22 May 2025

İlluminati efsanesinin peşinde nefes kesen bir yolculuk – 1 –

Tarihin en büyük sırrı mı, yoksa ustaca bir aldatmaca mı? Aydınlanma sonrası doğan İlluminati’nin gölgelerle dolu, asırlık gizemini ve dünyayı saran komplo efsanesini keşfedin. Gerçekler ve mitler arasındaki bu nefes kesen yolculukta Adam Weishaupt’un mirasının peşine düşün. Perde arkası aralanıyor.

Gözlerinizi kapatın ve bir an için tarihin en loş, en esrarengiz koridorlarında yürüdüğünüzü hayal edin. Ayak seslerinizin yankılandığı bu koridorlarda, duvarlara sinmiş fısıltılar duyarsınız; akıl ile hurafe, aydınlanmanın parlak ışığı ile cehaletin zifiri karanlığı arasında gidip gelen, asırlardır çözülememiş bir gizemin fısıltıları... İşte bu fısıltıların merkezinde, adı bugün bile komplo teorilerinin en derin katmanlarında, gizli cemiyetlerin gölge oyunlarında ve dünyayı parmaklarında oynattığı iddia edilen meçhul, görünmez güçlerle birlikte anılan bir topluluk durur: Bavyera İlluminati’si.

Kurucusu, Aydınlanma Çağı'nın idealist, zeki ama bir o kadar da şeytani bir deha olarak da görülen tartışmalı figürü Adam Weishaupt olan bu örgüt, tarih sahnesinde bir kuyruklu yıldız misali kısa bir süre parlayıp sönmüş olmasına rağmen; ardında devasa, neredeyse mitolojik boyutlarda, zihinleri esir alan bir miras bırakmıştır. Zamanın acımasız kumları birer birer akıp giderken, bu küçük ve ömrü vefa etmemiş gizli topluluğun somut tarihsel gerçekliği, bir bukalemun gibi şekil değiştirerek, dünya olaylarını en tepeden, perde arkasından yöneten, her taşın altından çıkan, görünmez bir ağ gibi tüm yerküreyi saran esrarengiz, korkutucu ve bir o kadar da karşı konulmaz bir şekilde cezbedici bir mite dönüşmüştür. Biz de sizi âdeta bir zaman yolculuğuna çıkararak, tarihsel İlluminati’nin soğuk, belgelere dayalı gerçekleri ile onu bir sis perdesi gibi saran, gerçekliği örten ve zihinleri bulandıran mitler arasındaki o keskin, çoğu zaman gözden kaçırılan çizgiyi belirlemeyi, bu inanılmaz efsanenin kökenlerini, evrimini ve modern kültürün her köşesindeki derin ve şaşırtıcı yansımalarını tüm çıplaklığıyla irdelemeyi amaçladık.

Bir dedektif titizliğiyle, tarihsel belgelerin soluk sayfalarında saklı ipuçlarını takip ederek kurguyu gerçekten ayırmak, bu inanılmaz mitin nasıl doğup, nasıl filizlenip serpildiğini adım adım, nefes nefese izlemek, dev bir büyütecin altına yatırmak, bu asırlık ve bir o kadar da modern gizemin neden hâlâ insanlığın kolektif bilinçaltını bu denli güçlü bir şekilde büyülediğini anlamak ve tüm bu hayati bulguları ustaca bir araya getirerek, size bütüncül ve sarsıcı bir bakış açısı sunmak istedik. Bu meşakkatli ve bir o kadar da heyecan verici yolculukta, komplo teorilerinin temelini oluşturan, âdeta kutsal metinler gibi kabul edilen kilit metinler ve İlluminati’nin popüler kültürdeki sayısız ve çeşitli temsilleri, tarih, sosyoloji ve psikoloji gibi farklı disiplinlerin en keskin eleştirel süzgeçlerinden dikkatle geçirilecek.

Sayfalar arasında ilerlerken, Adam Weishaupt'ın hayatının bilinmeyen, gölgede kalmış yönlerinden ve Bavyera İlluminati'sinin filizlendiği, dönemin politik ve entelektüel çalkantılarıyla dolu tarihsel topraklardan başlayarak, komplo teorilerinin o ürkütücü, âdeta bir karabasan gibi çöken doğum sancılarına, modern popüler kültürün devasa ve çoğu zaman çarpıtıcı aynasındaki baş döndürücü yansımalarına, çıplak, somut gerçekler ile hayal gücünün sınırlarını zorlayan fantastik mitler arasındaki o amansız ve bir o kadar da aydınlatıcı karşılaştırmaya, bu mitin bir hayalet gibi neden hâlâ aramızda dolaştığının, zihinlerimize musallat olduğunun sırrına ve nihayetinde tüm bu dağınık gibi görünen parçaları ustaca bir araya getiren kapsamlı, sarsıcı bir senteze doğru soluksuz bir yolculuğa çıkacaksınız. Kemerlerinizi sıkıca bağlayın; zira tarihin en merak uyandırıcı, en çok tartışılan ve belki de en tehlikeli gizemlerinden birinin tam kalbine doğru, bilinmeyene doğru yola çıkıyoruz. Hazır mısınız?

Aydınlanma'nın en gizemli ve cüretkâr çocuğu: Adam Weishaupt ve Bavyera İlluminati’nin perde arkası

Johann Adam Weishaupt… Bu isim, kimileri için aydınlanmış bir deha, kimileri içinse tarihin en büyük manipülatörlerinden biri. Avrupa’nın Aydınlanma’nın getirdiği devrimci rüzgârlarla bir baştan bir başa çalkalandığı, eski düzenin temellerinin sarsıldığı bir dönemde, 6 Şubat 1748'de Bavyera'nın sakin ve tarihî Ingolstadt şehrinde dünyaya gözlerini açtı ve uzun, fırtınalı, entrikalarla dolu bir yaşamın ardından 18 Kasım 1830'da, sürgünde olduğu Gotha'da son nefesini verdi. Kaderin acı bir cilvesi olarak, henüz küçücük bir çocukken öksüz ve yetim kalan Weishaupt, babasının son vasiyeti üzerine, kendisi de Ingolstadt Üniversitesi'nde saygın bir hukuk profesörü olan ve genç, meraklı zihnini Aydınlanma'nın o dönem için devrimci sayılan rasyonel düşünce pınarlarıyla tanıştıracak olan vaftiz babası Johann Adam von Ickstatt'ın şefkatli ve yönlendirici himayesine girdi.

