Kendi aynamıza bakmayı ne zaman terk ettik?
Modernist bir reflekstir Doğu’ya dair her unsuru hastalıklı, ilkel olarak nitelemek. Rasyonalist, pozitivist düşüncenin doğuşundan çok önce düşünsel, bilimsel ve kültürel alanda lineer katmanı aşan Doğu’nun kendine olan bakışının nasıl değiştiğini gelin birlikte sorgulayalım.
Her çağın kendine ait bir hastalığı var. Örneklendirme ihtiyacı hissetmiyorum. Her çağda da muhtelif şekillerde, soyut ve somut hâlde karşımıza çıkan muhtelif hastalıklar diyelim bunlara. Bu hastalıkların da duçarları olduğu gibi müptelaları, hatta müptezelleri olmuş. İki taraf olagelmiş öteden beri. İki taraf, biri diğer tarafa çaldığı galebe kadar güçlü, öbürkü taraf da mağlubiyetinin sonuçlarıyla mahzun. Hani hastalıklar muhtelif, vaziyet ise hiç değişmemiş. Bu mücadelelerde her iki taraf kendine toplumların meşreplerine göre bir tabu, dokunulmaz, sorgulanmaz bir güç yahut nas belirler, oradan aldığı tarifsiz haklılık duygusu ile rakibini dize getirmek için hiç durmadan devinir, devinir, devinir. Bazen galip, bazen mağlup olur elbette. Ama değişmeyen son, hep bir tarafın diğerine karşı duyduğu eziklik ve kaybetmişlik kompleksi.
Rousseau’dan önceki sözleşme: Medine Mutabakatı
Bilhassa Fransa’daki Filozof Devrimi -ki Sanayi Devrimi demeyi doğru bulmuyorum- sonrası şekillenen dönemde Robespierre ve avanesi, 16. Louis’e karşı kazandıkları ve bu günümüze dek tesir eden galibiyet ile beraber evvela Avrupa olmak üzere sairen de komşu coğrafyalarda yankısını buldu. Kıta Avrupası henüz barbarlıktan bir adım ileri gitmeyi akıl dahi edemediği dönemlerde gerek bilim gerek edebiyat gerek müzik gerekse de felsefe branşlarında dünyaya takla attıran Doğu, sanki yorulmuştu; sekre hâline gelmiş, doyuma ulaşmış veya sıkılmıştı da bu frankofil değişim modasına kendini kaptırdı. Oysa devrin kilisesinin fikirlere ve düşünenlere idamlar verdiği tarihin bin küsur sene öncesinde, “Düşünmez misiniz?”, “Allah etraflıca düşünesiniz diye ayetleri böyle açıklıyor”, “Hiç aklınızla değerlendirmiyor musunuz?” veya “Akletmez misiniz?” gibi ayetleri ve emirleri olan din gelmişti.
Fikir ve ifade hürriyeti ne zaman Avrupa’nın tekeline geçti sahi? 1762’de Rousseau tarafından yazılmış olan Toplumsal Sözleşme, bugüne değin ilahi bir mesaj gibi sorgulanamaz doğruluktayken ve millî eğitim sistemimizin ilgili branşlarında kaynak kabul edilerek öğretilirken, her nedense, ondan yine bin küsur yıl evvel, 623 senesinde Hz. Muhammed Mustafa tarafından kaleme alınmış Medine Sözleşmesi neden referans sayılmaz, ezberimizde değildir? Velev ki Rousseau ile İbn Tufeyl’i mukayese edebilecek kadar fikir ve felsefe bakiyemiz vardı. Çok entelektüel toplumbilimci gençlerimizin Medine Mutabakatı yahut Medine Sözleşmesi’nden haberdar olmalarından dahi mutluluk duyacak kadar ümidim eprimiş hâlde olabilir.
