19 August 2024

Sporcu olmak derviş olmaktan daha zor

Sporda başarı nedir? Başarı odaklı olmak, sporcudan neleri götürür? Jürgen Klopp’un teknik direktörlüğü bırakmasının ardındaki sebepler nelerdi? Bu sorulara birlikte bakalım.

Başarılı teknik direktörlerin ya da sporcuların mesleğini bırakmaları; tamamen kendilerini, hayatlarını nasıl biçimlendirdikleri ve yönlendirdikleriyle orantılı. Özellikle gelişmiş ülkelerde kendini geliştirmiş kimseler, unvanlarıyla var olmuyorlar. Kendilerini gerçekleştirmek için bir yaşam felsefeleri, prensipleri var. Kendileri için en uygun, en anlamlı yaşam biçimini benimseyip devam ediyorlar. Sıkıldıklarında ise bırakabiliyorlar; “Bu, bu kadar. Yeni heyecanlara ihtiyacımız var” diyebiliyorlar. Biz daha çok bu unvanların getirdiği şöhretle, parayla, pulla ve güçle ilgilendiğimiz için kendimizi unutuyoruz. Hatta kendimizi bazen güdük bırakıyoruz. Fakat buna önem vermeyen insanlar “Benim param var, gelecek kaygım da bu anlamda yok. Peki, hayatı nasıl yaşamam lazım? Hayatı nasıl anlamlandırmalıyım?” sorusunu ön planda tutuyorlar. Bu düşünceleri, yönetim ve çalışma tarzlarına da yansıyor.

Jürgen Klopp’un teknik direktörlüğü bırakmasını da bu noktadan değerlendirebiliriz. Klopp; oyuncularını motive ederken, yol gösterirken sadece performans odaklı çalışmıyor. Onların insanlığına da vurgu yapıyor. Sporun kaynaştırıcı, dostluk temeline göre en iyisini yapmaya yönelik öğretiler sunuyor. O sebeple de seviliyor, başarılı oluyor. Bu tür kişiler için hiçbir zaman başarı, insanın kendisinden önemli değildir. Oysa bizde başarı, bizi tanımlar. Onlar için başarı hemen hemen hiçbir şeydir. Çünkü kendileri bir başarıdır zaten. Dolayısıyla bu yaşam prensibi üzerinden hareket ediyorlar, bu felsefeleri de işlerine yansıyor.

Unvan ve güç fetişizmine karşı koymak gerekiyor

Bazı boyutlarda üstün yeteneklere sahipseniz veya bir özelliğinizi üst düzeye getirmişseniz sıra dışı bir insan oluyorsunuz toplum içinde. İnsanların da sizden beklentileri doğal olarak artıyor. Başarılarınız da artıyor ve normalin ötesine geçiyorsunuz. Sokağa çıktığınızda tanınıyorsunuz, bir güç oluşuyor. Sözleriniz birçok insanı etkileyebiliyor, sıradan bir insan olmuyorsunuz artık. Hatta pek çok şeyi, gündelik işleri bile kendiniz yapmak zorunda olmuyorsunuz, bunlardan uzaklaşıyorsunuz, çünkü birileri işlerinizi hallediyor. Örneğin bir genel müdür algısı var toplumda. Bir genel müdür, pazardan alışveriş yapamaz, prestiji olmayan bir markayı kullanamaz, istediği gibi giyinemez mesela. Çünkü biz onları bu sıradanlıkta görmek istemiyoruz. Bizden farklı bir hâlde olsunlar istiyoruz, insan ötesi bir varlık gibi… Bu da bir süre sonra insanı boğuyor, gelişmesine engel oluyor, köreltiyor.

Unvan ve güç fetişizmine karşı koymak gerekiyor o yüzden. Sıra dışı özellikleriniz, yetenekleriniz olabilir, yine de sıradan bir insan hayatı yaşayabilmek önemli. Evet, bazı özelliklerimiz bizi öne çıkarabilir ama hayatın akışında sokağa çıktığımızda herhangi biri olabilmeliyiz. Herhangi biri olabilmekten sıyrıldığımız zaman bir tür narsistik kişilik yapısına evirilmeye başlıyoruz. Bu pazarlanan bir şeydir aynı zamanda. Mesela bankaların “size özel” hizmet anlayışları vardır. Niye? Diğer insanlardan ne farkınız var? Fakat size özel olması hoşunuza gider, VIP hizmet aldığınızı düşünürsünüz. Hâlbuki bu bir pazarlama yöntemidir. Bir bakıma da kişiliği zayıflatan anlayışlardan biridir: “Ben özel biriyim” düşüncesi. Herkes özeldir.