Henüz yedi yaşındayken, disiplinleri ve katı eğitimleriyle nam salmış bir Cizvit okulunun ağır kapılarından içeri ilk adımını attı ve ilerleyen yıllarda Ingolstadt Üniversitesi'nden hukuk doktoru unvanıyla, parlak ve fırtınalı bir geleceğin ilk müjdecisi olarak mezun oldu. 1773 yılı, Weishaupt'ın hayatında ve kariyerinde adeta bir dönüm noktasıydı; Cizvit Tarikatı'nın, Avrupa siyaset sahnesindeki karmaşık güç mücadeleleri ve derin entrikalar sonucu Papa tarafından resmen bastırılmasının hemen ardından, daha önce yalnızca Cizvitlerin tekelinde bulunan, son derece prestijli ve etkili Kilise Hukuku profesörlüğü kürsüsüne, henüz genç yaşına ve deneyimsizliğine rağmen atanmayı başardı. Bu atama, onun ne denli hırslı ve yetenekli olduğunun bir göstergesiydi.

Hayatının kişisel cephesinde ise Afra Sausenhofer ile bir evlilik yaptı (ancak Afra, 1780 yılında genç yaşta hayata veda etti), ardından Maria Anna Sausenhofer ile ikinci evliliğini yaparak birçok evlat sahibi oldu ve kalabalık bir aile kurdu. Ancak ateşli fikirleri, radikal düşünceleri ve kurduğu o meşum gizli topluluk, kısa sürede başına büyük dertler açacak, çok sevdiği, doğup büyüdüğü Bavyera topraklarından sürgün edilmesine neden olacaktı. Sürgün yıllarını, sanat ve bilime verdiği cömert destekle tanınan, Aydınlanma düşüncesine sempati duyan Dük II. Ernest'in koruyucu kanatları altında, sakin Gotha şehrinde geçirdi ve ironik, hatta trajikomik bir şekilde, hayatının ilerleyen dönemlerinde, bir zamanlar temelinden sarsmaya ve yıkmaya çalıştığı Bavyera Bilimler Akademisi'ne onursal üye olarak kabul edildi. Ömrünün son demlerine dek kalemini elinden bırakmayan, zihnindeki fırtınaları kâğıda döken Weishaupt, İlluminizm felsefesini tutkuyla savunan ve o dönem için son derece radikal kabul edilen düşüncelerini destekleyen sayısız ve etkileyici esere imza attı.

Weishaupt'ın entelektüel ve felsefi dünyası, bir yandan vaftiz babası Ickstatt aracılığıyla erken yaşta tanıştığı Aydınlanma rasyonalizminin keskin, sorgulayıcı mantığı, diğer yandan dönemin önemli ve etkili düşünürlerinden biri olan Johann Georg Heinrich Feder aracılığıyla benimsediği ampirik felsefenin deneyci ve gözlemci bakış açısıyla, âdeta bir heykeltıraşın mermeri yontması gibi incelikle şekillenmişti. Genç yaşta bizzat içinde bulunduğu ve eğitim aldığı Cizvit etkisini, toplumun iliklerine kadar işlemiş olan körü körüne batıl inançları, dinî dogmaların akıl ve mantık dışı dayatmalarını ve devlet gücünün keyfi, baskıcı bir şekilde kötüye kullanılmasını derin bir öfke, entelektüel bir isyan ve keskin bir eleştirel bakışla sorguluyordu. Onun için karanlığı aydınlatacak yegâne ve kutsal ışık akıldı; laikliği, bireyin entelektüel özgürlüğünü ve insanın kendi çabasıyla, eğitimle ve ahlaki gelişimle mükemmelleşebileceği fikrini bir peygamber tutkusuyla savunuyordu. Öyle ki Atlantik’in ötesinde, yeni kurulmakta olan Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucu babalarından, Aydınlanma’nın önemli bir temsilcisi olan Thomas Jefferson bile onu, doğal dine ve bireyin kendi kendini özgürce yönetme hakkına sarsılmaz bir şekilde inanan “coşkulu ve samimi bir hayırsever” olarak tanımlamaktan çekinmemişti.

Peki, genç ve hırslı Profesör Adam Weishaupt’ı, tarihin en çok konuşulan, en çok korkulan ve en çok merak edilen gizli topluluklarından birini, İlluminati’yi kurmaya iten o derin, yakıcı motivasyonlar gerçekte neydi? Öncelikle, yaşadığı dönemin mevcut toplumsal yapılarına, yani hem Katolik Kilisesi'nin hem de mutlakiyetçi devletin baskıcı, yozlaşmış ve akıl dışı uygulamalarına karşı duyduğu derin, köklü bir memnuniyetsizlik ve isyan duygusu vardı. Bununla birlikte, etrafını bir örümcek ağı gibi saran o boğucu, baskıcı atmosferde bile, Aydınlanma'nın özgürleştirici, devrimci ideallerini yayma ve toplumun en derin katmanlarına kadar kökleştirme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. O dönemde Avrupa’da oldukça popüler ve yaygın olan Masonluğun ise onun gözünde ya yetersiz ya potansiyel olarak fazla mistik ve anlaşılmaz veyahut da en kötüsü, statükoya hizmet eden, değişime direnen geleneksel bir yapıya sahip olduğunu düşünüyordu. Onun nihai amacı çok daha büyük, çok daha radikal ve çok daha tehlikeliydi: Bireyleri birer ham elmas gibi özenle işleyerek, eğitip "mükemmelleştirmek" ve bu sayede toplumu içeriden, gizlice, kansız ve sessiz bir devrimle kökünden dönüştürmekti. Hayalindeki toplum, aklın, özgürlüğün ve sarsılmaz eşitliğin temel direkler üzerinde gururla yükseldiği, insanın insan üzerindeki her türlü tahakkümünün ve sömürüsünün son bulduğu, âdeta bir yeryüzü cenneti olan bir devletti.