Batı hayranlığı ardından süzülen rasyonalist
Sonrasında bir kelime doğuyor: Rasyonalizm. 17. asrın ortalarında ilk kez kullanılan rasyonalizm ifadesi biraz evvel arz etmeye çalıştığım referans ve nas noktalarına sağlam bir alternatif sunuyor. Ratio; yani hesaplanabilir olma. Yani somut, ölçümlenebilir ve tartıya vurulur anlamlarında. Yalnız daha sonra bu terim, ölçüm sisteminden çıkartılıp bir nevi akıl kestirme yönelimine kayıyor. Bir poşet domatesin 1 kg gelip gelmediğini öğrenmek için kullanılan ratio/rasyo terimi, insanı merkeze oturtup, tabii bilimleri bir kenara bırakarak “İnsan aklı kesiyorsa rasyoneldir, kesmiyorsa değildir” gibi zayıf bir zemine oturtulmaya başlıyor. Coğrafyamızdaki bir diğer bukalemun kelime daha. Küçümsemeyin kelimeleri lütfen. Bu neviden bukalemun kelimeler yüzünden bu sefil, zavallı, acınası ve berbat hâlimiz. Doğu’da da felsefe ve düşünce alanında envaiçeşit mücadele yaşanmıştır bu bağlamda, kabul. Ama bu toprakların ve inanışlarının ezoterik tarafları deyim yerindeyse arzdı, nastı, zemindi. 19. yüzyıl sonlarında Şinasi’nin sivil hayatımıza zerk etmekte olduğu aklı kullanmak yerine akılcılığı önemli görüyor: “Varlığın bilme ne hâcet küre-i âlem ile / Yeter isbatına halk ettiği bir zerre bile.” Descartes etkisinde olduğunu rahatça sezinleyebiliyorum. Buna gerçekten ihtiyaç var mıydı bilemiyorum. Yeni bir hikâye değildi, yokuş aşağı gidiş 18. yüzyıl itibariyle başlamıştı zaten: Batı hayranlığı.
Mehmed Bahaeddin Toven, 1924 yılında Yeni Türkçe Lügat çalışmasında “rasyonalizma” sözcüğüne şöyle bir tanım getirir: “Vahyi inkâr ve her şeyi akıl yoluyla izah eden mezheb-i felsefî.” Kendisi herhangi bir edebiyat, medrese, etimoloji veya felsefe tahsili görmeden lügat yazmış olan Binbaşı Bahaeddin de Batı hayranlığını arşa çıkarmış. Soyadı kanunu çıktığında soy ismini Toven seçmiş hazret, imzasını B. Toven atabilmek için. Beethoven böyle bir hayranı olduğu için çok şanslı. Ne diyordu B. Toven, bir şeyin rasyonalizma adı altında değerlendirilebilmesi için evvel emir vahyi inkâr etmesi gerekiyordu. Buraya bir mim koyma gereği dahi görmüyorum. August Comte’un felsefeye kazandırdığı kullanımla birlikte bilimdeki, felsefedeki pozitivizm kelimesi, akıllarını karıştırmış olmalı ki tüm topluma şu mesaj veriliyor: Vahyi inkâr edip akıl yoluyla izah etmeye çalışırsan rasyonel, yani makul olabilirsin. Aklı öne çıkarmanın yolu vahyi, dini, kutsal kitabı, tanrıyı ve elçilerini inkârdan geçiyor. Dönemin statükosu buymuş demek, gökten indiği sanılan, yani vahiy ve kutsal kitap ezoteriğinden uzak bir statüko, ancak sadece bir dine hitaben. Oysa Aydınlanma Devri rasyonalistleri din problematiğine devlet güdümünden ziyade; tarihî, felsefi, etnolojik, antropolojik, psikolojik, sosyolojik ve filolojik yönlerden eğildiler. Dinlerin tezahürlerini ve menşelerini incelediler, tezler oluşturdular. Binaenaleyh bu tezleri tartışan taraflar yetişti; evrimcilik, animizm, natürizm, totemizm gibi gelenekler oluştu. Bizde etrafını cami ağyarını mâni yegâne devlet görüşü ve dogması doğmuştu.
