17 June 2025

Nükleer pazarlıkta uluslararası iki yüzlülük

Uluslararası ilişkilerin trajikomik sahnesinde, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nın (NPT) nasıl da bariz bir iki yüzlülük anıtına dönüştüğünü, nükleer sahipler ile sahip olmayanlar arasındaki eşitsiz pazarlığı ve nükleer diplomasinin karanlık yüzünü gelin birlikte inceleyelim.

Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) hakkında konuşurken, genellikle “küresel nükleer silahların yayılmasını önleme rejiminin temel taşı” ve “en geniş katılımlı çok taraflı silahsızlanma anlaşması” gibi yüce ifadelerle karşılaşırız. Kulak tırmalamayan, âdeta bir kahramanlık destanını anımsatan bu tanımlar; 1945'te Hiroşima ve Nagazaki'nin korkunç yıkımının ardından, nükleer çağın o dehşet verici şafağında tasarlanmış bir belge için ne de uygun, değil mi? Belirtilen amacı zarif bir basitliğe sahipti: Nükleer silahların yayılmasını önlemek, nükleer enerjinin barışçıl kullanımlarında iş birliğini teşvik etmek ve nihayetinde tam nükleer silahsızlanmaya ulaşmak. Nükleer çağın dehşetinden yeni kurtulmuş bir dünya için gerçekten asil bir hedef, denebilir. Kim böylesine ulvi bir amaca karşı çıkabilir ki?

Ancak gelin görün ki yarım asırdan fazla bir zaman sonra, bu “temel taşının” birkaç oldukça belirgin çatlak geliştirdiği ve nükleer “sahipler” ile “sahip olmayanlar” arasındaki o “büyük pazarlığın” oldukça seçici sonuçlar verdiği görülmektedir. Aslında derin bir ironi, NPT'nin neredeyse evrensel bir üyeliğe sahip olmasına rağmen, seçilmiş birkaçının bu kutsal salonların dışında veya hatta antlaşmayı imzaladıktan sonra bombayı edinmeyi başarmasıdır. Bu durum, kuralların -tıpkı uluslararası normlar gibi- bazıları için oldukça esnek olabileceğini kanıtlamaktadır. Âdeta kuralların sadece onları esnetebilecek kadar güçlü olanlar için birer yol gösterici olduğu bir oyun alanı burası.

NPT'nin “temel taşı” ve “en geniş katılımlı” anlaşma olarak tanımlanması, tabii ki evrensel bir fayda algısı yaratmaktadır. Bu tür bir dil, küresel bir uyum ve ortak bir amaç hissi uyandırmak için tasarlanmıştır. Ancak antlaşmanın belirtilen evrensel hedefleri ile fiili, çoğu zaman taraflı uygulaması arasında çalkantılı bir gerilim mevcuttur. NPT'nin "ABD, eski Sovyetler Birliği ve Büyük Britanya gibi nükleer güçler tarafından başlatılması" ve Nükleer Silah Devletlerini (NWS) 1 Ocak 1967'den önce bir nükleer cihaz patlatanlar olarak tanımlaması kritik bir ayrıntıdır. Ah, o sihirli tarih! NPT'nin tek ve saf amacı nükleer silahların herhangi bir yayılmasını önlemek olsaydı, o zaman orijinal beş nükleer gücü kapsayan bu keyfi son tarih mantıksız olmaz mıydı? Bu durum, yasal ve yasa dışı nükleer silaha sahip olma arasında kalıcı bir ayrım yaratmıştır. Sanki "Bizde var, size yasak!" diyen bir kulüp kuralı gibi. Dolayısıyla NPT, sadece bir silahsızlanma antlaşması olarak değil, mevcut nükleer güçler tarafından kendi cephaneliklerini meşrulaştırmak ve aynı zamanda başkalarının onları edinmesini engellemek için tasarlanmış sofistike bir mekanizma olarak görülebilir. Bu, "büyük pazarlığın" aslında bir tarafın zaten tüm yüksek kartlara sahip olduğu, pazarlığı başlangıçtan itibaren doğası gereği eşitsiz kıldığı temel bir güç dinamiği oluşturmaktadır. Bir poker masası düşünün. Ancak bazı oyuncuların kartları zaten açık ve diğerleri için sınırsız deste var.

NPT, üç sütun üzerine inşa edilmiştir: Yayılmanın önlenmesi, silahsızlanma ve barışçıl kullanımlar. Madde IV özellikle barışçıl nükleer enerjiye "devredilemez hakkı" tanımaktadır. Ne kadar da yüce bir kavram, değil mi? Ancak tam da bu "devredilemez hak" meselesi, özellikle İran örneğinde olduğu gibi uluslararası endişelerin odağı hâline gelmiştir. Çünkü belirtildiği gibi barışçıl amaçlı olsa bile uranyum zenginleştirmesi gibi faaliyetler silah sınıfı malzemeye yol açabilir. Bu durum; NPT'nin kendi içinde derin, yerleşik bir gerilim olduğunu ortaya koymaktadır. Uranyum zenginleştirme ve yeniden işleme gibi barışçıl nükleer enerjiyi mümkün kılan teknolojilerin kendileri "çift kullanımlıdır." Bu, silah amaçlı kullanıma kolayca adapte edilebilecekleri anlamına gelir. NPT, barışçıl teknolojiye erişim vaat ederken, uluslararası toplum (özellikle NWS), Nükleer Silah Sahibi Olmayan Devletlerin (NNWS) tam nükleer yakıt döngüsünü takip etmelerine, özellikle de jeopolitik rakipler veya istikrarsız olarak algılananlar ise derin bir şüpheyle yaklaşmaktadır. Âdeta "Size güveniyoruz ama yine de ne olur ne olmaz, kontrol edelim" der gibi. Madde IV'ün bu seçici yorumu ve uygulanması, antlaşmanın güvenilirliğini baltalayan "iki yüzlülük" ve "çifte standartların" temel kaynağıdır. Bu da NPT'yi, şüpheli bir amaca hizmet eden, kendi kendini imha eden bir paradoksa dönüştürüyor.

