12 May 2025

Yapay zekâ çağında insani gelişmenin seyri ve Türkiye

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı 2025 yılı İnsani Gelişme Raporu’na göre, dünya genelinde insan gelişimi açısından bir ilerleme trendi olmakla birlikte bu gelişme son derece eşitsiz ve kırılgan biçimde seyrediyor. Peki, yapay zekâ çağında Türkiye’de durum ne yönde ilerliyor?

İçinde bulunduğumuz çağ, hem insani gelişme alanında büyük kazanımların hem de derinleşen kırılganlıkların yan yana yürüdüğü, çelişkiler barındıran bir dönemdir. Bir yandan yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısında bir azalma gözlenirken, diğer yandan bu kazanımları tehdit eden yapısal sorunlar ve küresel riskler daha görünür ve etkili hâle geliyor. Küresel ekonomideki belirsizlikler, iklim krizinin ivme kazanması, sosyal kutuplaşmanın derinleşmesi, teknolojik dönüşümün istihdam ve eğitim üzerindeki etkileri, sağlık sistemlerinin kırılgan yapısı ve kurumsal güven erozyonu bu dönemin belirleyici unsurları arasında yer alıyor. Söz konusu dinamikler, insanlığın kalkınma sürecinde yalnızca ekonomik büyüme göstergeleriyle tatmin olamayacağını, refahın niteliği ve sürdürülebilirliği üzerine daha yoğun düşünmeyi zorunlu kılıyor.

Ekonomik büyümenin doğrudan refah artışı anlamına gelmediği, artık net bir biçimde anlaşılmış durumdadır. Özellikle 2008 finansal krizinden bu yana ekonomik modellerin etkinliği, gelir dağılımındaki adaletsizlik, küresel tedarik zincirlerinin dayanıklılığı gibi konular daha fazla sorgulanırken, yalnızca kişi başına düşen gelir değil; aynı zamanda sağlık, eğitim, eşitlik ve çevresel sürdürülebilirlik gibi çok boyutlu göstergeler üzerinden bir kalkınma anlayışı şekilleniyor. Bu bağlamda insani gelişmişlik endeksi gibi göstergeler, ekonomik performansla toplumsal iyilik hâlini ilişkilendirmede kritik bir rol üstleniyor. Ancak bu göstergelerin bile artık yetersiz kaldığı ve dünyanın kapasitesini dikkate alan yeni ölçütlere ihtiyaç duyulduğu açıkça dile getiriliyor.

Çoklu krizlerin ayak sesleri

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) 2025 yılı İnsani Gelişme Raporu’na göre, dünya genelinde insan gelişimi açısından bir ilerleme trendi olmakla birlikte bu gelişme son derece eşitsiz ve kırılgan biçimde seyrediyor. Pandemi dönemi, bu eşitsizlikleri daha da görünür hâle getirirken; sağlık hizmetlerine erişimden uzaktan eğitime, dijital altyapıdan sosyal güvenlik sistemlerine kadar birçok alanda ülkeler arasındaki yapısal farklar çarpıcı biçimde ortaya çıkmaya devam ediyor. Bu süreçte gelişmiş ülkeler hızla toparlanma eğilimi gösterirken, düşük ve orta gelirli ülkelerde bu toparlanma daha yavaş ve sancılı bir şekilde gerçekleşiyor. Bu durum, küresel sistemdeki adaletsizliklerin yalnızca bir sonuç değil, aynı zamanda yeni krizlerin doğrudan tetikleyicisi haline geldiğini bize gösteriyor.

Bütün bu yaşananların yanında diğer bir önemli mesele ise yaşanmakta olan güven krizi. Kurumlara, siyasi yapılara ve hatta bilimsel otoritelere olan güvenin sarsılması; bireylerin belirsizlik karşısındaki savunmasızlığını artırıyor ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştiriyor. “Güvensizlik çağı” olarak tanımlanan bu durum ve güvensizliğin sadece yerel değil, aynı zamanda küresel iş birliğini tehdit eden bir unsur hâline geldiğini gösteriyor. Güvensizlik sadece sosyal bir sorun değil; aynı zamanda ekonomik karar alma süreçlerini de etkileyen bir dinamik özelliğine sahip ve sermaye hareketlerinden yatırım kararlarına, tüketici eğilimlerinden seçim sonuçlarına kadar geniş bir yelpazede etkili oluyor.