Sporcular da aynı hatayı yapıyorlar. “Bu çok özel, çok önemli bir maç.” Oysa her maç önemlidir, özeldir. Her oyuncu da öyle. Hangi insan değersizdir ki? Takım normalde 28-30 kişiden oluşuyor fakat yardımcı ve destek ekibiyle birlikte toplamda 44 kişi civarında emekçi var. Bir ayrışmanın, ötekileşmenin olması pek çok insanı gücendirir. Dolayısıyla takım adına düşünüldüğünde de “Kim daha önemli?” sorusu akla gelmemeli hiç. Cevap bir isim ya da unvan olmamalı. Değerli görünen hep oyuncular mı olmalıdır? Bir masör, bir mentör, bir doktor, bir fizyoterapist değersiz midir? Takım olmak böyle bir şey değildir, görev alan kimseyi birbirinden ayıramayız. Fakat maalesef tam tersi oluyor ve bu da insanları mücadeleden yoksun bırakıyor.

Mutlu insan her zaman başarıya daha yakındır

Başarının anlamlandırılmasında önemli bir ayrım vardır ve bu ayrımın temelini neyle var olduğumuz düşüncesi oluşturur. Başarıyla var olmak, tuzlu su içmek gibidir. Başardıkça bir sonrakini zorlarsınız, daha iyisi olması için. Bazısı olur, bazısı olmaz. Bu sonsuza gidebilecek bir döngü, doyurulması güç bir açlık hâline gelebilir. José Mourinho mesela böyle bir adam, iddialı bir yapısı var. Bazı insanlar her ne kadar onun narsist biri olduğunu düşünse de başarılı biri. Bu başarı da onu tatmin ediyor. Bu hâl ne kadar olgunluk seviyesinde tutabilir insanı? Evet, futbolu iyi biliyor, bambaşka bir çerçeveden futbolu okuyor, tam oyun adamı. Şu anki endüstriyel futbolun istediği adamlarından biri. Ama Jürgen Klopp öyle değil; daha felsefi, daha manevi yaklaşıyor futbola.

Amerika basketbolunun önemli kahramanlarından bir tanesi Bob Knight’tır mesela. Antrenörlüğü boyunca oyuncularına kızar, bağırır, sert davranır. Çünkü başarıyla var olan biridir. Oyuncular onun için sadece birer piyondur. Bir de John Wooden efsanesi vardır yine Amerika basketbolunda. Önce oyuncuyu kazanmak gerektiğini düşünen biridir. Hatta sorarlar ona başarısının sırrını. Cevaben güler ve der ki “Ben başarılı olmayı düşünmem. Ben oyuncumu kazanırım, o da bana maçı kazandırır.” Knight’a göre daha manevi, daha derindir. John Wooden gibi rehber isimler o yüzden efsaneleşiyor. Dolayısıyla Jürgen Klopp, José Mourinho ile kıyaslandığında daha dengeli, iç huzura daha çok önem veren, işini çok iyi ve doğru yapan, bunu da paylaşan biri. Mourinho ise Klopp’un tam tersi. Çünkü başarı odaklı bir yapısı var. Aralarındaki ayrım John Wooden ile Bob Knight gibi.

Biz bir türlü başarıyı aşamadık, hâlbuki başarının ötesinde bir şeyler yapmamız lazım. Aksi hâlde yerimizde sayarız. Her seferinde başarılı olmaya indekslenmek, doyumsuzluğa neden oluyor. Dolayısıyla başarı duygusu, mutluluğun önüne geçiyor. Oysa mutlu insan her zaman başarıya daha yakındır. Nitekim bir insan kendisinden mutlu değilse zaten başarılı olamaz, olsa bile bunun sürekliliği zordur. Başarıyla mutlu olmak yerine kendi içimizde uyumlu, dengeli, ahenkli olmaya özen göstermeliyiz, böylelikle başarıya da daha kolay ulaşırız. Önce bu uyumu, ahengi, dengeyi yakalamamız lazım. Yapacağımızı anlamlı ve güzel kılan şey de bunlar oluyor çünkü. Yoksa her şey anlamsızlaşıyor, galibiyet her şeye yayılırken mağlubiyet dibe çekiyor, manik depresif bir hâle büründürüyor. Bundan kurtulmak, dolayısıyla da başarının ötesinde kendimizi düşünmemiz lazım.

