaya korkuyorum.” Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın bu sözü, dönemin koşullarını gözler önüne seriyordu. 47. Türkiye Hükûmeti henüz kurulmuşken, siyasi hareketlilik hâlâ devam ediyordu. Gelin o günlere gidelim.

26 Kasım 1989… 26 Mart 1989 Türkiye Yerel Seçimleri’nin üzerinden sekiz ay geçmiş, seçim sonucunda yedi siyasi parti arasında %28,7 oranında oy olan Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) birinci parti olmuştu. Böylelikle SHP İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere 39 ilin belediye başkanlıklarını kazanmıştı. 1984 Yerel Seçimleri ile kıyaslandığında oyları yaklaşık 20 puan gerileyen iktidardaki Anavatan Partisi (ANAP) ise SHP ve Doğru Yol Partisi’nin (DYP) ardından üçüncü olmuştu. ANAP açısından bu elbette bir hayal kırıklığıydı, belki hem kendisinin hem de belediye sakinlerinin…

31 Ekim’de ise Cumhurbaşkanlığı Seçimleri gerçekleşti; üçüncü tur oylamayla birlikte Başbakan Turgut Özal Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Böylelikle Başbakanlık görevinden ayrılarak, Ali Bozer’in başbakanlığına vekalet ettiği kısa bir dönemin ardından Yıldırım Akbulut’u yeni başbakan olarak atadı. 9 Kasım’da ise Akbulut başkanlığında 47. Türkiye Hükûmeti kurulmuş oldu.

Henüz her şeyin siyasi açıdan taze olduğu ve gerilimin yüksek olduğu böyle bir dönemde elbette kamusal alanda da sesler yüksek çıkıyordu. Tercüman’ın 26 Kasım 1989 tarihli manşeti de çıkan bu seslerin kargaşasını yansıtıyordu. Göze ilk çarpan ise Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı İmren Aykut’un acı itirafıydı: “Türkiye’de hastalanmaya korkuyorum.” Bu bir bakanın kurabileceği ama aynı zamanda ülkenin koşullarını da ortaya koyabileceği en korkunç cümlelerden biri olmalıydı. Haberin devamında hastalara doğru teşhis konulamadığını belirten Bakan, şunları söylemişti: “Hastanelerdeki yetersizlik yüzünden birçok hasta ölüyor. Beyin kanamalı hasta geliyor. Tomografi yok. Haydi taksiye bindirilip özel tomografi çekilen yere götürülüyor. Hâlbuki bu hastanın yaşaması için kımıldamaması lazım belki. O da yetmiyor, alıp yeniden anjiyo için başka yere gönderiliyor. Siz tam teşekküllü hastane kursanız, âlet edevat her şeyi alsanız, doktoru, hemşireyi, teknisyeni getirmediğiniz zaman zaten sağlık hizmeti veremiyorsunuz. Gidin Kırşehir’e, Niğde’ye bakın. Geçen gün ‘Kapatın bari bu hastaneleri’ dedim.” Durumun vahameti ortadaydı ve Bakan’ın sözleri bu vahametin ne derece devlet tarafından görüldüğünü gösteriyordu.

Hemen altındaki haberde ise “Bayındırlık Bakanı’nın şirketi, başına iş açtı” başlığıyla öne çıkıyordu. Haberin detayı şöyleydi: “Milletvekili olunca, kardeşiyle birlikte inşaat şirketi kuran Cengiz Altınkaya, bazı PTT ihalelerini aldı. Bakan olunca şirketteki hisselerini eşine devreden Altınkaya, eski şirketi Aydın’da iki yapı kooperatifinin paralarının üzerine yatınca üyelerin boy hedefi oldu.”

Bunlara ek olarak Yeni Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı bütçesine dair yaptığı görüşmeye yönelik muhalefet partililerden gelen eleştiriler Tercüman’da yerini bulunuyordu: “Cülusa çıkmadan ödeneğini artırdı.” Öte yandan İnönü’nün afişleri Diyarbakır’da yakılıyor; istifalara tepkiler yağıyordu.

Elbette bu kargaşada DYP Lideri Süleyman Demirel’in de sesi duyuluyordu. Partisinin önceki günkü mitinginde iktidarı eleştiriyor; “Yeni hükûmet şimdi neyi yapacak? Eskisi neyi yaptı ki yenisi neyi yapacak? Babası neyi yaptı ki oğlu neyi yapacak?” diyordu. Bedrettin Dalan ise “İktidar ve muhalefetin tabanı yok. Bir siyasi parti vitrinini yenilemiyor. Öteki için vatandaş ülkeyi idare edemez diyor. Muhalefet partilerinin hiçbirinin iktidar şansı yok” diyerek hem iktidara hem de muhalefete yönelik eleştirilerini dile getiriyordu.

