12 Mart Muhtırası: Ordu yine idareye el koydu!
12 Mart 1971 günü Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanı generaller; Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini dayanak göstererek Cumhurbaşkanı, Senato ve Meclis Başkanlığı’na muhtıra vermiş; bu muhtırada parlamento ve hükûmetin ülkeyi anarşiye ve kardeş kavgasına sürüklediğini, derhâl partilerüstü yeni bir hükûmetin kurularak anayasanın öngördüğü reformların yapılmasını, aksi takdirde idareye al koyacağını bildirmişti. Tabii bu ilanın öncesinde yayımlanan ve dağıtıma çıkan Tercüman’da o gün; muhtıradan bağımsız olarak ülkenin içerisinde olduğu gerilimler gündemdeydi. Aslında muhtıra bekleniyor izlenimi hâkimdi Tercüman’da. Son dönemde yaşanan öğrenci hareketleri, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının dört Amerikan askerini kaçırmaları ordunun hazırda bekleyen müdahalesinin pimini çekti. Tercüman’da bir yandan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının şifreli mektupları, onlar aranırken ölü bulunan şoförün fotoğrafları yayımlanırken; diğer yandan Yılmaz Güney’in yeni fotoromanının reklamı veriliyor, sayfanın başka köşesinde “İstiklal Marşı ve Mehmet Akif Haftası” sebebiyle “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın!” sözü yer alıyordu. Tüm bu birlikteliğin yanında ordunun ayak seslerinin farkında olan Tercüman’ın “Her Şey Açık Açık ve Resmen Söylenmelidir” başlığındaki baş yazısında ise şu ifadeler dikkat çekiyordu: “Olayların genişlediği, meselelerin dar boğazlara itildiği, içinden çıkılmaz gibi görünen ortamın doğduğu günler geldiği zaman, Türkiye’de bütün kafalar, bir yönlü işleyen bir çark gibi, ordunun ne yapacağını ve hatta idareye ne zaman el koyacağını düşünmeye başlarlar. Ordu ileri gelenleri, kumandanları, Ankara’da olayların bir değerlendirmesini yapmayı düşündükleri zaman ise ordunun rejime son vereceği hesabını art arda sıralarlar. Sanki ordu, bu memleketin insanlarının ordusu değildir. Sanki ordu hürriyetlerin ve Cumhuriyet’in ilelebet pâyidar olmasını benliğinde ve bünyesinde yaşatan ordu değildir. Derhâl saatler ayarlanır, her sabaha karşı tankların ordu birliklerinin başkent sokaklarını, resmî dairelerini işgal edeceğine dair çeşitli hikâyeler sıralanır. Saklayamadığımız bir gerçeği söylememiz gerekirse, bu alınganlık ve tedirginlik ortamı, 1960 yılından bu yana yaşamaktadır. Bir türlü içimizden, ordu müdahalesi fikrini atamamışızdır. Bir türlü bir Anayasa olduğunu, bu Anayasa’yı sadece sivil idarecilerin değil, askerî kuvvetlerin de saydığını unutmamamız hususunda birleşememişiz. Kumandanların kendi aralarında yaptıkları toplantının öncesi ve sonrası, gene bu ortamın bilerek yeşertilmesi ile geçmiştir. Görünen köyün kılavuz istemediği gibi, bugünkü durum dolayısıyla ordunun mutlaka müdahalesinden medet umanların menfi davranışlarına devam edeceği açık ve seçiktir. Ancak bir noktayı hiç kimsenin unutmaması gerektiğidir. 1961 Anayasası’nı yapan Türk Ordusunun temsilcileridir. Türk Ordusu bugüne kadarki bütün davranışları ile Anayasa çizgisi içinde kalmayı arzuladığını göstermiştir. En son örneğini de gene Genel Kurmay Başkanı Sayın Memduh Tağmaç vermiş, kumandanlar toplantısını açış konuşmasında, orduyu müdahaleye iten ve zorlayanlar olduğunu fakat Türk Ordusunun Anayasa düzeni içinde kalmaya kararlı bulunduğunu söylemiştir. Sayın Tağmaç’ın konuşmasından çıkan sonucu özetlemek gerekirse, Türk ordusu; yarattığı Anayasa’nın sınırları içinde hürriyetçi nizamın yanında aşırı sağ ve sol kanatlarla ülkeyi parçalamaya yönelmiş birtakım sapık cereyanların karşısındadır. Ordunun siyasi olayların içine girmeden düzelmesini istediği unsurlar vardır. Ordunun şikâyetçi olduğu, bir kısım basın ve TRT’dir. Ve ordu mensuplarına ağır hareketleri sıralayacak bazı yanlış davranışlar vardır… Ordu bunların önlenmesini istemektedir.” Ama bu sözlerin yayımlandığı gün ordu, arkasına Anayasa’yı da alarak idareye el koymuştu; konuşulan şey gerçekleşmiş, söylemlerin tersine hareket edilmişti.