Öte yandan iklim krizi, insanlık için varoluşsal bir tehdit olmaya devam ederken bu krizin yalnızca çevresel değil, aynı zamanda sosyal ve ekonomik boyutlarıyla da ele alındığı; artan sıcaklıklar, kuraklık, su kıtlığı ve doğal afetlerin özellikle kırılgan toplulukları daha sert biçimde etkilediği vurgulanıyor. Ayrıca bu krizle başa çıkmak için önerilen çözümler arasında yalnızca teknolojik yenilikler değil; aynı zamanda sosyal politikaların dönüştürülmesi, dayanışmanın kurumsallaşması ve kaynakların adil dağıtımı yer alıyor. Bu noktada çevresel sürdürülebilirliğin, ekonomik politikalarla entegre biçimde ele alınmasının gerekliliği ön plana çıkıyor.

Dünya yapay zekâ çağında yol alırken

Gün geçtikçe toplumların yüzleştiği eşitsizlikler, yalnızca gelir veya servet farklılıkları ile sınırlı kalmayıp; eğitim, sağlık, teknolojiye erişim, iklim krizine karşı kırılganlık gibi çok sayıda alanda belirgin hâle geliyor. Rapor, bu çok boyutlu eşitsizlikleri anlamak için geleneksel ölçütlerin yetersiz kaldığını; daha kapsayıcı ve insan odaklı göstergelerin geliştirilmesi gerektiğini vurguluyor. Özellikle dijital dönüşüm ve yapay zekâ temelli yeniliklerin yükselişi, bu eşitsizlikleri yeniden üretme potansiyeli taşıdığı gibi aynı zamanda onları derinleştirebilecek bir tehdit unsuru olarak öne çıkıyor. Dolayısıyla teknolojiye erişim, yalnızca bireylerin değil; ülkelerin de üretim ve refah düzeylerini belirleyecek şekilde kritik hâle geliyor.

Yapay zekâ ve makine öğrenimi gibi gelişmeler, istihdam yapısını değiştirmekte ve belirli becerilerin önemini azaltırken yeni beceri setlerine duyulan ihtiyacı artırıyor. Bu durum, iş gücünün yeniden yapılandırılmasını, eğitimin dönüştürülmesini ve yaşam boyu öğrenme politikalarının yaygınlaştırılmasını gerekli hâle getiriyor. Ancak mevcut veriler; bu dönüşümden en fazla zarar görecek grupların, zaten sistemin dışında veya marjinalleşmiş topluluklar olduğunu bize gösteriyor. Yüksek eğitimli ve teknolojiye erişimi olan bireyler yeni ekonomide yer bulabilirken; düşük gelirli, kırsalda yaşayan veya dijital becerileri zayıf bireyler iş gücü piyasasından dışlanma riski ile karşı karşıyadır.

Raporda dikkat çeken bir diğer husus ise karar alma süreçlerinde bilimsel bilgiye duyulan güvenin azalmasıdır. Pandemi süreci, bilimsel önerilerin politik hesaplarla nasıl manipüle edilebileceğini ve bunun halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini açıkça göstermiştir. Bu durum, sadece sağlık alanı ile sınırlı kalmayıp iklim politikaları, ekonomik düzenlemeler ve sosyal reformlar gibi birçok alanda da gözlenmektedir. Toplumların bilimsel verilere olan güveni, yalnızca bireysel davranışları değil; aynı zamanda kolektif politika tercihlerinin de yönünü belirliyor. Bu nedenle bilimsel kapasitenin artırılması ve toplumla şeffaf biçimde paylaşılması, insani gelişimin sürdürülebilirliği açısından stratejik öneme sahip.

Küresel tedarik zincirlerinin pandemi sonrası dönemde yaşadığı kırılmalar, özellikle düşük gelirli ülkelerin ekonomik bağımlılığını daha da belirginleştirirken, ihracata dayalı büyüme modeline mahkûm olmuş bu ekonomiler, gelişmiş ülkelerdeki talep daralmasından doğrudan etkilenmiş ve yoksulluğun yeniden artmasına neden olmuştur. Gıda güvenliği, enerji fiyatları ve döviz kurlarındaki oynaklık gibi faktörler, düşük ve orta gelirli ülkelerde enflasyonist baskıları artırmış, sosyal huzursuzlukları tetiklemiştir. Bu bağlamda raporun, küresel ekonomide daha adil ve dirençli bir yapılanmanın zorunluluğuna işaret ettiğini söyleyebiliriz.