Weishaupt'ın bir zamanlar disiplinli eğitimini aldığı, sonra ise en büyük ve en dişli düşmanlarından biri hâline geldiği Cizvitlerle olan o karmaşık, çelişkili ve bir aşk-nefret ilişkisini andıran durumu, onun karakterini, yöntemlerini ve İlluminati’nin gizemli yapısını anlamak açısından özellikle dikkat çekici ve aydınlatıcıdır. Cizvit okulunda yıllarca dirsek çürütmüş olması ve daha sonra onlara karşı bu denli keskin, uzlaşmaz bir muhalefet sergilemesi, onun ruhunun derinliklerinde yatan derin bir içsel hesaplaşmanın ve belki de bir tür “öğrenilmiş düşmanlık” mekanizmasının, hatta Freudyen bir “baba katli” arzusunun varlığına işaret eder. En çarpıcı ve şaşırtıcı paradoks ise Cizvit karşıtı bir amaç uğruna, onların kökünü kazımak için mücadele ederken, kendi gizli topluluğu olan İlluminati'nin örgütsel yapısını tasarlarken, Cizvitlerin o meşhur ve etkili yöntemlerini – yani katı bir hiyerarşi, üyelerin birbirini sürekli ve acımasızca gözetlemesi, itaat kültürü gibi – neredeyse birebir benimsemiş olmasıdır.

Düşmanının en etkili, en ölümcül silahlarını ona karşı, onu yok etmek için kullanmayı hedefleyen Makyavelist bir stratejiydi bu. Weishaupt’ın Cizvit eğitiminden geçmiş olması, onların siyasi entrikalar sonucu bastırılmasının ardından daha önce onlara ait olan son derece önemli bir akademik göreve atanması, hayatı boyunca açık ve net bir şekilde Cizvit etkisine ve onların temsil ettiği her şeye karşı koymayı hedeflemesi ancak kurduğu İlluminati'nin iç yapısının ve işleyiş biçiminin Cizvit örgütlenmesinin âdeta bir kopyası, bir yansıması olması ve hatta en yakın çalışma arkadaşlarından, tarikatın ikinci adamı Baron von Knigge tarafından sık sık “Cizvitvari” olmakla, onlar gibi davranmakla suçlanması; onun Cizvit ideolojisini ve dünya görüşünü tümden ve şiddetle reddederken, onların o eşsiz örgütsel dehasını, disiplinlerini ve dünya çapındaki etkinliklerini içten içe takdir edip, bu etkili yapıları kendi radikal Aydınlanma hedefleri için ustaca ve acımasızca uyarladığını net bir şekilde gösterir. Bu durum, genellikle komplo teorilerinin o basit, sığ ve yüzeysel tasvirlerinde gözden kaçan, Weishaupt’ın son derece pragmatik, sonuç odaklı, hatta belki de bir parça sinik ve acımasız bir zekâya sahip olduğunu düşündürmektedir. O, amaçlarına ulaşmak için her yolu mubah gören bir idealist miydi, yoksa kendi hırslarının ve gölgelerinin esiri olmuş bir manipülatör mü? Bu soru, hâlâ tarihin sisleri arasında cevabını bekliyor.

Tarikatın Ingolstadt’ın taş duvarları arasında doğuşu ve dünyayı değiştirme cüreti

Her büyük, çığır açan ve tarihin akışını değiştiren hikâyenin, bir başlangıç noktası, bir doğum anı vardır ve İlluminati tarikatınınki, takvimler 1 Mayıs 1776'yı gösterdiğinde, Bavyera'nın tarihî ve sakin Ingolstadt şehrinin o eski, taş sokaklarında, gölgelerin en koyu olduğu bir zamanda atıldı. Weishaupt’ın o keskin ve fırtınalı zihninde uzun zamandır şekillenen bu cüretkâr, hatta kimilerine göre şeytani projenin ilk adı, belki de hedeflerini daha doğrudan, daha açık bir şekilde yansıtan bir ifadeyle, Bund der Perfektibilisten, yani “Mükemmelleştiriciler Birliği” idi. Ne kadar iddialı bir isim, değil mi? Bilgeliğin, gizemin ve karanlıkta görme yeteneğinin sembolü olarak da antik çağların bilgelik tanrıçası Minerva'nın o meşhur baykuşunu seçmişlerdi; gecenin en derin karanlığında bile avını görebilen, sessizce ve dikkatlice gözlemleyen, bilge ve tehlikeli bir baykuş. Bu büyük, dünyayı değiştirme hayali, başlangıçta Weishaupt ve onun o ateşli, devrimci fikirlerinden derinden etkilenen, geleceğe umutla ama aynı zamanda bir o kadar da endişeyle bakan, idealist ve genç dört öğrenciyle başladı. Sayıları bir elin parmaklarını geçmiyordu ama hayalleri ve hedefleri, tüm dünyayı değiştirecek kadar büyüktü.

Peki, kendilerine “Mükemmelleştiriciler” adını veren bu gizemli ve küçük grup neyi amaçlıyordu? İlan ettikleri, kâğıda döktükleri hedefleri arasında, toplumun zihnini bir örümcek ağı gibi esir alan, ilerlemenin önündeki en büyük engel olan körü körüne batıl inançlara, cehaleti ve bağnazlığı körükleyen, aydınlanmanın düşmanı obskürantizme, kamusal yaşamın her alanına nüfuz etmiş olan dinî otoritenin o boğucu, baskıcı etkisine ve devlet gücünün keyfi, acımasız bir şekilde kötüye kullanılmasına karşı amansız, bitmek bilmeyen bir savaş açmak vardı. Onların dalgalandırdığı sancakta, Aydınlanma Çağı'nın en parlak, en devrimci idealleri altın harflerle yazılıydı: aklın tartışılmaz üstünlüğü, bilginin kutsallığı ve özgürleştirici gücü, bireyin ahlaki gelişimi ve erdemli, onurlu bir yaşam sürme hakkı. Nihai amaçları ise çok daha ulvi, çok daha derin ve çok daha tehlikeliydi: "İnsan doğasını kökünden mükemmelleştirmek", insanların insanlar üzerindeki her türlü egemenliğini, baskısını ve sömürüsünü gereksiz kılacak üstün bir bilinç düzeyine ulaşmak ve böylece herkes için mutlak özgürlük ve sarsılmaz eşitliğin hüküm sürdüğü, âdeta bir yeryüzü cenneti, bir ütopya olan yeni bir dünya düzeni kurmaktı. Bu cüretkâr vizyon; aynı zamanda geleneksel dini, özellikle de o dönemde Avrupa’nın hâkimi olan Hristiyanlığı akla, mantığa ve bilime dayalı, dogmalardan arınmış bir “akıl dini” ile değiştirmeyi de içeriyordu.