NPT'nin doğuşu: Plütonyumla kazınmış bir vaat

NPT'nin tarihi, ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower'ın 1953'te Birleşmiş Milletler'e sunduğu, oldukça iyimser bir şekilde "Barış İçin Atomlar" olarak adlandırılan öneriye kadar uzanmaktadır. Temel fikir aldatıcı derecede basitti ancak derinden saftı: Atomun mucizevi gücünü sivil fayda için paylaşırken, aynı zamanda silahlanmasını engellemek. Sanki atomun iki yüzü vardı ve biz sadece gülen yüzünü görmek istiyorduk. Bu vizyon, 1957'de Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın (IAEA) kurulmasına yol açtı; bu örgüt, nükleer teknolojiyi teşvik etme ve kontrol etme gibi çifte ve çoğu zaman çelişkili bir sorumlulukla görevlendirildi. Hem gaz pedalına basıp hem de aynı anda fren yapmaya çalışmak gibi bir durum.

Büyük güçler arasındaki "ciddi siyasi farklılıklar" yıllarından sonra, 1960'ların ortalarına gelindiğinde bir antlaşma yapısı üzerinde nihayet bir uzlaşma sağlandı. Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması, 1 Temmuz 1968'de imzaya açıldı ve 5 Mart 1970'te yürürlüğe girdi. Antlaşma, öncelikle o zamanki nükleer güçler olan ABD, eski Sovyetler Birliği ve Birleşik Krallık tarafından başlatıldı. Diğer iki tanınmış nükleer silah devleti olan Fransa ve Çin, kendi güçlü cephaneliklerini çok daha önce kurmuş olsalar da antlaşmaya 1992'de oldukça belirgin bir şekilde katıldılar. Sanki davete icabet etmek için biraz beklemeyi tercih etmişlerdi, belki de en uygun anı kollayarak.

NWS tanımı oldukça uygun: "1 Ocak 1967'den önce bir nükleer silah veya başka bir nükleer patlayıcı cihaz üretmiş ve patlatmış" herhangi bir devlet. Bu, beş mevcut nükleer gücü-Amerika Birleşik Devletleri, Rusya (Sovyetler Birliği'nden miras kalan), Birleşik Krallık, Fransa ve Çin - özel, yasal olarak tanınmış bir kulübe dâhil etti. Ne hoş bir kulüp! Üyelik sadece seçkinler için, üstelik geçmişteki "başarılara" dayalı.

NPT, büyük tasarımında, güya eşit derecede önemli ve karşılıklı olarak güçlendirici üç sütun üzerine oturmaktadır:

  • Yayılmanın önlenmesi (Madde I, II, III): Bu sütun, Nükleer Silah Devletlerinin (NWS) nükleer silahları veya ilgili teknolojiyi Nükleer Silah Sahibi Olmayan Devletlere (NNWS) devretmemeyi, NNWS'lerin ise bunları edinmemeyi veya üretmemeyi taahhüt etmesini öngörür. Bunu sağlamak için, NNWS'ler ayrıca IAEA güvencelerini kabul etmeyi taahhüt ederler, böylece nükleer malzemenin barışçıl kullanımlardan saptırılmadığı doğrulanır. Başlangıçtan itibaren kodladığı doğal güç dengesizliğini göz ardı edersek, görünüşte basit bir taahhüt. Yani, "Bizde var ama sizde olmasın" mantığı.
  • Silahsızlanma (Madde VI): Bu, tartışmasız NPT'nin en tartışmalı sütunudur. Tüm taraflar, ancak özellikle NWS'ler, "nükleer silahlanma yarışının erken bir tarihte durdurulması ve nükleer silahsızlanma ile ilgili etkili önlemler üzerinde ve sıkı ve etkili uluslararası kontrol altında genel ve tam silahsızlanma anlaşması üzerinde iyi niyetle müzakereler yürütmeyi" taahhüt ederler. Bu, çok taraflı bir anlaşmada silahsızlanmaya yönelik "tek bağlayıcı taahhüttür"; on yıllar boyunca oldukça kötü yaşlanan bir taahhüt. "İyi niyetle müzakereler", uluslararası diplomasi terminolojisinde ne de güzel bir kaçamak yolu, değil mi?
  • Barışçıl Kullanımlar (Madde IV): Önemlisi, antlaşma "Antlaşmaya taraf tüm devletlerin, ayrımcılık yapmaksızın ve antlaşmanın I. ve II. maddelerine uygun olarak nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla araştırılması, üretilmesi ve kullanılmasını geliştirme konusundaki devredilemez hakkını" onaylar. Taraflar ayrıca barışçıl amaçlar için "ekipman, malzeme ve bilimsel ve teknolojik bilginin mümkün olan en geniş şekilde değişimine" katılma hakkına sahiptir. NNWS'ler için yayılmayı önleme hapını tatlandırmak için tasarlanan bu sütun, ironik bir şekilde, özellikle nükleer silah sahibi olmayan bir devlet bu "devredilemez hakkı" çok fazla hevesle kullandığında, sonsuz bir çekişme kaynağı hâline gelmiştir. Âdeta bir çocuğa şeker vermek ve sonra onu sadece seyretmesini beklemek gibi.