Özellikle gelişmekte olan ülkelerde kadınların ekonomik hayata katılımı, çocukların eğitim süreçlerine dâhil olma düzeyi ve sağlık hizmetlerine erişim gibi göstergelerde yaşanan olumsuzluklar, uzun vadeli kalkınma hedeflerine ulaşmayı daha da zorlaştırmaktadır. Bu nedenle, insani gelişmişlik yalnızca bugünün değil; aynı zamanda geleceğin refah düzeyini belirleyen temel bir faktör olarak ele alınmalıdır. Politika yapıcılar açısından bu gerçek, kısa vadeli ekonomik hedeflerin ötesine geçerek kapsayıcı ve uzun vadeli stratejilere yönelmeyi zorunlu kılmaktadır.

Raporun önemli bir katkısı da çevresel sürdürülebilirlik ile insani gelişme arasındaki hassas dengeye dikkat çekmesidir. İnsani gelişmişlik düzeyinin artırılması amacıyla yapılan yatırımların, çevreye zarar vermesi hâlinde orta ve uzun vadede geri tepebileceği, hatta kazanımları tümüyle ortadan kaldırabileceği ifade ediliyor. Bu nedenle enerji politikaları, sanayi yatırımları, tarım uygulamaları gibi alanlarda çevresel etkiler de göz önünde bulundurularak politikalar geliştirilmesi gerektiği söylenebilir. Zira sürdürülebilir kalkınma anlayışı, yalnızca doğayı koruma çabası değil; aynı zamanda insanlığın kendi varlığını sürdürebilme stratejisidir.

Türkiye’nin konumu ve insani gelişimde yapısal sorunlar

Raporda ele alınan 2024-2025 döneminde Türkiye’nin durumu hem küresel eğilimlerin etkisini barındırmakta hem de kendine özgü yapısal sorunları yansıtmaktadır. Türkiye, İnsani Gelişme Endeksi sıralamasında yüksek insani gelişme kategorisinde yer alsa da aynı gelir grubundaki diğer ülkelerle kıyaslandığında birtakım eksiklikler göze çarpmaktadır. Özellikle eğitim kalitesi, toplumsal cinsiyet eşitliği, bölgesel kalkınmışlık farklılıkları ve çevresel sürdürülebilirlik gibi göstergeler, Türkiye’nin uzun vadeli insani gelişmişlik hedeflerine ulaşmakta zorlandığını ortaya koymaktadır.

Eğitim, Türkiye’de hem nitelik hem de erişim bakımından ciddi eşitsizliklerin yaşandığı bir alandır. Raporda da belirtildiği gibi, eğitime erişimdeki sayısal başarıya rağmen kalite sorunları ciddi bir handikap oluşturuyor. Öğrenciler arasında okuma, matematik ve fen becerileri konusundaki performans farkları; bölgelere, sosyoekonomik düzeye ve cinsiyete göre derinleşme gösteriyor. Özellikle kız çocuklarının erken yaşta eğitimden koparılması ve eğitim politikalarının merkeziyetçi yapısı, Türkiye’nin insani gelişme skorunu olumsuz etkiliyor. Ayrıca yaşam boyu öğrenme politikalarının yetersizliği, iş gücü piyasasındaki dönüşümle baş edebilme kapasitesini de sınırlandırıyor.

Türkiye sağlık hizmetlerine erişim açısından son yıllarda altyapı yatırımlarıyla belirli bir mesafe kat etmiş olsa da hizmet kalitesi ve bölgesel eşitsizlikler hâlâ önemli bir sorun olarak varlık gösteriyor. Rapor bu çerçevede, koruyucu sağlık hizmetlerinin zayıflığını, sağlık harcamalarının bireysel bütçeye etkisini ve pandemi sürecinde ortaya çıkan sistemsel tıkanmaları ortaya koyuyor. Örneğin, kentsel alanlardaki ileri donanımlı hastanelere karşılık, kırsal bölgelerde sağlık personeli ve tıbbi donanım yetersizliği, vatandaşların en temel haklardan biri olan sağlık hizmetine eşit erişimini engelleyen bir pratikle karşılaşmamıza sebep oluyor.