Ancak bu kadar radikal, bu kadar yıkıcı fikirlerin o dönemin baskıcı, otoriter atmosferinde açıkça dillendirilmesi, intiharla eş anlamlıydı; giyotinin soğuk nefesini ensenizde hissetmek demekti. Bu yüzden amansız bir zulümden, engizisyonun ateşlerinden ve devletin demir yumruğundan kaçınmak ve toplumu fark ettirmeden, gizlice, bir virüs gibi etkileyebilmek için derin bir gizlilik perdesinin ardında faaliyet göstermeyi seçtiler. Üyeler arasında iletişim, anlaşılması güç şifreler, semboller ve takma adlar kullanılarak sağlanıyor; her adım, her karar büyük bir dikkatle, bir satranç ustasının hamleleri gibi hesaplanarak atılıyordu. Nitekim Aydınlanma’nın önemli isimlerinden, Amerika Birleşik Devletleri’nin kurucularından Thomas Jefferson bile, tiranlığın ve despotizmin hüküm sürdüğü topraklarda böylesi bir ihtiyatın ve gizliliğin sadece anlaşılabilir değil, aynı zamanda hayatta kalmak için kesinlikle gerekli olduğunu belirtmişti.

İlluminati'nin ilan ettiği, kâğıda döktüğü ve gizli toplantılarında fısıldadığı hedefler – yani mevcut otoriteleri, hem her şeye muktedir olan Kilise'yi hem de Tanrısal haklara sahip olduğunu iddia eden monarşiyi devirmek, Hristiyanlığın yerine akıl ve bilim temelli bir dini ikame etmek – kendi zamanları için düşünüldüğünde bile son derece cüretkâr, kışkırtıcı ve radikaldi. Ancak bu kadar köklü ve devrimci amaçlara ulaşmak için benimsedikleri yöntemler, en azından başlangıçta, oldukça ihtiyatlı, yavaş ve derindendi. Doğrudan, kanlı ve kitlesel bir devrimi kışkırtmak yerine, toplumun kilit noktalarındaki elitleri, yani aydınları, bürokratları, soyluları ve hatta din adamlarını eğiterek, onları kendi saflarına çekerek ve önemli mevkilere kendi “aydınlanmış” üyelerini sızdırarak hedeflerine sinsice ulaşmayı planlıyorlardı. İşte tam da bu noktada, tarikatın içinde barındırdığı temel bir gerilim, bir içsel çelişki ortaya çıkıyordu: Bir yanda hayal ettikleri o köklü, devrimci toplumsal dönüşüm, diğer yanda ise bu dönüşümü gerçekleştirmek için seçtikleri o kademeli, sabırlı ve gizli yöntemler. Bu içsel gerilim, bu stratejik ikilem, muhtemelen hem tarikat içinde yaşanan o şiddetli anlaşmazlıklara, hizipleşmelere ve ihanetlere hem de dışarıdan onlara yöneltilen o derin şüphe, korku ve nefret dalgalarına zemin hazırlamıştır.

İlluminati'nin toplumda köklü, geri dönülmez bir devrim yaratmayı hedeflemesi, ancak bu büyük hedefe ulaşmak için öncelikli olarak gizliliği, yeraltı faaliyetlerini ve toplumun elit kesimlerinin yavaş yavaş eğitilip kilit noktalara sızdırılması stratejisini benimsemesi, daha sonraları onları doğrudan şiddet içeren kanlı devrimleri organize etmekle, kralları tahtından indirmekle, hatta doğal afetlere neden olmakla suçlayan ve bir karalama kampanyasına, bir cadı avına dönüşen o meşhur komplo mitleriyle taban tabana zıt, çelişkili bir durumdur. Bu stratejik gerilim – yani bir yanda o ulaşılmaz gibi görünen radikal hedefler, diğer yanda ise o ürkütücü derecede ihtiyatlı ve sabırlı yöntemler hem neden başlangıçta birçok aydın, reformcu ve hatta hayal kırıklığına uğramış soylunun İlluminati'ye büyük bir umutla çekildiğini hem de gizli yazıları, iç yazışmaları ve ritüelleri ortaya çıktığında, ifşa olduğunda neden bu kadar kolay ve hızlı bir şekilde "tehlikeli yıkıcılar", “Tanrı düşmanları” ve “insanlığın sonunu getirecek canavarlar” olarak damgalanabildiklerini çarpıcı bir şekilde açıklayabilir. Bu durum, kurucu Adam Weishaupt tarafından yapılan stratejik bir hesaplamanın, belki de keşfedilme risklerini, insan doğasındaki ihanet potansiyelini veya o radikal felsefesinin toplum tarafından ne denli yanlış yorumlanabileceği ne denli tehlikeli bulunabileceği potansiyelini hafife aldığını, küçümsediğini düşündürmektedir. Belki de Weishaupt, ateşle oynadığının, tehlikeli sulara yelken açtığının farkındaydı. Ama o ateşin bu kadar çabuk ve kontrolsüz bir şekilde yayılacağını, o suların bu kadar derin ve karanlık olacağını asla öngörememişti. Ya da belki de öngörmüş ama o cüretkâr oyunun heyecanına kendini kaptırmıştı… Kim bilir?