Eisenhower'ın "Barış İçin Atomlar" projesi, iyi niyetli bir nükleer teknoloji paylaşım girişimi olarak sunulmuştu. Ancak aynı zamanda IAEA'nın "teşvik ve kontrol gibi çifte sorumlulukla" kurulduğu ve NPT'nin teknoloji ve materyallerin silah amaçlı saptırılmasını önlemeyi hedeflediği de belirtilmektedir. Buradaki gerilim, nükleer teknolojinin doğasında var olan çift kullanımlı yapısından kaynaklanmaktadır. Nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla ilk teşviki, görünüşte zararsız ve iyi niyetli olsa da gelecekteki yayılmanın zeminini istemeden hazırlamıştır. Bilimsel bilginin yayılması, materyallere erişimin sağlanması (araştırma reaktörleri için zenginleştirilmiş uranyum gibi) ve uzmanlığın geliştirilmesi yoluyla, "Barış İçin Atomlar" programı ve dolayısıyla NPT'nin IV. Maddesi, devletlerin çift kullanımlı yetenekler geliştirmesi için bir yol açmıştır. Bu derin bir ironidir: Yayılmayı kontrol etmeyi amaçlayan mekanizmanın kendisi, kendi tasarımı gereği, temel nükleer bilginin yayılmasını kolaylaştırmıştır. Bu durum, kararlı devletlerin nükleer eşiği aşmasını kolaylaştırmıştır, özellikle de daha sonra antlaşmadan çekilmeye veya ona asla katılmamaya karar verirlerse, bir barış girişimini potansiyel bir yayılma kolaylaştırıcısına dönüştürmüştür. Ne deha, değil mi? Yayılmayı engellemek için kurulan sistem, yayılmanın ta kendisini hızlandırmıştır.

Madde VI, silahsızlanmaya yönelik "tek bağlayıcı taahhüt" olarak açıkça belirtilmiştir. Ancak Nükleer Silah Devletleri (NWS), cephaneliklerini modernize etmek yerine bu maddeye uymamakla sürekli olarak eleştirilmektedir. Madde VI’nın dili bile "belirsizdir", somut son tarihler veya silahsızlanma için ölçülebilir sonuçlar yerine "iyi niyetle müzakereler" gerektirmektedir. Madde VI’nın dâhil edilmesi, Nükleer Silah Sahibi Olmayan Devletlere (NNWS) uygulanan katı yayılmayı önleme taleplerini dengelemek gibi görünse de aslında NWS’nin kendi münhasır nükleer statülerini sürdürmeleri için diplomatik bir "incir yaprağı" görevi görmektedir. İyi niyetle müzakere etmeyi taahhüt ederek, NWS, başkalarından katı ve doğrulanabilir bir bağlılık talep ederken kendi yükümlülüklerini sürekli olarak erteleyebilir. Bu, yapısal bir eşitsizlik yaratır: NNWS'ler acil, müdahaleci ve doğrulanabilir yükümlülüklerle karşı karşıyadır (örneğin, Madde III uyarınca IAEA güvenceleri), NWS'lerin ise uzun vadeli, belirsiz tanımlı ve çoğu zaman yerine getirilmeyen bir vaadi vardır. Bu temel dengesizlik, NPT'nin ahlaki otoritesini baltalar ve NNWS'ler arasında derin bir kızgınlığa yol açar, antlaşmanın doğası gereği adaletsiz ve iki yüzlü görünmesine neden olarak yayılmayı önlemeyi amaçladığı yayılmaya katkıda bulunur. Sanki "adil oyun" sadece küçükler için geçerliymiş gibi.

Ayrıcalıklı kulüp: Antlaşmanın erişemediği nükleer güçler

191 devlet NPT'ye lütfetmişçesine katılırken, nükleer silahlardan arınmış bir dünya vizyonunu (bazıları için) benimserken; seçilmiş birkaç ülke, dikkate değer bir bağımsızlıkla bu "büyük pazarlıktan" çekilmeyi tercih etmiş veya özellikle dramatik bir vakada, görkemli bir şekilde çıkış yapmıştır. Bu ülkeler, genellikle ulusal güvenlik zorunluluklarını veya NPT'nin doğal "kusurlarını" gerekçe göstererek, nükleer yeteneklere giden kendi yollarını çizmişlerdir. Bu durum, antlaşmanın sözde evrenselliğine karşı ilginç bir anlatı oluşturmakta ve "temel taşının" iddia edildiği kadar temel olup olmadığını merak ettirmektedir. Acaba bu "temel taşının" temeli aslında ne kadar sağlamdı?