Daha önce söylediğimiz gibi başarının anlamlandırılmasında önemli bir ayrım var ve sporda da bu ayrım kendini gösteriyor. Başarıya odaklı olmak ile kendini gerçekleştirmek, ahengi-dengeyi yakalamak arasında olan bir ayrım bu. Teknik direktörler de bu pencereden ikiye ayrılıyor. Bir kısmı kızgın, öfkeli, oyuncusuna sert davranıp başarı odaklı bir yöntem seçiyorken; diğer bir kısmı ise oyuncusuna bilgece yaklaşarak başarının her şey olmadığını bilip bu yaklaşımı öğretmeyi benimsiyor. Bu seçim, tabii biraz da kişinin kendi mizacıyla, kişiliğiyle ve beklentileriyle ilgili. Kiminle çalışılıyorsa ona göre bir metot belirlenmeli.

Kültürler arası farkların da önemli olduğunu söyleyebiliriz bu seçimde. Zaman yönetimi, dil ve davranış biçimleri bu farklılıktan etkilenir. Zira hangi kültürle nasıl bir bağ kurduğumuz; hayatımızı, yaşam biçimimizi şekillendirir. Futbola dair anlam dünyası da bundan bağımsız değil. O yüzden Klopp’un seçimine saygı duyulmalı. Çünkü sadece futboldaki başarısıyla var olmak istemiyor; hayatında onu tatmin edecek daha güzel, anlamlı şeyler yapabilmek, biraz geri çekilip nefes almak istiyor. Nitekim insanlar robot değiller.

Modern köleler, robotlar…

Futbolcuların yaşam biçimlerine baktığımızda antrenman-maç-uyku döngüsünün içinden çıkamadıklarını görüyoruz. Dinlenme ve eğlence için vakitleri bulunmuyor, hiç nefes alamıyorlar. Sadece belli dönemler var ve bütün sosyal hayatları o dönemin içine sıkışıyor. Bir müddet sonra futbolcular, robot gibi yaşamaya başlıyorlar ve kendilerine yabancılaşıyorlar. Yöneticiler üst akıl olarak oyuncuların bu ihtiyaçlarına cevap vermek istemiyorlar. “Paranı veriyorum, senin standardın bu. Daha ne istiyorsun?” diyebiliyorlar. Zaten futbolu yönetenler de futbolcular değil, futbol baronları. Onların da tek derdi var: Para kazanmak. Bunu ancak sporcuları nefes aldırmadan çalıştırmakla yapabileceklerini düşünüyorlar, karşılığını verdiklerini söylüyorlar. Bir tür modern kölelik bu. Parayla susturuluyor sporcular. Zaten sporcuların çoğu, sosyoekonomik durumları düşük aile gruplarından geliyor; dolayısıyla da buna karşı duramıyorlar. Orta veya üst sınıflardaki çocuklar futbol oynamazlar mesela. Bu işkenceyi göze alamazlar. Buna mecbur hisseden genellikle alt sınıflardaki çocuklar oluyor.

Son üç-beş sene içinde yapılan çalışmalar; sporcuların (duygusal, sosyal, zihinsel, maddi) her açıdan iflas ettiğini, dibe vurduğunu gösteriyor. Daha sonra yardıma ihtiyaç duyacak hâle geliyor sporcular. Hayat becerisi kazanamamışsa bambaşka yerlere savruluyorlar. Bütünsel düşünülmediği, sürekli “kullan-at” modeliyle yaklaşıldığı için kızgın, öfkeli insanlara dönüşüyorlar. Bu sadece bizde değil, dünyada da böyle maalesef. Dur demek, biraz yavaşlamak lazım. En iyisini yapalım, en iyi antrenman tekniklerini ortaya koyalım ama insanın robotlaşmasının da önüne geçelim. İki hayat arasında sıkışıp kalmamalı insan, kendine yabancılaşmamalı. Sporun sanatı, estetiği, seyir zevki… Bunlar alınan puanlardan, kazanmaktan daha mı değersiz? Fakat kazanma hırsının ön planda olduğu yerde diğerlerini yapamazsınız. Maalesef kazanmak en büyük değer şu anda.