Mükemmelleştiricilerden tüm Avrupa’yı saran esrarengiz bir ağa dönüşüm

İlluminati tarikatı, dışarıdan bakan meraklı gözler için anlaşılması neredeyse imkânsız, bir labirenti andıran, sofistike, girift ve çok katmanlı bir hiyerarşik yapıya sahipti. Bu gizemli yapının en alt, en acemi basamaklarında, tarikata yeni kabul edilmiş, gözleri bağlı bir şekilde bilinmeyene doğru ilk adımlarını atan ve henüz sırlarla dolu o uzun ve tehlikeli yolculuklarının en başında olan Acemiler (Novice) bulunuyordu. Onların bir üstünde, bilgi ve aydınlanma yolunda yavaş yavaş ilerleyen, zihinleri yeni fikirlere açılan Minervaller yer alıyordu. Minervallerin ardından ise daha derin sırlara vakıf olmaya başlayan, tarikatın gerçek amaçlarını sezmeye başlayan Aydınlanmış Minervaller (Illuminated Minerval) geliyordu. Ancak tarikatın kaderini kökünden değiştirecek, ona yeni bir boyut ve daha da önemlisi, yeni bir tehlike katacak bir isim bir fırtına gibi sahneye çıktı: Alman edebiyatının ve Masonluğunun önemli isimlerinden, karizmatik ve bir o kadar da hırslı Baron Adolph von Knigge. Masonluk geleneğinden gelen, bu alanda derin bilgilere ve geniş bir çevreye sahip olan Knigge’nin 1780 yılında tarikata katılmasıyla birlikte, İlluminati’nin o zaten karmaşık olan derece sistemi daha da giriftleşti, daha da sofistike bir hâl aldı ve üç ana sınıfa ayrılan baş döndürücü bir genişleme yaşadı. Bu sınıflar; en altta “Fidanlık” (Acemi, Minerval, Illuminatus Minor yani Küçük Aydınlanmış), ortada “Masonik Sınıf” (Çırak, Kalfa, Usta, İskoç Acemi/Illuminatus Major yani Büyük Aydınlanmış, İskoç Şövalye/Illuminatus Regens – yani Yönetici Aydınlanmış) ve en üstte, en derin, en tehlikeli sırların paylaşıldığı, sadece seçilmişlerin ulaşabildiği “Gizemler Sınıfı” (Rahip, Prens, Büyücü, Kral) idi. Bu karmaşık ve ürkütücü hiyerarşinin en tepesinde ise elbette tarikatın kurucusu, baş mimarı ve tartışmasız lideri Adam Weishaupt ve onun en güvendiği, en sadık isimlerden oluşan, âdeta bir beyin takımı, bir gölge kabine gibi çalışan Areopagus (yüksek yönetim konseyi) bulunuyordu.

Tarikat içinde mutlak disiplini sağlamak, olası sızmaları, ihanetleri ve dışarıdan gelecek tehlikeleri engellemek için üyelerin birbirlerini sürekli ve acımasızca gözetlediği, birbirleri hakkında raporlar tuttuğu ve bu raporları düzenli olarak üstlerine ilettiği, bir panoptikonu andıran karşılıklı bir casusluk ve denetim sistemi de titizlikle uygulanıyordu. Paranoya ve güvensizlik, bu yapının harcıydı.

Başlangıçta, Ingolstadt'ın o dar sokaklarında, bir avuç idealist ve hayalperest gençle, sadece beş kişiyle yola çıkan bu küçük ve gizemli topluluk, inanılmaz derecede kısa bir sürede, bir salgın gibi yayılarak baş döndürücü bir büyüme gösterdi ve üye sayısını zirve döneminde, tüm Avrupa’da 2.000'in üzerine çıkarmayı başardı. Bu, o dönemin koşulları için olağanüstü bir başarıydı. Peki, İlluminati’nin o keskin ve seçici gözleri kimleri hedef alıyordu? Onların öncelikli hedefi, toplumun en eğitimli, en aydın ve en etkili kesimiydi: yenilikçi fikirlere açık, dogmalardan bıkmış entelektüeller, mevcut düzenden rahatsız olan ve değişim arzulayan reformcular, devlet kademelerinde, saraylarda ve üniversitelerde kilit ve etkili konumlarda bulunan önemli şahsiyetler, ilerici düşüncelere sahip soylular, yetkililer ve saygın akademisyenlerdi.

Tarihsel kayıtlarda ve o döneme ait iddialarda adı geçen (bazıları kesin olarak doğrulanmış, bazıları ise hâlâ birer spekülasyon ve söylenti olan) önemli ve etkili üyeler arasında, Alman edebiyatının ve dünya kültürünün dev ismi Johann Wolfgang von Goethe, ünlü düşünür ve yazar Johann Gottfried Herder, sanata ve bilime verdiği cömert destekle tanınan, Aydınlanma düşüncesine sempati duyan Saxe-Gotha Dükü II. Ernest gibi son derece prestijli isimlerin yanı sıra çeşitli Alman prensliklerinden dükler, kontlar ve Baron von Knigge ile Johann Joachim Christoph Bode gibi etkili diplomatlar ve devlet adamları da bulunuyordu. Ancak İlluminati’nin o gizemli ve seçici kapıları herkese sonuna kadar açık değildi. Başlangıçta, kadınları (onları duygusal ve sır tutamaz olarak görüyorlardı), Yahudileri (o dönemin yaygın antisemitik önyargılarıyla), paganları, keşişleri (onları Cizvitlerin ajanı olarak görüyorlardı) ve diğer gizli toplulukların üyelerini (onları potansiyel rakip veya sızma kaynağı olarak görüyorlardı) kesin ve net bir şekilde dışlıyorlardı. Üye seçimi konusunda da son derece titiz ve seçiciydiler: Genellikle 18 ila 30 yaşları arasında, maddi durumu iyi, ailesi saygın, karakteri uysal ve itaatkâr, zihni açık ve öğrenmeye son derece hevesli, idealist ve tutkulu adaylar özellikle tercih ediliyordu.