Muhtıra; 12 Mart günü saat 12.40’te TRT radyolarından okunan bildiri ile ilan edilmişti. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu’nun imzasını taşıyan muhtırada şu ifadeler yer alıyordu: “1. Parlamento ve hükûmet süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş; Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa’nın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır tehlike içine düşürülmüştür. 2. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin, partilerüstü bir anlayışla Meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve Anayasa’nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükûmetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir. 3. Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır.” Böylece muhtıra Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi Başkanlıklarına tevdi edildi. Demirel hükûmeti istifaya zorlandı fakat beklenildiği üzere parlamento feshedilmedi, partiler kapatılmadı ya da Anayasa askıya alınmadı. İstenilen teknoktat bir hükûmetti ve bunun inşası için çaba gösterilecekti. Muhtıra, ertesi gün 13 Mart’ta Tercüman’da da aynı ifadelerle “GENELKURMAY BAŞKANI VE KUVVET KUMANDANLARININ MUHTIRASINDA İLERİ SÜRÜLEN ŞARTLAR GERÇEKLEŞMEZSE ORDU İDAREYE EL KOYACAK” manşeti beraberinde duyurulmuştu. Hemen arkasında “Muhtırayı, Anayasa ve Hukuk Devleti Anlayışı ile Kabili Telif Göremediği İçin Hükûmet İstifa Etti” başlığı ile Demirel ve ekibinin istifası ilan edilmiş, istifa mektubunun detayları yayımlanmıştı. Aynı zamanda CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün kamuoyuna yaptığı açıklama da ilgi çekici bir şekilde Tercüman’da öne çıkmıştı: “Bana atfedilen sözler bir temenni mahiyetindedir. Bütün dikkatim demokratij rejimin normal işlemesi üzerinedir. Bunu temenni ediyorum.”
Hükûmetin istifası ve istifanın kabul edilmesinden sonra, Cumhurbaşkanı Sunay, yeni hükûmetin kurulması yolundaki temaslarına 13 Mart akşamı 18.00’den itibaren başlamıştı. Sunay, Çankaya Köşkü’nde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu ile Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Jandarma Genel Komutanı Kemalettin Eken’i kabul ederek kendileriyle görüşmüştü. Bu görüşme ise ancak 23.30’da sona ermişti. Öte yandan muhtıra Senato’ya sunulmuş ve Başkan Tekin Arıburun tarafından muhtıra sert bir şekilde eleştirilmişti: “Yüksek Senato’nun ithamlarla ilgisi yoktur. Kamuoyu referandum ile meydana çıkar.” Senato Başkanı’nın bu çıkışı, AP’liler tarafından ayakta alkışlanmıştı. Tüm bu gerilimli anlar Tercüman’ın 14 Mart 1971 tarihli yayınında en ufak ayrıntılara kadar sayfalara taşınıyordu. Bir yandan da halkın galeyana gelmemesi, bu gerilimleri sakinlikle tolare edebilmesi için siyasilerin söylemlerine yer veriliyordu. Demirel’in “Olayları sükûnetle karşılayın” telkinine, ilginç bir şekilde CHP Genel Merkezi’nin son siyasi olaylarla ilgili müsbet, menfi hiçbir tezahüratın yapılmamasını istemesi eşlik ediyordu. Tabii partilerin görüşü aynı değildi ama durumun belirsizliğinden dolayı “Demokratik rejim oldukça gerilemiştir” demekle yetiniyorlardı. Tercüman aynı zamanda hükûmete dair ihtimalleri de sıralıyordu: “Sunay’ın ‘Millî Koalisyon’ için gayret sarf edeceği zannediliyor. Başbakanın parlamento dışından olması ihtimali var.” Tahminlerin doğruluğu ilerleyen zamanlarda ortaya çıkacaktı ama haber şöyle devam ediyordu: “Cumhurbaşkanı Sunay’ın yeni hükûmetin kurulması ile ilgili çalışmalarına 17 Mart Çarşamba gününden itibaren başlayacağı ve parti liderleri ile bu konuda ayrı ayrı görüşmeler yapacağı öğrenilmiştir. Demirel hükûmetin istifasından sonra, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının verdikleri muhtıra ışığı altında “kuvvetli ve inandırıcı” bir hükûmetin teşkiline çalışılacaktır. Genel eğilime göre, parti çekişmelerine son verebilmek için Cumhurbaşkanının bir Millî Koalisyon imkânı arayacağı ifade edilmektedir. Millî Koalisyon gerçekleştiği takdirde bu hükûmetin ve Meclislerin önseçim, seçim kanunları, bazı reform tasarıları ve bazı Anayasa değişiklikleri süratle gerçekleştirmesi beklenecektir. Ayrıca bu hükûmetin Meclislerden erken seçim kararını geçirmesi de istenecektir.”
