Artık rahat uyu!
10 Kasım 1982, Atatürk’ün vefatının 44. yıl dönümüydü. Tercüman o gün “Artık rahat uyu!” diyordu Ulu Önder’e… Atatürk’e ithaf edilen şiirler, ilk renkli fotoğrafı yayımlanırken Tercüman’da, yurdun dört bir yanında da törenler düzenleniyordu. Mustafa Kemal Atatürk, saygı ve minnetle anılıyordu.
10 Kasım 1982… Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının 44. yıl dönümü. 12 Eylül 1980 Darbesi’nin üzerinden 2 yıl geçmişti ancak yönetimde hâlâ ordunun sesi, soluğu toplumun ensesinde hissediliyordu. Tercüman’ın manşetinde o gün şu haber yer alıyordu: “Önce devlet anlayışı ile tasvip gören Anayasamızın ışığı altında devlete yönelik suçları yargılayacak olan kuruluş yeni esaslara göre teşkil ediliyor.” Yani Devlet Güvenlik Mahkemeleri gündemdeydi. Böylelikle Türkiye’nin her bölgesinde Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulacak ve bunlar “gerekli görülen” zamanlarda Sıkıyönetim Mahkemelerine dönüştürülebilecekti. Askerî yönetimin sert ilerleyen siyasi ve toplumsal tutumu hâlâ çok net bir şekilde hissedilirken Başkumandan’a ölümünün 44. yılında “Artık rahat uyu!” seslenişinde bulunabiliyordu kamusal söylem… Başkumandan’ın ardında bıraktığı toplum, 12 Eylül’ün ardından acaba ne kadar rahat uyuyabiliyordu, elbette bu tartışılırdı.
Cumhurbaşkanı Evren, yayımladığı mesajda “Atatürk’ün ilke ve inkılapları dışında yol arayanların veya bunları yozlaştırmaya çalışanların 12 Eylül 1980 sonrası düştükleri hazin akıbet, bu gibi hareketlere yeltenenlere daima ibret dersi olmalıdır” derken darbenin meşruiyetini, cumhuriyet ve demokrasi için mücadele vermiş bir liderin ilkelerinden almaya çalışması maalesef elim bir çelişki yaratıyordu. Fakat bu da alışagelen bir şeydi Türk siyasetinde. Bu meşruiyet temeli söylemlerde, törenlerde, kamusal alanda yeniden inşa edilmeye çalışılıyordu.
Bütün yurtta, dış temsilcilikler ve KTFD’de Atatürk’ü anmak için törenler düzenleniyor, Atatürk’ün mirasına sahip çıkıldığı vurgusu yapılıyordu. Tercüman’a bu atmosfer yansısa da Ulu Önder’i büyük bir saygı, minnet ve sevgiyle anıyor, sayfalarına taşıyordu. Ona ithafen şiirler yayımlanıyor, ilk renkli fotoğrafına yer veriliyordu.
“Erdi Cumhuriyetim 50 şeref yaşına”
29 Ekim 1973… Cumhuriyetin 50. yılı… Türkiye hem 50. yılın coşkusunu hem de Ramazan Bayramı’nın sevincini yaşıyordu. Liderler gün için hazırlığını yapmıştı; Cumhurbaşkanı Korutürk, Başbakan Talu, Senato ve Meclis Başkanı, Genelkurmay Başkanı, bakanlar, parti liderleri ve Kuvvet Komutanları Anıt Kabri ziyaret edecekler; o güne dair mesajlarını yayımlayacaklardı. Zira mesajlar dönemin siyasi gerilimlerini yansıtan içerikte olacağı da malum. Korutürk “Parlamenter sistemin yerleşmesi ve yaşatılması sınavı üzerindeyiz” ve Ecevit “Her şey demokrasinin bütünleştiği rejim içinde çözülecektir” derken var olan bir kaygıyı ve bu kaygının çözümü olarak söylem pratiğini harekete geçirmişti. Demirel ise “İkinci 50 yılda çok daha fazlasını başarabiliriz” diyerek umutlarını vaatlerine katmış gibiydi.