Adam Weishaupt, tarikatına yeni, taze kanlar kazandırmak ve o dönemde Avrupa’da yaygın olan Mason localarında bulunan değerli entelektüel materyallere, ritüellere ve geniş sosyal ağlara ulaşmak amacıyla, 1777 yılında Münih'teki saygın bir Mason locasına katıldı. Bu, son derece zekice ve stratejik bir hamleydi. Zira İlluminati, 1778-1780 yıllarından itibaren -bir parazit gibi- Mason localarına sızarak onların mevcut yapılarını, iletişim ağlarını ve saygınlıklarını kendi gizli ve radikal amaçları için ustaca kullanmaya başladı. İşte tam da bu kritik noktada, kendisi de saygın ve deneyimli bir Mason olan, teşkilatın iç işleyişini, sırlarını ve zayıf noktalarını çok yakından bilen Adolph Freiherr Knigge’nin 1780 yılında tarikata katılması, İlluminati için bir dönüm noktası, bir kader anı oldu. Knigge sadece yeni üye alımında ve tarikatın özellikle Protestan nüfusun yoğun olduğu Kuzey Almanya'da baş döndürücü bir hızla yayılmasında değil; aynı zamanda Masonik ritüellere ve sembolizmine dayalı daha yüksek ve daha karmaşık derecelerin, ayinlerin ve öğretilerin geliştirilmesinde de kilit, vazgeçilmez bir figür hâline geldi.

Onun karizmatik kişiliği, geniş sosyal çevresi ve örgütsel dehası, İlluminati'nin hem kamuoyundaki (veya en azından entelektüel çevrelerdeki) tanıtımını hem de etki alanını muazzam, daha önce hayal bile edilemeyecek bir şekilde artırdı. Başlangıçta faaliyet alanı esas olarak Bavyera eyaleti (Ingolstadt, Münih, Eichstätt, Freising gibi şehirler) ile sınırlı olan tarikat, Knigge’nin o yorulmak bilmeyen çabaları ve stratejik hamleleriyle kısa sürede diğer Alman devletlerine ve ardından İtalya'dan Danimarka'ya, Polonya’nın başkenti Varşova'dan Fransa’nın kalbi Paris'e kadar tüm Avrupa'ya yayılan, korku ve merakla takip edilen geniş ve etkili bir yeraltı ağına dönüştü.

Baron von Knigge'nin o eşsiz örgütsel becerileri, ikna kabiliyeti ve Masonluk içindeki o derin ve geniş bağlantıları, İlluminati'nin Bavyera'nın o dar sınırlarının dışına taşıp, kısa sürede tüm Avrupa çapında ses getiren, hakkında fısıltıların dolaştığı bir fenomene dönüşmesi için hayati, vazgeçilmez bir öneme sahipti. Ancak Knigge'nin daha pragmatik, daha gerçekçi, sonuç odaklı yaklaşımı ve etki alanını sürekli genişletme, daha görünür olma arzusu, Weishaupt'ın daha idealist, daha teorik, daha otokratik kontrolcü yapısı ve o ödün vermez radikal ideolojisiyle sık sık ve şiddetli bir şekilde çatışıyordu. Bu durum, son derece ironik bir şekilde tarikatın o baş döndürücü büyümesini ve yayılmasını sağlayan faktörlerin, aynı zamanda onun kendi içindeki o derin bölünme, parçalanma ve nihayetinde kendi kendini yok etme tohumlarını da nasıl ektiğini acı bir şekilde gözler önüne sermektedir. Knigge'nin 1780 yılında tarikata katılması ve üye alımını ile örgütsel yapıyı önemli ölçüde geliştirmesi, Masonluktan getirdiği o paha biçilmez kapsamlı bilgi birikimi ve geniş sosyal ağları İlluminati'yi zirveye taşırken, bu göz kamaştırıcı başarı aynı zamanda Weishaupt ile arasında tarikatın gerçek kontrolü, gelecekteki yönü ve hatta temel ideolojisi konusunda son derece ciddi, yıpratıcı bir güç mücadelesine ve derin bir fikir ayrılığına yol açtı. Knigge, Weishaupt'u giderek artan bir şekilde baskıcı, dogmatik ve hatta bir zamanlar en büyük düşmanları olarak gördükleri “Cizvitvari” yöntemler kullanmakla, onlara benzemekle suçluyordu.

Bu derin ve uzlaşmaz gerilim daha fazla sürdürülemedi ve nihayetinde Baron von Knigge, 1784 yılında, büyük umutlarla, ideallerle katıldığı, uğruna her şeyini adadığı tarikattan büyük bir hayal kırıklığı, öfke ve ihanete uğramışlık duygusu içinde, kapıyı çarparak ayrıldı. Knigge'nin üye alımındaki o tartışmasız başarısı ve örgütsel yeniden yapılanma çabaları, Tarikatın o kısa süreli zirve etkisine ulaşması için kritik, hayati bir rol oynamış olsa da aynı zamanda, tam da bastırılma ve dağılma arifesinde, onu içten içe kemiren, zayıflatan ölümcül bir güç mücadelesini de acımasızca tetiklemişti. Onun ayrılışı, İlluminati'yi sadece kilit bir organizatörden, usta bir stratejistten ve karizmatik bir liderden mahrum bırakmakla kalmamış, aynı zamanda dışarıdaki o teyakkuz halindeki yetkililere, düşmanlarına, tarikatın içinde son derece ciddi bir istikrarsızlık, bir çözülme yaşandığı, artık o kadar da güçlü ve birlik içinde olmadıkları sinyalini de vermiş olabilir. Bu, sonun başlangıcı mıydı?