Hindistan: Pek de "barışçıl nükleer" olmayan olay

NPT'ye sıkı bir şekilde taraf olmayan Hindistan, nükleer yeteneklerini ilk kez 1974'teki "barışçıl nükleer patlayıcı cihaz" testiyle gösterdi. Bu oldukça oksimoronik tanım, doğal olarak uluslararası endişeyle karşılandı ancak Hindistan'ın kararlılığı açıktı. Hindistan'ın nükleer programı ve NPT'ye taraf olmama duruşunun temel gerekçesi, antlaşmanın "ayrımcı sistemine" yönelik keskin bir eleştiridir. Hindistan, NPT'nin yasal nükleer silah sahipliğini 1967'den önce test yapan devletlerle sınırlayarak "nükleer sahipler kulübü ve daha büyük bir nükleer sahip olmayanlar grubu" yarattığını savunmaktadır. Hindistan, "belirli bir zaman dilimi içinde nükleer silahlardan arınmış bir dünyaya ulaşmayı amaçlayan kapsamlı bir eylem planını" savunmaktadır, bu da NPT'nin daha geniş silahsızlanma sorununu ele almakta yetersiz kaldığını ima etmektedir. Dahası "ilk kullanım yok politikası"nı benimsemiş ve uluslararası yaptırımlar ve dışlanma nedeniyle programını yerli olarak geliştirerek nükleer teknolojide kendi kendine yeterliliği teşvik etmiştir.

Buradaki ironi açıkça görülmektedir: Hindistan, ayrımcı bulduğu bir antlaşmaya katılmayı reddederek, daha sonra zımnen "fiilî" bir nükleer güç olarak tanınmış, hatta ABD-Hindistan nükleer anlaşması gibi anlaşmalar aracılığıyla sivil nükleer teknolojiye erişim sağlamıştır. Eleştirmenler, bunun "Hindistan'ı Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması'na sürekli katılmayı reddettiği için etkili bir şekilde ödüllendirdiğini" ve jeopolitik çıkarların uyumlu olduğu durumlarda "yayılmayı önleme" normlarında dikkate değer bir esnekliği gösterdiğini savunmaktadır. Ne güzel bir ödül, değil mi? "Bize katılmadığın için seni ödüllendiriyoruz!"

Pakistan: Bölgesel rekabetten doğan bir “nükleer” caydırıcılık

Pakistan, rakibi Hindistan gibi, NPT'ye taraf değildir ve Hindistan'ın 1974'teki testinden sonra gizli nükleer silah programını ünlü bir şekilde hızlandırmıştır. Mayıs 1998'de kendi nükleer testleriyle yeteneklerini alenen sergilemiştir. Pakistan'ın nükleer programı, öncelikle Hindistan'a karşı "güvenlik endişeleri ve stratejik caydırıcılık arzusu" tarafından yönlendirilmektedir, özellikle 1971 Hindistan-Pakistan Savaşı'ndan sonra. "Minimum güvenilir caydırıcılık" doktrini, çıkarlarını korumak için "cephaneliğindeki herhangi bir silahı" kullanma isteğini ima eder, bu da Hindistan'ın konvansiyonel askerî üstünlüğünü etkili bir şekilde dengelemektedir. Eski Başbakan Zülfikar Ali Butto, "ot yiyeceğiz, hatta aç kalacağız, ama kendi nükleer bombamıza sahip olacağız" diyerek ulusal nükleer yetenek edinme taahhüdünü ünlü bir şekilde dile getirmiştir. Pakistan, NPT'yi ancak Hindistan da katılırsa imzalayacağını ısrarla belirtmekte, mevcut yayılmayı önleme rejimini ayrımcı bulmakta ve "evrensel ve doğrulanabilir silahsızlanma" talep etmektedir.

Buradaki trajik ironi, yayılmayı önlemek için tasarlanmış NPT'nin, iki taraf olmayan arasında, her birinin kendi cephaneliğini diğerinin varlığıyla gerekçelendirdiği, antlaşmanın önlemesi gereken klasik bir güvenlik ikilemini istemeden tetiklemesidir. Bu durum, NPT'nin derinlemesine kök salmış bölgesel rekabetler ve güvenlik algıları karşısındaki sınırlılıklarını vurgulamaktadır. NPT'nin varlığı, âdeta bir kedi-fare oyununu tetiklemiş ancak bu oyunda farelerin her biri kendi nükleer dişlerini geliştirmiştir.

İsrail: "Şeffaf olmayan" cephanelik ve stratejik belirsizliği

Nükleer güçler arasında benzersiz bir şekilde İsrail, nükleer programı konusunda "uzun süredir devam eden kasıtlı belirsizlik politikası"nı sürdürmektedir. Nükleer silahlara sahip olup olmadığını "ne kabul eder ne de inkâr eder." Bu resmî sessizliğe rağmen, "evrensel olarak nükleer silahlara sahip olduğuna inanılmaktadır", tahminler yaklaşık 90 plütonyum tabanlı savaş başlığı olduğunu göstermektedir. İsrail, NPT'yi hiçbir zaman imzalamamıştır ve başlıca nükleer faaliyetleri üzerinde kapsamlı IAEA güvencelerini kabul etmemiştir. Opaklık politikası, "hem müttefikler hem de düşmanlar tarafından genellikle hoş görülmüştür", bu da diğer ulusların karşılaştığı yoğun denetimle keskin bir tezat oluşturmaktadır. Bu belirsizliğin gerekçesi, genellikle düşmanca bir bölgesel ortamda caydırıcılık ve hayatta kalma ile ilişkilendirilmektedir.