Tabii, o günün şerefine başka bir olay daha gündemdeydi: Boğaziçi Köprüsü… 29 Ekim’de büyük bir açılışla İstanbul’un iki yakasını birleştiren köprü halka sunulacak; kullanımına ise iki gün sonra başlanacaktı. (Tercüman’ın ifadesiyle) “iki yakası bir türlü bir araya gelemeyen belediye” Taksim-Bostancı, Beşiktaş-Beykoz arasında gerçekleşecek otobüs seferlerinin müjdesini vermişti. Seferler 35 dakikada bir yapılacak, yolculuk tahminen 2 saat 20 dakika sürecekti. Bu yeni müjde, belki de ulaşımdaki bu devrim 50. yılın coşkusuna yayılıyordu, beraberinde pek çok tartışmayı getirerek…
Demirel: “Mescid-ül Aksa felaketi karşısında Müslüman ülkelerin yanında yer almaktayız”
Mescid-i Aksa… Müslümanların ilk kıblesi… Altı Gün Savaşlarının ardından Orta Doğu’da gerginlik durulmamıştı. Müslümanlara yapılan saldırılar, sadece kan dökmüyordu; tarihine, inançlarına, ibadethanelerine de zarar veriliyordu. 21 Ağustos 1969’da Kudüs’te yine böyle bir saldırı gerçekleşmişti. Müslümanların ilk kıblesi, Mescid-i Aksa Avusturalyalı Denis Michael Rohan tarafından kundaklanmıştı; kundaklama sonucunda ortaya çıkan büyük yangında mescidin 12. yüzyıldan kalma minberi yok olmuştu. Yangından birkaç gün sonra 22 Ağustos’ta kundakçı yakalansa da insanlarda büyük bir tedirginlik hâkim olmaya devam etmişti. Türkiye’de de bu olay büyük bir tepki ile karşılandı. Başbakan Süleyman Demirel “Mescid-ül Aksa felaketi karşısında Müslüman ülkelerin yanında yer almaktayız” diyerek hem tepkisini hem de İsrail’in karşısında olduklarını ifade etmişti.
Ve onlar barışı göremediler
22 Eylül 1980’de başlayan bir savaştı İran-Irak Savaşı. Bu savaşın galibi yoktu, kazananı değil; bu savaşın sonunda katledilen yüzbinlerce insanın vicdanî yükü vardı. Sekiz yılın ardından 20 Ağustos 1988’de ateşkes ilan edilmişti. Barış ne kadar sürecekti, bu belirsizdi, hâlâ belirsiz. 2024’te bile. Orta Doğu’nun kanla sulanan toprağı, BM’nin o zaman da belli çıkarlar dâhilinde, göstermelik bir şekilde ilgi alanındaydı. Her ne kadar görevde olduğu söylense de…
Tercüman hem dünyanın hem ülkenin nabzını tutarken haberleriyle; bu katliama da sessiz kalmamıştı. Savaşın gerçekliğine dair her şey, tüm çıplaklığıyla sayfalarında yer bulmuştu. Yazıldığı gibi, savaşta “1 milyon insan boşu boşuna öldü… Geriye sadece ızdırap ve gözyaşı kaldı.” Ve hayat orada dondu. Tercüman bu savaşın tanıklığını, okurlarına yakın dünya tarihinde asla unutulmaması gereken fotoğraflarla sunuyordu. Oğluna veda eden bir babanın fotoğrafı beliriyor manşetin yanında ve altında yazıyor: “Cepheye gidiyor baba. Bırakmamacasına öpüyor yavrusunu. Bir daha görecek mi, geriye dönecek mi bilinmez.”
Bilmiyoruz, dönen var mı? Bugün, 3 Ekim 2024. 36 sene geçmiş bu savaşın ardından. Orta Doğu hâlâ kanla sulanıyor. Suriye’de binlerce insan iç savaşa; Rusya’nın, Amerika’nın da katkısıyla kurban gitti. Bugün İsrail önce Filistin’e, sonra Lübnan’a, şimdi de İran’a saldırıyor. Ölen milyonlarca, yüz binlerce insan var, çocuk var. Barış mümkün mü, gelecek mi bilmiyoruz. Ama geriye keder, gözyaşı ve kurumuş vicdan kalacak. Ve o insanlar barışı asla görememiş olacaklar.