Tarikatın dağılışı ve lanetli mirası

Her parlak, göz kamaştırıcı yükselişin, kaçınılmaz bir de sönüşü, bir de çöküşü vardır ve İlluminati için bu sönüş, iç çekişmelerin zehirli sarmaşıkları ile dış baskıların acımasız demir pençesinin birleşimiyle oldukça hızlı, sancılı ve acı verici oldu. Tarikatın iki devi, iki kutbu, kurucu ve baş ideolog Adam Weishaupt ile örgütsel dehasıyla ve sosyal çevresiyle parlayan karizmatik Adolph Freiherr Knigge arasında, liderlik tarzı, tarikatın gelecekteki yönü ve hatta potansiyel olarak temel ideoloji ve yöntemler konusunda derin, uzlaşmaz ve giderek şiddetlenen anlaşmazlıklar baş gösterdi. Knigge, Weishaupt'ın yönetimini giderek artan bir şekilde “pedantik bir baskıcılık”, “kuru bir teorisyenlik” ve “hayattan kopuk bir otokrasi” olarak nitelendiriyor; onun o her şeyi kontrol etme arzusundan, dogmatik ve entrikacı tavırlarından büyük bir rahatsızlık ve hayal kırıklığı duyuyordu. Bu derin ve onarılamaz gerilimlere, bu bitmek bilmeyen güç mücadelesine daha fazla dayanamayan Baron von Knigge, Temmuz 1784'te, bir zamanlar büyük umutlarla, devrimci bir heyecanla geldiği, uğruna her şeyini riske attığı tarikattan büyük bir hayal kırıklığı, öfke ve ihanete uğramışlık duygusuyla ardında büyük bir boşluk bırakarak ayrıldı.

Ancak eleştiriler ve hoşnutsuzluklar sadece Knigge’den gelmiyordu. Dönemin önemli aydınlarından Friedrich Nicolai gibi bazı etkili üyeler, tarikatın içinde giderek artan bir “papalık kokusu” aldıklarını, yani Weishaupt’ın aşırı merkeziyetçi, otoriter ve dogmatik bir tutum sergilediğini ve tarikatın artık somut, pratik ve ulaşılabilir hedeflerden yoksun, sadece Weishaupt’ın kişisel hırslarına hizmet eden bir yapıya dönüştüğünü açıkça dile getiriyorlardı. İsviçreli ünlü şair ve düşünür Johann Kaspar Lavater ve Alman edebiyatının dev ismi Friedrich Schiller gibi dönemin bazı önemli ve saygın düşünürleri ise tarikatın o aşırı, neredeyse paranoyak gizliliği, kullandığı o şüpheli ve karanlık yöntemler ve üyelerinden talep ettiği o körü körüne itaat konusunda ciddi şüphelerini ve endişelerini kamuoyu önünde açıkça ifade etmekten çekinmiyorlardı. Hatta Kont Lamezan gibi bazı etkili ve saygın şahsiyetler, Weishaupt’ın üyelerden talep ettiği o sorgusuz sualsiz, körü körüne itaat beklentisi ve tarikat içindeki o mutlak şeffaflık eksikliği gibi son derece rahatsız edici nedenlerle İlluminati’ye katılmayı en başından itibaren kesin bir dille reddetmişlerdi.

Bu iç huzursuzluklar, bu derin çatlaklar ve dışarıdan gelen o giderek artan eleştiri ve şüphe okları, Bavyera hükûmetinin ve özellikle de otoriter ve baskıcı yönetimiyle tanınan Elektör Karl Theodor’un dikkatini çekmekte elbette gecikmedi. Zaten uzun bir süredir bu gizemli ve tehlikeli örgütten rahatsız olan ve onu kendi iktidarı için bir tehdit olarak gören Bavyera yönetimi, bu iç karışıklıkları bir fırsat olarak değerlendirdi. Tarikat üyelerinin evlerine ve gizli toplanma yerlerine yapılan ani ve acımasız baskınlarda ele geçirilen çok sayıda gizli yazışma, üye listeleri, ritüel metinleri ve planları içeren belgeler, yetkililer tarafından İlluminati’nin ne denli “yıkıcı”, “Tanrısız”, “ahlaksız” ve “devlet düşmanı” amaçlar taşıdığının “tartışılmaz” kanıtı olarak yorumlandı ve kamuoyuna bu şekilde sunuldu. Bavyera Elektörü Karl Theodor, bu gelişmeler üzerine hızla ve kararlılıkla harekete geçti ve 1784-1785 yılları arasında art arda çıkardığı bir dizi sert fermanla İlluminati tarikatını resmen ve kesin olarak yasakladı. Bu yasaklama kararı, kısa bir süre sonra, Katolik dünyasının ruhani lideri Papa VI. Pius tarafından da 1785 yılında yayınlanan özel bir bildiriyle şiddetle kınandı ve tarikatın sadece devletler için değil, aynı zamanda Katolik Kilisesi için de büyük bir tehdit ve sapkınlık olduğu resmen ilan edildi.

Adam Weishaupt, bu amansız baskılar ve hakkında çıkarılan tutuklama kararı karşısında, Ingolstadt Üniversitesi'ndeki o prestijli kürsüsünü kaybetmekle kalmadı, aynı zamanda canını ve özgürlüğünü kurtarmak için çok sevdiği, uğruna mücadele ettiği Bavyera topraklarından gizlice kaçmak ve sürgüne gitmek zorunda kaldı. Ev aramaları, tutuklamalar ve sorgulamalar yoğunlaştı, tarikat üyelerinin isim listelerini, gizli hedeflerini, planlarını ve iç işleyişini ifşa eden çok sayıda önemli belgeye devlet tarafından el konuldu. Bavyera hükûmeti, tarikatı kamuoyu nezdinde tamamen itibarsızlaştırmak, şeytanlaştırmak ve uyguladığı yasaklama kararının ne kadar haklı ve gerekli olduğunu tüm dünyaya göstermek amacıyla ele geçirdiği bu son derece hassas ve gizli belgeleri, özellikle en çarpıcı ve kışkırtıcı olanlarını seçerek, 1787 yılında geniş kitlelere yönelik olarak yayımladı.