Nükleer silahlara sahip olduğuna yaygın olarak inanılan bir devlet, NPT çerçevesinin tamamen dışında faaliyet göstermekte, belirsiz statüsü yayılmayı önlemeyi savunan güçler tarafından zımnen kabul edilmektedir. Bu "uygun incir yaprağı"; ABD ile yakın bağlara izin verirken, uluslararası anlaşmaların prensipte "engeller ve bariyerler" oluşturması gereken durumlarda bile bu duruma göz yumulmaktadır. NPT'nin ilan ettiği "evrensellik" oldukça büyük, stratejik olarak belirsiz bir kör noktaya sahip gibi görünmekte; bu da Orta Doğu'yu nükleer silahlardan arınmış bir bölge hayalini sürekli bir hayal olarak bırakmaktadır. Yani "bazıları eşittir ama bazıları daha eşittir" ilkesinin nükleer versiyonu.

Kuzey Kore: NPT'nin savurgan oğlu mu, yoksa hesaplı bir çekilme mi?

Kuzey Kore'nin yolculuğu benzersizdir: başlangıçta 1985'te NPT'yi imzaladı ancak Ocak 2003'te çekildiğini duyurdu. 2006'dan bu yana, "bir dizi nükleer test" gerçekleştirmiş ve ICBM'ler de dâhil olmak üzere nükleer kapasiteli füzeler geliştirmiştir. Kuzey Kore'nin 1993'teki (2003'te yeniden yürürlüğe konulan) çekilme nedenleri arasında "tehdit edici" bir Güney Kore-ABD askerî tatbikatı ("Team Spirit") ve IAEA müfettişlerinin "tarafsızlık eksikliği" iddiaları yer alıyordu. Ancak eleştirmenler, bunların NPT'nin çekilme maddesinin (Madde X) gerektirdiği gibi, "ülkesinin yüksek çıkarlarını tehlikeye atan olağanüstü olaylar" olmadığını savunmaktadır. 2004 yılına gelindiğinde, Kuzey Kore'nin nükleer programını "nükleer silah geliştirme niyetiyle" sürdürmeyi amaçladığı açıktı.

Buradaki trajik ironi, NPT çerçevesi içindeki bir devletin ayrılmayı seçmesi, böylece kendi gözünde sonraki nükleer silah geliştirmesini meşrulaştırması ve başkalarının da takip edebileceği bir yol göstermesidir. NPT'nin "kaçış maddesi", kararlı bir yayılmacı için daha çok bir boşluk olduğunu kanıtladı ve antlaşmanın özellikle güvenlik garantileri eksikliği algılandığında, bir egemen devletin "yüksek çıkarlarını" uluslararası taahhütlerin önüne koyması karşısındaki doğal sınırlılıklarını vurguladı. Âdeta bir anlaşmayı imzalayıp sonra istediğinde ondan vazgeçebileceğini keşfeden bir çocuk gibi.

NPT'nin "neredeyse evrensel üyeliği" sıkça kutlanmakta, bu da yayılmanın önlenmesi konusunda küresel bir fikir birliği olduğunu ima etmektedir. Ancak üç devletin (Hindistan, Pakistan, İsrail) hiçbir zaman imzalamadığı ve nükleer silah geliştirdiği ve birinin (Kuzey Kore) çekildiği ve yayıldığı gerçeği, gerçekten evrensel bir bağlılık fikriyle doğrudan çelişmektedir. NPT'ye taraf olmayan devletlerde nükleer silahların varlığının ve bazı durumlarda zımnen kabul edilmesinin (özellikle İsrail'in "hoş görülen" belirsizliği ile) devam etmesi, NPT'nin "evrenselliğinin" kapsamlı, eşit bir bağlılıktan ziyade, seçici bir uygulama mekanizması olduğunu göstermektedir. Uluslararası toplum, özellikle NWS, jeopolitik uyumlar, stratejik çıkarlar ve algılanan tehditlere dayanarak farklı standartlar uygulamayı seçmiştir. Bu, fiilen iki katmanlı bir sistem yaratır: "Kabul edilebilir" taraf olmayan nükleer güçler (veya Hindistan gibi uyum sağlanabilecekler) için bir tanesi ve "kabul edilemez" olanlar veya bombaya heveslenebilecek taraf olanlar (İran gibi) için diğeri. Bu temel tutarsızlık, nükleer silah sahipliğinin doğası gereği istenmeyen ve küresel olarak önlenmesi gereken bir şey olduğu NPT'nin temel prensibini baltalamakta, ahlaki otoritesini aşındırmaktadır.

Hindistan'ın nükleer programı büyük ölçüde güvenlik endişeleri ve bölgesel rekabetler tarafından tetiklenmiştir. Pakistan'ınki ise Hindistan'ın nükleer testlerine doğrudan, misilleme niteliğinde bir yanıttı. Kuzey Kore, nükleer gelişim ve çekilme nedenleri olarak açıkça algılanan askerî tehditleri ve güvenlik endişelerini belirtmiştir. NPT'nin küresel güvenliği yayılmanın önlenmesi yoluyla artırma genel hedefine rağmen, bu devletlerin nükleer silah yayılması, büyük ölçüde klasik "güvenlik ikileminin" doğrudan bir sonucudur. Anarşik bir uluslararası sistemde, komşularından veya büyük küresel güçlerden varoluşsal tehditler algılayan devletler, uluslararası normlara veya antlaşmalara meydan okumak anlamına gelse bile nükleer silahların nihai, vazgeçilmez caydırıcı olduğuna karar verirler. NPT, tüm nükleer olmayan devletlere güvenilir ve evrensel güvenlik güvenceleri sağlayamayarak (veya NWS'leri gerçekten silahsızlandıramayarak), istemeden nükleer silahların "yüksek çıkarları" korumak için gerekli olduğu algısını pekiştirmektedir. Bu durum, nükleer silahlar var oldukça ve bazıları için ulusal güvenliğin bir garantisi olarak görüldükçe, diğerlerinin de kaçınılmaz olarak bunları takip edeceğini ve NPT'nin yayılmayı önleme sütununu doğal olarak kırılgan ve jeopolitik baskılara karşı savunmasız hâle getireceğini düşündürmektedir.