İnkârla başlayan ezoterik rüzgâr
Bu noktada ezoteri işimize lazım olacak. Şair Şinasi, Allah kavramını dahi aklın zeminine oturtmaya çalışsın, ne fayda, hepsi ezoterik. Ezoterik yani batıni, içsel, gizli ilim, mistik veya afili bir ifadeyle efsane. Elbette Kur’an-ı Kerim diye bir kitap yoktur ve olamaz. Bu bağlamda peygamber de hatta Allah da yoktur ve olamaz. Olmamalı da olmadı da. Çünkü ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almayı seçmiştik. Peki, tüm ezoterik kavramlara karşı aynı dik duruşta bulunduk mu, insan ister istemez bu soruyu soruyor. Öyle değil mi; rasyonel, akılcı, pozitivist, çağdaş, modern, terakkiperver bir nevi ilerici olmak için topyekûn ezoterizme karşı açılmış bir savaş olmalı, değil mi? Fakat işler ne o günlerde ne sonrasında ne de günümüzde böyle yürümüyor. Öncesinde ilerlemeye mâni ilan edilen inancımızla ilgili istikbale matuf Ziya Paşa Terkib-i Bend’inde şöyle mıhlıyordu kelimeleri tarihe: “İslam imiş devlete pâ-bend-i terakki / Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı / Milliyyeti nisyan ederek her işimizde / Efkâr-ı Firenge tebaiyyet yeni çıktı.”
Dönem erkleri meramlarını, karın ağrılarını, dünya görüşlerini ve emellerini dolaysız anlatsalardı daha kolay ve mert olurdu. Fakat Doğu toplumları -hatta Batı da bizatihi- meseleleri ezoterik, yani batıni zeminlerde tartışmayı, anlamayı ve çözmeyi öngörüyordu. Çok basit bir iyi-kötü dilemmasını dahi Ehrimen-Ahura Mazda (Hürmüz) yahut Yin-Yang, Davut-Câlut üzerinden saf tutarak çözmüyor muyduk? Örneğin ırkçılığı bir kenara bırakarak çocuklarımıza yiğit olsun diye yedi iklimde Rüstem adını koyuyorduk. Neymiş efendim, Dîv-i Sepîd ile güreşmiş de onu bile yenmiş. Aklın kesmiyor mu? O hâlde böyle şeyler yokmuş, safsataymış.
10. yüzyılda İran’da yaşamış olan Şair Firdevsî’nin tam otuz senesini vererek kaleme aldığı Şehname isimli kitabındaki bir efsanedir Dîv-i Sepîd. Dîv-i Sepîd, yani beyaz dev, Arapçası beyaz cin. Rüstem devi güreşte yenerek bölge halkını kurtarır bu mendeburun elinden. Beyaz dev dedikleri de yine cinlerden olduğu için Rüstem bambaşka bir kahramandır. Hint-Avrupa dil ailesinde “dev” kelimesi muhtelif formlarda kullanılabilir. En yaygını “deus” hiç kuşku yok. Deus apscondius, yani gizli ve görünmez tanrı. Bizim cin diye bildiğimiz, bu dil ailesi ve fikir dünyamızın sorgulanamaz büyükleri tarafından tanrı hükmündedir. Yani Fransızcada duyduğumuz “adieu” ya da İspanyolcadaki “adiós” kelimelerinde görmekte olduğumuz “dieus”, “deu”, “dev”, “cin” ve tabii ki “tanrı.” Neticede en ciddi deus, Zeus; ders kitaplarından çıkarılmayan mit veya hurafe. Yani hepsi efsane, hepsi batıni, hepsi ezoterik, hiçbiri akla yatkın şeyler değil. Peki, akıl nedir?
Hangi aklı kutsuyoruz: Batı’nın mı, Doğu’nun mu?