Toplumsal cinsiyet eşitliği, Türkiye’nin insani gelişme performansını sınırlayan bir başka kritik başlıktır. Kadınların iş gücüne katılım oranı, OECD ve benzeri gelir grubundaki ülkelerin oldukça gerisindedir. Kadınların ekonomik, siyasal ve sosyal alanlardaki temsili kısıtlıdır; bu durum hem bireysel gelişim olanaklarını azaltmakta hem de toplumsal refahı sınırlamaktadır. Ücret eşitsizliği, bakım emeğinin görünmezliği ve toplumsal cinsiyet temelli şiddet gibi yapısal sorunlar, Türkiye’nin sürdürülebilir kalkınma ve eşitlik hedeflerine ulaşmasını zorlaştırıyor. Bu bağlamda kadınların güçlendirilmesi sadece bir hak meselesi değil; aynı zamanda kalkınmanın temel belirleyicilerinden biridir.

Bölgesel kalkınma farklılıkları, Türkiye’nin insani gelişim performansını doğrudan etkileyen yapısal sorunlar arasında yer alıyor. Batı ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu arasındaki gelişmişlik farkları; eğitim, sağlık, gelir düzeyi ve altyapı erişimi gibi birçok alanda belirginleşiyor. Bu durum, yalnızca bireysel gelişim farklılıklarını artırmakla kalmamakta, aynı zamanda sosyal bütünlük açısından da ciddi riskler doğuruyor. Bu tür bölgesel eşitsizliklerin uzun vadede toplumsal güveni zayıflatıyor olması ve kurumlara duyulan inancı aşındırdığını biliniyor. Bu nedenle kapsayıcı bölgesel kalkınma politikaları, yalnızca ekonomik bir önlem değil; aynı zamanda sosyal adaletin tesisi için bir zorunluluk olduğunun altını çizmek gerekir.

Çevresel sürdürülebilirlik alanında da Türkiye’nin performansı tartışma konusudur. Sanayileşme ve şehirleşme süreçlerinin çevresel etkileri yeterince dikkate alınmadan yürütülmesi, uzun vadede hem ekolojik dengenin bozulmasına hem de halk sağlığının olumsuz etkilenmesine neden oluyor. Hava kirliliği, su kaynaklarının tükenmesi, orman alanlarının azalması ve atık yönetimindeki yetersizlikler, insani gelişim açısından ciddi tehditler oluşturuyor. Ayrıca iklim değişikliğine uyum politikalarının yetersizliği, tarımsal üretimde verimlilik kayıplarına ve kırsal yoksulluğun artmasına neden oluyor.

Demokratik kurumların zayıflaması ve ifade özgürlüğündeki gerilemeler, Türkiye’nin insani gelişmişlik performansını dolaylı ama güçlü şekilde etkileyen bir diğer unsur olarak öne çıkıyor. Rapor, hak temelli yaklaşımın sadece refah düzeyine değil; aynı zamanda bireylerin karar alma süreçlerine aktif katılımına da dayandığını vurguluyor. Türkiye’de son yıllarda demokratik gerilemenin ve hukukun üstünlüğü ilkesinin zayıflamasının hem bireysel özgürlükleri hem de toplumsal güveni olumsuz etkilediği açık. Bu durum, bireylerin geleceğe dair umutlarını ve potansiyellerini sınırlayan bir faktör olarak değerlendiriliyor.

Nihai olarak Türkiye, insani gelişmişlik açısından hâlâ yapısal sorunların ve eşitsizliklerin gölgesinde ilerleme gösterebiliyor. Eğitim, sağlık, toplumsal cinsiyet, bölgesel kalkınma ve çevresel sürdürülebilirlik alanlarında yapılacak reformlar; yalnızca endekslerdeki sıralamaları değil, bireylerin yaşam kalitesini doğrudan belirleyecek düzeyde önem arz ediyor. Özetle Türkiye’nin geleceği; yalnızca ekonomik büyüme rakamlarına değil, bu büyümenin kimleri kapsadığına, hangi koşullarda gerçekleştiğine ve ne ölçüde insan onuruna yakışır bir yaşam sunduğuna bağlıdır.