İran'ın nükleer serüveni: Uluslararası iki yüzlülük

Yukarıda bahsedilen "dışarıdakilerin" aksine, İran, NPT'nin kurucu üyesi olarak 1970 yılında antlaşmayı resmen onaylamıştır. Bu nedenle nükleer silah sahibi olmayan bir devlet olarak nükleer silah edinmemeyi taahhüt etmiştir. Bu bağlılık, uluslararası güven ve nükleer çabalarında iş birliği sağlamalıdır. Önemlisi; İran, NPT'nin Madde IV'ünü sürekli olarak ileri sürmektedir. Bu madde, "Antlaşmaya taraf tüm devletlerin, ayrımcılık yapmaksızın ve antlaşmanın I. ve II. maddelerine uygun olarak nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla araştırılması, üretilmesi ve kullanılmasını geliştirme konusundaki devredilemez hakkını" açıkça garanti etmektedir. İran, uranyum zenginleştirmesi de dâhil olmak üzere nükleer programının yalnızca enerji üretimi ve barışçıl uygulamalar için olduğunu ısrarla savunmakta, Yüksek Lider Ali Hamaney'in nükleer silahları yasaklayan dinî bir fetvayı (haram) gerekçe göstermektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nin zenginleştirmenin tamamen durdurulması konusundaki ısrarını bu "devredilemez hakkın" doğrudan bir ihlali olarak görmektedir.

Uluslararası toplumun endişeleri

İran'ın barışçıl niyet iddialarına rağmen, nükleer programı paradoksal bir şekilde "onlarca yıldır uluslararası incelemenin odak noktası" olmuştur. Endişeler öncelikle, %60'a ulaşan uranyum zenginleştirme seviyeleri etrafında dönmektedir. Bu seviye, %90'lık silah sınıfı seviyelerinden "kısa, teknik bir adım uzakta" kabul edilmektedir. İran bunu reddetse de IAEA ve Batılı istihbarat ajansları, Tahran'ın "2003 yılına kadar organize bir silah programına" sahip olduğunu iddia etmektedir; İran bu iddiayı şiddetle reddetmektedir. IAEA, İran'ı güvence yükümlülüklerine "uyumsuzluk" nedeniyle defalarca kınamıştır, özellikle "beyan edilmemiş nükleer materyal ve faaliyetler hakkında birden fazla beyan edilmemiş yerde" güvenilir yanıtlar vermediği için. Dahası İran, IAEA denetimlerini kısıtlamış ve gözetim ekipmanlarını kaldırmış, bu da "onarılamaz bir gözetim bozukluğuna" ve ajans için kritik bir "bilgi sürekliliği kaybına" yol açmıştır. Bu şeffaflık eksikliği ve hızlandırılmış zenginleştirme, sürekli olarak "ciddi yayılma riskleri" oluşturduğu gerekçesiyle belirtilmektedir. Buna karşılık uluslararası toplum, özellikle ABD ve Avrupa güçleri (E3/AB), İran'a ağır ekonomik yaptırımlar uygulamıştır. Ayrıca uyumsuzluk nedeniyle "geri dönüş" yaptırımları veya BM Güvenlik Konseyi'ne sevk edilme tehdidinde bulunmuşlardır, bu da sürekli bir gerilim ortamı yaratmıştır.

"Çifte standart": Taraf olan İran yakın takipte, taraf olmayanlar gelişiyor

İşte ironinin gerçekten parladığı yer burasıdır; NPT'nin pratik uygulamasını seçici bir ahlak çalışması olarak ortaya koymaktadır. İran'ın kendisi ve uluslararası yorumcular korosu da dahil olmak üzere eleştirmenler, uluslararası toplumun nükleer yayılmaya yaklaşımındaki bariz "çifte standartları" yüksek sesle vurgulamaktadır.