B. Toven, akıl güzellemesi yaptığı esnada felsefi olarak bunun karşısına vahiy felsefesini yerleştirmiş, hem de amentüsünü vahyi inkâr etmeye bağlamıştı. Oysa ansiklopediye baktığımızda akıl, vahyi inkârı gerektirmiyor. Yani rasyonalizma için vahiy ve akıl birbirlerine tezat arz etmiyor: Felsefe ve mantık terimi olarak akıl “varlığın hakikatini idrak eden, maddi olmayan fakat maddeye tesir eden basit bir cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kavram hâline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç” demektir. Masalları, kurmacaları, müziği, folkloru, irfanı hiçe saymış bu tanımı zinhar kabul etmek zorunda hissetmiyorum. Çünkü erki elinde bulunduran bir grup yahut kişi, kendi aklını referans alarak pek tabii şekilde hükümler ve icraatlarda bulunabilir, buna da rasyonel veya akılcı yaklaşımlarda bulunduğu savıyla kendisine zemin ve referans sağlayabilir. Sonuçta Hitler’in yahut Stalin’in kendilerine referans aldıkları gökten indiği sanılan emirler ve hükümler yoktu, aksine doğrudan doğruya hayattan aldıkları ilhamlar neticesinde akılcı eylemlerde bulunmuşlardı.
Aklı kutsamak, insana şu soruyu sordurmaz mı: İktidarın aklı pozitivist ve rasyonalist şekilde ölçümlenebilir bir veriye dayanabilir mi? Tarih sormaz mı, sen kimsin ki başkaca gerçeklikleri kendi aklını referans alarak tahfif yahut tahdit edebiliyorsun? Bu sorunun muhatabı dünyadaki tüm egolardır. Nitekim şeytan da “Secde et!” emrini aldığında rasyonalist davranmış, aklınca ırkı referans görerek Adem’e secde etmeyi reddetmişti. Ne yani, birisi iktidarda olduğu için kendi aklını referans alarak dilediği ve fikrince makul bir yaftayı yapıştırabilecek, muhatabı da bu yaftayı silmek için bir ömür mü uğraşacak? Bilimle uğraşma, düşünme, ilerleme diye emirler ve yasaklar telkin eden Orta Çağ kilisesine ve onun kılıç artığı feodallerine hitaben doğmuş birçok Garp terminolojisini noktasına virgülüne dahi dokunmadan ithal edeceğiz ve bunun muhatapları Müslümanlarmış gibi onlara karşı kullanacağız, öyle mi?
Bu terimler çıktığında; misalen ruhi sıkıntıları olan kadınları cadı diye canlı canlı yakarken Avrupa, yüzyıllar öncesinde, 1308 yılında Amasya’da su sesi ve musiki ile tedavi için ben Doğu’da Daruşşifa açıyordum. Makamların tedavideki önemi değil yalnızca, hangi makam hangi hastalığa şifadır sorusunu analiz ediyordum hatta. Ama rasyonalist erkimiz, önce 1926 yılında devlet konservatuarından Türk müziğini yasakladı, akabinde 1934’te de radyolardan kökleri kazıyıp yasakladı. Şaşırdık mı? Şöyle diyordu İsmet Özel, “of not being a jew” adlı şiirinde: “evet, ilmektir boynumdaki ama ben / kimsenin kölesi değilim / tarantula yazdılar diye göğsümdeki yaftaya / tarantulaymış benim adım diyecek değilim / tam düşecekken tutunduğum tuğlayı/ kendime rab bellemiyeceğim.” Tabii Özel bu mısralarında, düşecekken tutunduğumuz tuğlaları, taşları, metaları, insanları, vasıtaları rab bellememiz gerektiğini söylüyor sanırım. Zira statüko, kendinden âri herhangi bir manevi disipline mahal bırakmayacak şekilde dizayn ediyordu. Rasyonalizma, sadece Müslümanlara hitaben kaleme alınmamıştır diye ummak istiyorum, bedbin hâlde…
Halka yapıştırılan düşmek bilmeyen kene
Sanırım akıl sahiplerinin pozitivist bilim üretemediği anda her şey dillerine vuruyor. Zira bu tüm mukaddesatı kendi üzerine alan, kendinden menkul zanneden zihniyet -emin olun çok eskilere gitmeye gerek yok- onlarca yıldır bizimleler. Bizi beğenmezler, kendi akıllarına ve akıllı sandıkları akıllara taparlar. Bir tanrıyı yok edip yerine yeni tanrı getirmekten imtina etmezler. Sanırım her devirde horlanan, küçük düşürülen, hakir görülen bu halka; “Sen anlamazsın cahil” diyerek ne giymesi gerektiğini, ne yemesi lazım geldiğini, nasıl düşüneceğini, neye inanacağını, nasıl konuşacağını Jakobence -evet Jakobence- kafalarına vura vura öğretmişler. “İstikrar senin neyine, vesayet.” Bitmiyor, kan emici bir kene doyup düşer de bunlar düşmüyor.