Gerilimli günler devam ediyordu. 14 Mart’ta saat 11.00’de Adalet Partisi’nin Senato ve Millet Meclisi Gruplarının ortaklaşa yaptıkları toplantı sonrasında basın ile bir araya gelen Süleyman Demirel “Bizim Anayasa ve Hukuk Devletine ve Cumhuriyete sadık olmaktan başka suçumuz yok” açıklamasında bulunmuştu. Bu söz Tercüman’ın 15 Mart baskısının manşeti oldu: “Cumhuriyete, millî iradeye, demokrasiye olan inancımızı kaybetmeyeceğiz.” Demirel ve AP’liler için hayal kırıklığı elbette çok büyüktü. Cumhurbaşkanı Sunay, Bakanlar Kurulu’nun istifasından sonra meydana gelen durumu görüşmek üzere siyasi partiler, parlamentodaki grup yöneticileri ve bağımsız üyelerin temsilcileri ile Çankaya’da düzenlediği toplantıya Demirel bu sebeple katılmamıştı. Yeni hükûmete yönelik tahminler ve görüşler birbiri ardına Tercüman’da kamuoyuyla paylaşılırken ortak kanaat “millî koaliston”du. Türk-İş’in “Demokrasiyi korumaya ant içen işçiler, millî koalisyonu destekleyecektir” bildirisi de dikkat çekiyordu. “Empoze hükûmet mecliste itimat oyu zor alır” başlığı ön plana çıkıyor, vurgu demokrasiye yapılıyordu. Bütün bunlar yeteri kadar ortamı belirsiz hâle sokarken Akşam ve Dünya gazetelerinin önünde meydana gelen patlama endişe uyandırmıştı. Tercüman’ın haberine göre; 14 Mart’ta gece yarısına doğru üç ayrı yerde patlama olmuştu. Saat 22.45 sıralarına meydana gelen ilk patlamada Akşam ve Dünya gazetelerinin camları kırılmıştı. Saat 22.53 sularındaki ikinci patlama ise Şişli’deki Amerikan Türk Ticaret Bankası’nın önünde olmuş, civar evlerin camları kırılmış ve halk sokağa fırlamıştı. Üçüncü patlama ise Tepebaşı’ndaki Amerikan Konsolosluğu önünde gerçekleşmiş, hasar henüz tespit edilememişti.