Göl balığı gibi yetişen sporcular

Kazanma hırsıyla daha 12-13 yaşlarındayken altyapıdaki çocuklara, çeşitli antrenman modelleriyle eğitim veriyorlar. Bu kadar küçük yaşta didaktik metotları çocuklara uyguladığımızda yaratıcılık kabiliyetleri ölüyor o çocukların. Onun yerine doğru yönlendirmelerle doğal yeteneklerini geliştirmek gerekiyor. Koçluktan ziyade ağabeylik yapılmalı; çocuklara yol gösterilmeli. Koçlar, antrenörler çok tutkulu, hırslı ve kazanmak odaklı olduklarında o çocukları da mahvediyorlar. Bu sebeple yarışma ve kazanma odaklı antrenörler olmamalı o çocukların başında. Gün görmüş, işin içinden gelmiş ama ergen, çocuk psikolojisinden anlayan, sosyolojiyi, felsefeyi bilen insanlara ihtiyacımız var. Bizde genellikle sporcular emekli olduktan sonra altyapıdaki çocukların başına geçerler ve kendileri gibi o çocukları yetiştirirler. Okumayan, düşünmeyen sporcular oluyor böylece çocuklar. Bir nevi göl balığı gibiler, iri ama tatsız, tuzsuz. Aile kültürüyle büyümüş, okuyan, düşünen çocukların algısı daha yüksek, kapasitesi daha fazla oluyor.

Felsefe ve yol haritası gerekiyor sporcu yetiştirmek için. Genellikle yetenek testi ile başlarlar sporcu seçmelerine. Yetenek diye bir kavram zaten sorunludur, yatkınlık diye bir şey vardır. İnsanlar yetenekle değil, yatkınlıkla doğarlar; uygun atmosferle, doğru eğitimle yetenek hâline gelir kişinin bir alana yatkınlığı. Yatkınlığın gelişimine bakılmalı o yüzden. Ardından ortak akılla devam edilmeli; değerler ön planda olmalı. Sonra SWOT analizi, yol haritası ve metot belirleme gelmeli. Analizlerdeki istatistiklere bakılmalı ve ona göre öğrenim metotları kullanılmalı. Ülkemizde sadece millî takımlarda bu özen gösteriliyor. O da çok yetersiz kalıyor.

Spor ülkesi olmak

Önce spor ülkesi hâline gelmemiz lazım. Kulüplerimiz var evet, spor yaptırıyoruz. Fakat spor ülkesi değiliz. Çok iyi kulüplerimiz var; Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor… Bunlar altyapıda çok ciddi sporcular yetiştiriyorlar ama hepsi futbolun gölgesinde kalıyor. Yalnız ülkemizde futbol fetişizmi var, varsa yoksa futbol... Oysa anayasamızda spor yapmanın önemi bile vurgulanıyor; spor yapsak bile yöntemimiz, metodumuz doğru değil. Bu ciddi bir problem, sporculuğumuz var fakat spor yapan bir ülke değiliz. İnsanlar tanışma esnasında “Nerelisiniz?” sorusundan önce “Hangi sporu yapıyorsunuz?” sorusunu sorduklarında ancak spor ülkesinde yaşadıklarını söyleyebiliriz. Bunun için de spor tek başına yeterli değildir; bilim, felsefe, tarih de bilmek, bu alanların bilincinde olmak gerekir. Spor, bilim, felsefe, tarih bilinciyle ancak gelişmiş bir ülke inşa edebiliriz.

Spor, hareket demek. Hareketsiz spor olur mu? Çocuklar, odaya kapanıyorlar, kendilerine dışarıda yer bulamıyorlar, ciddi anlamda spor yapamıyorlar. Onlara beden eğitimi kültürünü veremedik. Okullarda beden eğitimini bambaşka şekillerde anlattık onlara; çağdaşlaştıramadık, dönüştüremedik. Sporcu yetiştirmeye değil, spor yaptırmaya odaklandık sadece. Ama onu da yaptıramadık. Müzik, sanat, spor… Bu alanlarda çocukları serbest bırakmalı, farklı alanları deneyebilmeliler. Yüzmeli, jimnastik yapmalı, sporun farklı dallarını keşfetmeli. Bu dallar insanı disipline eder aynı zamanda; ona zaman ayırmak, okul, ev, spor dengesini kurmak gerekiyor. Dolayısıyla sporcu olmak, derviş olmaktan daha zor. Kolay mesele değil, disiplin istiyor. Sanat da öyle, peşinden koşmak lazım. Çeşitli enstrümanları denemek, kitap okumak, zanaatlarla uğraşmak bir yaşam kültürünü oluşturuyor. Bunun yanında aynı zamanda bilime ilgi uyandırarak; Nobel alacak kimseleri yetiştirebiliriz. Çoğu insanımız burada bu gelişimi elde edemiyor, yurt dışına gidiyor.


 

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...