Bu halkın ezası üç yüz yıla yakındır sürüyor. Halk cahil, yönetim hep rasyonel ve akılcı/akıllı, yersen. Çünkü bu halk nimet, nimet. Oysa o gökten indiği sanılan hikmette halk fikren özgürdü, selamlaşırlardı; günahtan korkar, harama meyledemeyeceklerini bilirlerdi. Kabahat kuşkusuz vardı ama meşrulaştırılmıyordu. Yani bir nevi din ve vahiy, sığınılacak güvenli tek limandı. Faturayı İslam değil, Müslüman ödedi hem de sadece bu ülkedeki değil, tüm dünya Müslümanları. Yalnız şunu kabullenmek güç; toplumun inandığı birçok din varken, yalnızca bir tanesini hedefe oturtmak, hem de semavi dinler arasında akla en fazla ehemmiyet veren, aklı referans gösteren dine namluyu çevirmek ne kadar hakkaniyetliydi, doğruydu, vicdanlıydı ve iyi niyetliydi bilemiyoruz. Velev ki akabindeki rasyonalizma ve pozitivizm postuna büründüğümüz onlarca yıllarda dünyanın en fazla bilimsel atılım yapan ülkesi olamadık, bu besbelli. Halkı irşad eden felsefe ve kurumlar yerini bilime bırakacaklardı oysa.
Değişir mi, bir umut…
2024 yılında geldiğimiz ekonomi, toplumsal ahlak, bilimsel keşifler, sanat ve kültür alanındaki mevcut durumumuz ne yazık ki işlerin hiç de tasarlandığı gibi gitmediğini gösteriyor. Evet, 2024 yılından dem vurarak takkenin düştüğü kelin gözüktüğü aşikâr. Bakalım kral çıplak diye ilk kim bağıracak da onu vatan haini ilan edeceğiz? İlk taşı hangi günahkâr atacak, göreceğiz. Maksat, bu güzel vatanın ikbali ve terakkisidir. Rasyonalizm ve pozitivizm, hurafelere ve çürümüş Müslüman tabakasına karşı kullanılmak muradı güttükleri anlaşılabilir. Fakat kangrenli organı kesmek yerine hastanın fişi çekilmiş. Peki, bugün durum çok mu farklı? Ne değişti gerçekten? Zamanında çürüdüğünü düşündüğümüz toplum bugün çürümemiş ve dejenere olmamış mıdır? Aktüel hâl-i pürmelâlimizi, bu mukaddes toprakların öz evlatlarının yüreği kaldırıyor mu? Kişiler, kurumlar, statükolar, siyaset, partiler, mukaddesatı kendi üzerine almış liderler, şeyhler, reisler, aşiretler, komutanlar, babalar -söz konusu vatansa- gölge ve mânia ediyorlarsa ilerlemeye; bu toprakların çocukları elbet bir gün angaryaları ve yükleri tek tek sırtından atacaktır. O zaman istiklalin sadece Hakk’ın önünde saygı duruşunda, rükuda, secdede olmaklığı anlaşılacak, Akif’in deyimiyle. Hakk’a tapmayan millet için istiklal, imkân dâhilinde değildir zira. Ayaklarındaki değil, beyinlerindeki ve gönüllerindeki prangaları söktüğünde hür kalacağını elbet görecek bu aziz millet. Zira izzet ve şeref, bu toprakların binlerce yıllık kimliğidir. Ne diyoruz tekmil ağızdan, ezbere, gürlek nidayla, iftiharla, korkusuzca; aklı hür, fikri hür, vicdanı hür ve sarsılmaz bir imanla:
“Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal!”
Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.