Tercüman’ın 16 Mart gününün manşetlerinde ise CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün “Demokrasi dışında rejim tanımıyoruz” sözleri yer alıyordu. İnönü, partisinin Senato ve Meclis Gruplarının 15 Mart’taki toplantısındaki konuşmasında şunları söylemişti: “Yüksek Ordu Komutanları bir hükûmetin değişmesini ve yeni kurulacak hük3umetin kısa vadeli ve uzun vadeli ne gibi işler yapmaları lazım geldiğini düşünür, takdir eder ve yapılması lazım zaruri bir tedbir olarak teklif ve ısrar ederse, artık parlamento hayatının işlediği tasavvur olunamaz. Parlamento Anayasa düzenidir. Onun denetlenmesi, hükûmetin düşürülmesi, kurulması usullerinin tayin olduğu yerdir. Seçimden itibaren yeni gelecek parlamentonun hangi esaslar üzerinde çalışacağı belli olur.” Ve sözleriyle çelişip tek çare ordunun demokrasi için sağlayacağı inisiyatifmiş gibi şöyle ekliyordu: “Muhtıra, demokrasiyi esas tutuyor. Formül; süratle hükûmet kurmak, anarşiyi önlemek ve derhâl seçime gitmektir. Başka çare yoktur.” Çelişkinin diğer yüzü ilerleyen cümlelerde de kendini gösteriyordu: “Meclislerin selahiyetleri mutlaktır. Bir meclise, askerî bir kıta gibi şunu şöyle yapacaksın, bunu böyle demeye imkân yoktur.” İnönü’nün bildiği üzere gayet de vardı ve istenilen şeyde kendisi için de bir pay vardı. Tabii İnönü’nün açıklamasından çok Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın sözlerini herkes bekliyordu. Tercüman’ın manşetlerinden biri de Sunay’ın açıklamasıydı: “Anarşi önlenecek.” Peki, demokrasiye ne olacaktı? Cumhurbaşkanı’nın 16 Mart’ta Türk milletine hitaben yayımladığı bildiride şunlar yazıyordu: “Sevgili vatandaşlarım, Memleketimizin ana ve önemli meseleleri üzerindeki gelişmelerin uzunca bir süredir aksaması ve son günlere kadar muhtelif yerlerde cereyan eden anarşik olaylar dolayısıyla Silahlı Kuvvetlerimizin 12 Mart 1921 tarihli uyarması sonucunda Cumhuriyetimiz, Devletin derin ve sonu karanlık bir çıkmaza girmesini önleyen tehlikeli bir dönemi geride bırakmış ve yeni bir devreye girmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası için asıl teminatın ilgili bütün kurumlardan önce vatandaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancında bulunan ve memleketin tarihî geçmişi ile acı gerçeklerini çok iyi bilen Silahlı Kuvvetlerimiz Anayasa gereklerimiz ve 211 sayılı kanunun kendilerine tevcih ettiği görevleri bu defa da Atatürk devrimlerine bağlılığın tam şuuru ve yetki sınırları içinde yerine getirmiş bulunuyor. Sadece demokratik düzenin kurulmasıyla yetinilmesi mümkün olmayan Anayasamız tayin ve tarif ettiği Cumhuriyet rejimine uygun ve şanlı tarihimize layık millî bir kalkınmayı sağlamak için kapsamındaki iktisadi, sosyal, kültürel ve idari reformları planlı bir şekilde tahakkık ettirmemizi gerektirmektedir. Bu sebeple Anayasayı uygulamakla görevli bütün vatandaşlar ve sorumlu kuruluşlar arasında inanç ayrılığına, tutum ve davranış ayrılığına ve bunların sürdürülmesine bundan böyle müsamaha ve tahammül edilemeyecek bir duruma girilmiştir. Cumhuriyetimizin niteliklerini yasakladığı irtica ve komünizme saptırmadan geliştirmek, millet ve ülkelerimizin bölünmez bütünlüğü ile Türkiye Cumhuriyeti’nde laikliğin ve medeniyetçiliğin korunması amacını güden devrim kanunlarını teminat altında tutan bağlayıcı ve emredici esaslar bulunmasına rağmen bunların gizli veya açık surette ihlali ile vahim olayların vukuuna ve cezasız kalmasına müsaade edilemez. Aşırı sağ ile aşırı solun kanunlarımızı aşan can ve mal kayıplarından başka yarattıkları güvensiz bir ortam yüzünden milletimizin huzurunu bozan ve sabrını taşıran anarşik olaylar süratle bertaraf edilecek ve tekerrürleri kesinlikle önlenecektir.” Devam eden bildiri, maalesef ki ordunun dilinden çok da farklı değildi. Söylenenlerin içinde demokrasinin akıbetine dair herhangi bir alamet de görünmüyordu. 10 gün sonra yeni hükûmet kurulduğunda ordunun gölgesi, siyaseti anbean takip etmeye devam edecek; siyasi otorite “anarşi karşıtlığı” üzerinden oluşturulan dille sağlanmaya devam edecekti.