Söylemler, yaşananlar, politik gerilimler, ekonomik ve sosyal sorunlar… Türkiye’de yaşam bir şekilde devam ediyordu.

“12 Eylül olmasaydı, Taksim ‘kızıl meydan’ olacaktı”

05 November 1982
12 Eylül 1980 Darbesi ile birlikte ordu tarafından Anayasa da feshedilmişti. 18 Ekim 1982’de kabul edilen yeni Anayasa ise Kenan Evren tarafından şehir şehir gezilerek halka tanıtılmış; 7 Kasım’daki referanduma hazırlanılmıştı. Geziler tamamlanırken Tercüman’da akisleri 5 Kasım’da böyle duyuluyordu.

12 Eylül 1980’de Türk Silahlı Kuvvetleri, yönetime el koymuş; TBMM’nin ve Süleyman Demirel’in Başbakan olduğu hükûmetin faaliyetlerine son verilmiş, birçok siyasi parti kapatılmış, siyasi faaliyetler yasaklanmış, binlerce kişi gözaltına alınmış ya da tutuklanmış, anayasa ise askıya alınmıştı. Türkiye siyasi tarihinde derin izler bırakan bu askerî darbe ile sadece yönetim değil, yasama yetkisi de ordu tarafından ele geçirilmek istenmiş ve 12 Mart 1971 Muhtırası ile değişime uğrayan 1961 Anayasası yürürlükten kaldırılmıştı. Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren, artık devlet başkanıydı. Böylelikle Evren başkanlığında Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanı’ndan mürekkep bir Millî Güvenlik Konseyi kurulmuştu. Böylelikle yeni rejimin hukuki temeli, bu konseyin onayından geçen yeni Anayasa ile atılacaktı.

Öncelikle Danışma Meclisi, kendi üyeleri arasından 15 üyeden oluşan bir Anayasa Komisyonu seçmişti ve 23 Ekim 1981’de açılan bu meclis tarafından Anayasa hazırlanmaya başladı. Hazırlanan bu yasa ise 18 Ekim 1982’de Millî Güvenlik Konseyi tarafından kabul edildi. Fakat asıl mesele, halkın bu Anayasa’yı tanıtılması, onayına sunulmasıydı. Bunun için de çeşitli illerde Anayasa’yı tanıtmak adına Kenan Evren konuşmalar düzenliyor; halkı referanduma hazırlıyor ve oy kullanırken “evet” anlamına gelen beyaz oyu vermesi için halkı telkin ediyordu.

İşte Anayasa’nın kabulünü ve Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olarak seçilmesini onaylayacak olan bu referandum için yapılan gezilerin gerçekleştiği günlerden biriydi 5 Kasım 1982. İstanbul ve Eskişehir’de yeni Anayasa anlatılmış; darbenin meşruiyeti devlet söylemi üzerinden sağlanmaya çalışılmıştı. Tercüman’ın manşetine taşınan bu söylem siyaseti, kamusal alanın her yerine aksediyordu. “12 Eylül olmasaydı Taksim ‘kızıl meydan’ olacaktı!” bir tehdidin ve sözde kurtuluşun ifadesini taşıyordu. Evren, “Bu meydanda az mı vatandaş kanı akıtıldı? Artık o günler geride kaldı” derken darbenin kanlı yönüne elbette temas etmeyecekti. Darbenin özgürlükleri baskılayıcı yanından ise bir tedbir olarak bahsediyordu. Bu tedbirlerin “aşırı uçlarla aynı paralele gelen” yayınlara karşı alındığını söyleyen Evren, “Bugüne kadar basın hürriyetinin ne kadar kötüye kullanıldığını gördünüz” cümleleriyle de yapılan baskıcı uygulamaları halk nazarında meşru göstermeye çalışıyordu. Tercüman’ın da dolayısıyla tersini söylemesi imkânsızdı. Basın tarihinde yaşanan bu baskıyla birlikte önemli gazetecilerin kaybı da Tercüman’da yankı buluyordu tabii o günlerde. Bir yandan Adil Ilıcak ve Burhan Felek gibi Türk basınının önemli isimlerinin vefat haberleri birbiri ardına geliyor; diğer yandan referanduma giden günlerin gerilimli atmosferi Tercüman’ı da etkiliyordu.

Evet, Anayasa maratonu bitiyordu, bu geziler referanduma giden günlerin sonuna tekabül ediyordu. İki gün sonra, yani 7 Kasım 1982’de yapılan referandumda %91,37 “evet” oyuyla Anayasa kabul edilmiş oldu. Ardında bu gezileri, söylemleri, izleri bırakarak…

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...