  • Temel çelişki: NPT'ye taraf olan ve teorik olarak barışçıl nükleer enerjiye hakkı garanti edilen İran, nükleer silah arayışı iddiasıyla yoğun baskı, felç edici yaptırımlar ve hatta nükleer tesislerine yönelik askerî saldırılarla karşı karşıya kalmaktadır. Bu arada önemli bir nükleer cephaneliğe sahip olduğuna yaygın olarak inanılan ve uluslararası denetimleri ünlü bir şekilde reddeden NPT'ye taraf olmayan İsrail, "silahlarını teslim etme talebiyle" karşılaşmamaktadır. Bu bariz eşitsizlik, eleştirinin merkezî bir temasıdır. Sanki bir ailede, kurallara uyan çocuğun üzerine gidilirken, haylaz çocuğun tüm yaramazlıkları görmezden geliniyor.
  • Fransız eleştirisi: İran'ın BM Büyükelçisi Amir Saeid İravani; Fransa'yı Tahran'a yaptırım tehdidinde bulunurken, Fransa'nın kendisinin "nükleer cephaneliğini modernize etmeye ve genişletmeye devam ettiğini" ve "İsrail rejiminin beyan edilmemiş nükleer silah programı hakkında sessiz kaldığını ve suç ortağı olduğunu" belirterek sertçe eleştirdi. Ayrıca Fransa'nın NPT'nin Madde VI kapsamındaki silahsızlanma yükümlülüklerini yerine getiremediğine de dikkat çekti. Ne de güzel bir manzara, değil mi? Kendi evini temizlemeden başkasının kapısının önünü süpürmek isteyen bir komşu.
  • Alman eleştirisi: Alman kamuoyu tartışmaları, haber makalelerindeki yorumlarda görüldüğü gibi, İran'ı kınayan ulusların ahlaki otoritesini açıkça sorgulamaktadır, zira İsrail'in nükleer programı sadece hoş görülmekle kalmayıp zımnen korunmaktadır. Kullanıcılar açıkça "İsrail gizlice nükleer silah inşa ederken neden kimse fişini çekmedi?" diye sormakta ve diğer devletlere nükleer silahların reddedilmesinin "güçlünün hakkına" dayandığını savunmaktadır. Bu, derinlemesine yerleşmiş bir iki yüzlülük algısını vurgulamaktadır.
  • İspanyol eleştirisi: İspanyol kaynaklar, NPT'nin evrensel olmamasını vurgulamakta, Hindistan, Pakistan ve İsrail'in antlaşmaya taraf olmadan nükleer silahlara sahip olduğunu belirtirken, uluslararası toplumun ana odak noktasının Kuzey Kore ve İran gibi devletler üzerinde kaldığına dikkat çekmektedir. Ayrıca Arap ülkelerinden Orta Doğu'da nükleer silahlardan arınmış bir bölge oluşturma konusunda ilerleme kaydedilememesi ve İsrail'e NPT'ye uyması için yeterli baskı yapılmaması konusunda güçlü eleştiriler bulunmaktadır.
  • JCPOA fiyaskosu: ABD'nin Ortak Kapsamlı Eylem Planı'ndan (JCPOA) 2018'deki tek taraflı çekilmesi, İran tarafından "haksız muamele" ve "ABD'nin diplomatik çabalarına olan güvenin" sarsılmasının reddedilemez bir kanıtı olarak sıkça gösterilmektedir. İran, bu eylemin kendi uyumunu doğrudan baltaladığını ve yenilenen yaptırımlara yanıt olarak taahhütlerini kademeli olarak azaltmaya zorladığını savunmaktadır.

Avrupa'nın suç ortaklığı

Avrupa'nın JCPOA'yı sürdürmedeki "diplomatik kötü uygulamaları" ve "çifte standartları" ve İsrail'in İran tesislerine saldırmasına rağmen İran'a karşı IAEA kınamasını desteklemesi, İran'ın güvenliğini ve bölgesel istikrarını aktif olarak "baltaladığı" şeklinde görülmektedir. Eleştirmenler, bunun İran'a "nükleer silahlanma arayışında güçlü bir teşvik" verdiğini, yayılmayı önleme çabalarını ironik bir şekilde yayılma için bir katalizöre dönüştürdüğünü savunmaktadır.

İran'a yönelik farklı muamele ile İsrail'e (hatta Hindistan ve Pakistan'a sağlanan nihai uzlaşmaya) yönelik farklı muamele, "yayılmanın önlenmesinin" evrensel olarak uygulanan yasal veya teknik bir standart olmadığını, aksine son derece siyasallaşmış bir araç olduğunu ortaya koymaktadır. Uyum, düşman veya potansiyel tehdit olarak görülen devletlere karşı titizlikle talep edilir ve cezalandırıcı önlemlerle uygulanırken, müttefiklere veya nükleer statüsü stratejik olarak uygun görülen devletlere göz yumulur. Bu seçici uygulama, NPT'nin meşruiyetini temelden aşındırır ve onu evrensel bir yasal çerçeveden jeopolitik bir kaldıraç aracına dönüştürür. "Kurallara dayalı düzen" bir cephe olarak ortaya çıkar; burada kurallar gerçek, eşit küresel silahsızlanmayı sağlamak yerine mevcut güç hiyerarşilerini sürdürmek için seçici olarak uygulanır. Bu durum, bağlantısız devletler ve bu tür politikaların hedefi olanlar arasında derin bir sinizm yaratır.

İran'ın hızlandırılmış uranyum zenginleştirmesi ve NPT'den çekilme tehditleri, genellikle artan uluslararası baskı, felç edici yaptırımlar ve algılanan askerî saldırganlığı doğrudan takip etmektedir. İran açıkça "ülkenin antlaşma kapsamındaki sivil nükleer enerji haklarına saygı gösterilmediğinde ve nükleer tesisleri hedef alındığında, İran'ın nükleer yayılmayı önleme antlaşmasına gönüllü taahhütlerini sürdürmesi beklentilerinin 'haksız' olduğunu" belirtmektedir. Bu durum, dış baskı ile iç nükleer politika arasında nedensel bir bağlantı olduğunu düşündürmektedir. Uluslararası toplumun İran'a karşı "ekonomik savaş", "zorlama" ve açık askerî tehditlerle karakterize edilen yaklaşımı, paradoksal bir şekilde İran'ı NPT'nin önlemeyi amaçladığı nükleer yetenekleri takip etmeye güçlü bir şekilde teşvik etmektedir. Bir devlet, "yüksek çıkarlarının" dış baskı tarafından tehlikeye atıldığını ve nükleer olmayan kalmanın güvenlik garantisi sunmadığını, aksine saldırganlığı davet ettiğini algılarsa, o zaman mantıksal (ancak tehlikeli) sonuç, Alman ve Fransız alıntılarında açıkça belirtildiği gibi kendi hayatta kalması için caydırıcılık amacıyla nükleer silah edinmektir. Derin ironi, uygulanan "çözümün" çoğu zaman çözmeyi amaçladığı sorunu daha da kötüleştirmesidir.