Dönüşen dünyada yeni bir insani gelişim perspektifi

Raporun sonuç olarak, küresel ve ulusal düzeyde refahın yalnızca gelirle ölçülemeyeceğini, bireylerin yaşam kalitesini belirleyen çok boyutlu bir çerçevenin gerekliliğini ortaya koyduğunu ifade etmek gerekir. Nitekim raporda öne çıkan en temel mesaj; belirsizlik, eşitsizlik ve kutuplaşma çağında insani gelişimin sürdürülebilirliği için yalnızca maddi kaynakların değil; aynı zamanda yönetişim kalitesinin, güvenin, eşitliğin ve doğayla uyumlu bir yaşamın da tesis edilmesi gerektiğidir.

Küresel düzeyde artan kriz döngüsü, karar alma süreçlerini daha kırılgan hâle getirirken; teknolojik dönüşüm, iklim krizi, göç hareketleri ve demografik değişim gibi olgular, mevcut sistemlerin esnekliğini ve kapsayıcılığını sınamaktadır. Bu nedenle rapor, devletlerin sadece krizlere tepki veren değil; belirsizliğe hazırlıklı, dirençli ve insan merkezli politikalar geliştirmesi gerektiğini vurguluyor. İnsani gelişim, artık sadece sağlık ve eğitim göstergeleriyle sınırlı bir ölçüm değil; bireylerin geleceğe güvenle bakabilmesi, topluma katılımı ve kendi potansiyelini gerçekleştirebilmesi anlamına geliyor.

Türkiye özelinde değerlendirildiğinde, raporun sunduğu çerçevenin birçok başlıkta doğrudan karşılık bulduğu söylenebilir. Eğitimdeki nitelik sorunları, sağlık sisteminin kapsayıcılığı, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, çevresel sürdürülebilirlikteki kırılganlıklar ve yönetişim mekanizmalarındaki gerilemeler, Türkiye’nin insani gelişmişlik sıçraması yapabilmesinin önündeki başlıca engeller olarak öne çıkıyor. Bu bağlamda Türkiye’nin, ekonomik büyümeyi sosyal kapsayıcılık ve demokratik derinlikle birlikte ele alan bütüncül bir dönüşüme ihtiyacı olduğu açık.

Politika önerileri; kapsayıcı kurumların inşası, sosyal koruma ağlarının genişletilmesi, yaşam boyu öğrenme olanaklarının güçlendirilmesi ve gençlerin hem karar alma süreçlerine hem de ekonomik yaşama daha aktif biçimde katılımı gibi başlıklar etrafında şekillendirilebilir. Ayrıca çevresel politikaların yalnızca koruma değil, aynı zamanda yeşil kalkınma vizyonuna dayanması gerektiği altı çizilmesi gereken bir gerçek. Bu çerçevede Türkiye, yalnızca kendine özgü koşulları dikkate alan değil; aynı zamanda küresel normlara ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerine uyumlu bir reform gündemi benimsemek durumundadır.

Gelecekte insani gelişimin kaderi, yalnızca devletlerin politikalarında değil; aynı zamanda bireylerin birbirine ve kurumlara duyduğu güvenin yeniden inşasında yatıyor. Güçlü bir sosyal sözleşme ancak eşit fırsatlara dayalı, saydam, hesap verebilir ve kapsayıcı bir kamu düzeni ile mümkündür. Türkiye açısından bu, yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda toplumsal barışı ve demokrasi kültürünü güçlendirecek bir yol haritasıdır.

Sonuç olarak, 21. yüzyılın ikinci çeyreğine yaklaşırken Türkiye’nin ve dünya toplumlarının karşı karşıya olduğu temel soru şudur: Sadece daha fazla üretmek ve tüketmek mi; yoksa herkes için daha adil, daha sağlıklı ve anlamlı bir yaşam mı? İnsani Gelişim Raporu’nun ortaya koyduğu gerçekler, bu soruya verilecek cevabın artık ertelenemez olduğudur. Bireyin onurunu, toplumsal eşitliği ve ekolojik dengeyi merkeze alan yeni bir paradigma; yalnızca tercih değil, insanlığın ortak geleceği için bir zorunluluktur.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...