Büyük pazarlığın çatlakları ve geleceğe yönelik bir bakış

Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması, insanlığı nükleer kıyametten korumak için tasarlanmış yüce bir belge olarak ortaya çıktı. Ancak, yarım asırdan fazla bir süre sonra, bu "temel taşı" daha çok bir çatlaklar ve çelişkiler anıtına benzemektedir. Antlaşma, nükleer silahların yayılmasını önleme, silahsızlanma ve barışçıl kullanımlar olmak üzere üç sütun üzerine kuruludur. Ancak bu sütunlar eşit ağırlıkta taşınmamış, bazıları diğerlerinden çok daha fazla yük taşımıştır.

Antlaşmanın en büyük ironisi, başlangıçtaki doğuşunda yatmaktadır. "Barış İçin Atomlar" vizyonuyla, nükleer teknolojinin barışçıl amaçlarla yayılmasına izin verilirken, bu teknolojinin çift kullanımlı doğası göz ardı edilmiştir. Bu, yayılmayı önleme çabalarını zayıflatabilecek bir bilgi ve yetenek tabanı yaratmıştır. Daha da çarpıcı olanı, antlaşmanın nükleer silah devletlerini "1 Ocak 1967'den önce" nükleer cihaz patlatanlar olarak tanımlayarak, mevcut nükleer güçlerin ayrıcalıklı konumunu meşrulaştırmasıdır. Bu keyfi tarih, NPT'yi küresel bir silahsızlanma aracı olmaktan çok, mevcut nükleer hiyerarşiyi koruyan bir güç sürdürme mekanizması hâline getirmiştir. Madde VI'nın silahsızlanma taahhüdü, "iyi niyetle müzakereler" gerektiren belirsiz bir dil kullanılarak, nükleer silah devletlerinin yükümlülüklerini sürekli olarak ertelemesine olanak tanımıştır. Bu, Nükleer Silah Sahibi Olmayan Devletler üzerindeki katı ve doğrulanabilir yükümlülüklerle keskin bir tezat oluşturmaktadır.

NPT'nin "evrenselliği", Hindistan, Pakistan, İsrail ve Kuzey Kore gibi nükleer güçlerin varlığıyla sorgulanmaktadır. Bu ülkeler ya antlaşmaya hiç katılmamış ya da çekilmiş ve kendi nükleer programlarını geliştirmişlerdir. Onların varlığı, NPT'nin yayılmayı önleme hedefini baltalamakta ve uluslararası toplumun güvenlik ikilemini ele alma konusundaki sınırlılıklarını ortaya koymaktadır. Bu devletlerin nükleer silah edinme gerekçeleri, genellikle bölgesel tehdit algıları ve ulusal güvenlik endişeleriyle bağlantılıdır. Bu durum; nükleer silahların -uluslararası normlara rağmen- bazı devletler için nihai caydırıcı olarak görüldüğünü göstermektedir.

İran'ın nükleer serüveni, NPT'nin pratik uygulamasındaki ikiyüzlülüğün en çarpıcı örneğidir. NPT'ye taraf olan ve barışçıl nükleer enerjiye "devredilemez hakkını" savunan İran, yoğun yaptırımlar, askerî tehditler ve uluslararası denetimlerle karşı karşıyadır. Buna karşılık, nükleer silahlara sahip olduğuna yaygın olarak inanılan ve uluslararası denetimleri reddeden NPT'ye taraf olmayan İsrail, benzer bir incelemeyle karşılaşmamaktadır. Bu bariz çifte standart, yayılmayı önlemenin jeopolitik çıkarlara ve ittifaklara göre siyasallaştığını ortaya koymaktadır. İran'a yönelik baskı, çoğu zaman nükleer silah edinme arayışını teşvik eden bir "kendi kendini gerçekleştiren kehanet" hâline gelmiştir. Eğer bir devlet, dış baskının "yüksek çıkarlarını" tehlikeye attığını ve nükleer olmayan kalmanın güvenlik garantisi sunmadığını, aksine saldırganlığı davet ettiğini algılarsa o zaman hayatta kalmak için nükleer silahlara yönelme eğiliminde olacaktır.

NPT, küresel güvenliğin karmaşık ve çoğu zaman çelişkili doğasının bir yansımasıdır. Antlaşma, nükleer silahların yayılmasını önemli ölçüde yavaşlatmış olsa da temel eşitsizlikleri, seçici uygulamaları ve üyelerinin güvenlik ikilemlerini ele alamaması, uzun vadeli etkinliğini tehdit etmektedir. Nükleer silahlardan arınmış bir dünya vizyonu, mevcut nükleer güçlerin kendi silahsızlanma taahhütlerini gerçekten yerine getirmesi ve tüm devletlere eşit muamele edilmesiyle ancak gerçekleşebilir. Aksi takdirde NPT, bir zamanlar büyük bir pazarlık olarak düşünülen ancak şimdi daha çok trajik bir fars olarak görünen bir belge olmaya devam edecektir.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...