Bu eş zamanlı ve acımasız baskı, yasaklama ve ifşa kampanyasının ardından, bir zamanların o korkulan ve gizemli İlluminati tarikatı, 1785-1786 yıllarından sonra fiilen ve büyük ölçüde sona erdi, tarihin karanlık dehlizlerinde kayboldu. Tarihsel kayıtlarda ve güvenilir akademik araştırmalarda, Bavyera merkezli orijinal İlluminati tarikatının bu tarihten sonra organize bir şekilde varlığını sürdürdüğüne veya yeniden toparlanabildiğine dair hiçbir somut, ikna edici kanıt bulunmamaktadır. Bazı üyeler, çeşitli derecelerde zulüm, baskı ve ayrımcılıkla karşılaştılar; kimileri görevlerinden alındı, itibarları zedelendi, kimileri ise hapse atıldı veya sürgüne gönderildi. Saksonya gibi bazı daha liberal Alman prensliklerinde, küçük, izole ve etkisiz bazı İlluminati gruplarının 1789 yılına kadar, yani Fransız Devrimi’nin patlak verdiği yıla kadar, son derece sınırlı ve gizli bir şekilde varlıklarını sürdürmüş olabileceğine dair bazı zayıf ve dolaylı işaretler olsa da örgütün merkezî yapısı tamamen dağılmış, liderleri kaçmış veya yakalanmış ve toplum üzerindeki o bir zamanlar korkulan etkisi tamamen ortadan kalkmıştı.

İlluminati mitini kim inşa etti?

Ancak Bavyera hükûmetinin, İlluminati'nin iç yazışmalarını, gizli planlarını ve üye listelerini ele geçirip kamuoyuna yayımlama kararı, aslında iki ucu keskin, tehlikeli bir kılıç gibiydi. Bir yandan; bu belgeleri yayınlayarak tarikatın o “gerçek yüzünü” ifşa etmeyi, o “yıkıcı” ve “ahlaksız” amaçlarını tüm çıplaklığıyla ortaya koymayı ve böylece uyguladıkları o sert baskı ve acımasız yasaklama kararını kendi kamuoyu ve diğer Avrupa devletleri nezdinde meşrulaştırmayı, haklı göstermeyi hedefliyorlardı. Ancak diğer yandan; farkında olmadan, belki de hiç beklemedikleri bir şekilde, bu yayımlanan belgeler, ilerleyen yıllarda İlluminati mitini inşa edecek, onu besleyip büyütecek ve tüm dünyaya yayacak olan Augustin Barruel ve John Robison gibi İlluminati karşıtı, monarşi ve kilise yanlısı, komplo teorisyeni polemikçiler için paha biçilmez, eşsiz bir ham madde, birincil bir kaynak hâline geldi. Yani Bavyera hükûmetinin, İlluminati tarikatını tarihin tozlu ve karanlık sayfalarına sonsuza dek gömmek, adını bile unutturmak amacıyla attığı bu kararlı adım, son derece paradoksal ve ironik bir şekilde onların dağılmasından, yok olmasından çok uzun yıllar sonra bile dillerden düşmeyecek olan o kalıcı, ürkütücü ve bir o kadar da çekici kötü şöhretlerini besleyen, büyüten ve nesilden nesle aktarılmasını sağlayan komplo teorilerinin en önemli yakıtı, en sağlam temeli oldu.

Bavyera yetkililerinin İlluminati belgelerini büyük bir gizlilikle ele geçirmesi, bu ele geçirilen belgeleri tarikatın o akıl almaz radikal amaçlarını kamuoyuna ifşa etmek ve uyguladıkları yasağı meşrulaştırmak amacıyla (özellikle 1787 yılında olmak üzere) geniş kitlelere yönelik olarak yayımlaması, bu yayınların Adam Weishaupt'ın o dönem için son derece tartışmalı, hatta sapkın kabul edilen fikirlerini ve tarikatın o gizemli, ürkütücü iç işleyişini, ritüellerini ve hedeflerini, daha önce hiç haberi olmayan geniş kitlelere, tüm Avrupa’ya duyurması ve son olarak, Fransız Devrimi’nin yarattığı kaos ve korku ortamından beslenen Augustin Barruel ve John Robison gibi devrim karşıtı, muhafazakâr yazarların, tam da Bavyera hükûmetinin yayımladığı bu belgeleri (veya en azından bu belgelerin kendi işlerine gelen, komplo teorilerini destekleyen yorumlarını) İlluminati'yi Fransız Devrimi gibi devasa, dünyayı sarsan bir olayla doğrudan ve "tartışılmaz" bir şekilde ilişkilendiren ve tüm dünyada büyük bir yankı uyandıran komplo teorileri için birincil ve "inkâr edilemez" kanıt olarak kullanması; aslında İlluminati'nin tarihsel itibarını tamamen yok etmek, onları tarihten silmek için tasarlanmış bir eylemin, tam tersine onların asırlar boyu sürecek olan o kalıcı, lanetli komplo mitinin en sağlam, en sarsılmaz temelini sağladığını acı bir ironiyle, tarihin bir cilvesi olarak gözler önüne sermektedir. Tarihin ironisi işte böyle bir şeydi; bir şeyi yok etmeye çalışırken, onu ölümsüzleştirebilirsiniz.

Bu, hikâyenin sonu değil; aksine çok daha büyük, çok daha karmaşık ve çok daha karanlık bir hikâyenin sadece başlangıcıydı. İlluminati’nin bedeni ölmüştü ama ruhu, bir hayalet gibi komplo teorilerinin sisli ve tekinsiz dünyasında yaşamaya devam edecekti. Hem de hiç olmadığı kadar güçlü ve etkili bir şekilde…

Komplonun ilmik ilmik, ustalıkla örülüşü: Amansız İlluminati korku dalgası

Tarih yaprakları 1789'u, o kanlı ve devrimci yılı gösterdiğinde, Fransa'dan yükselen o devasa devrim ateşi, sadece Paris’in kalbindeki Bastille Hapishanesi'nin o kalın, kasvetli duvarlarını değil; aynı zamanda tüm Avrupa'daki mutlak monarşilerin o sarsılmaz sanılan temellerini de bir bir yıkıyordu. Kralların Tanrı vergisi olduğu iddia edilen otoriteleri sorgulanıyor, aristokrasinin asırlardır süren ayrıcalıkları halkın öfkesiyle paramparça oluyor, Kilise'nin toplum üzerindeki o mutlak gücü ve etkisi hızla eriyordu. Bu devasa, daha önce eşi benzeri görülmemiş toplumsal ve siyasi altüst oluş, özellikle Avrupa kıtasındaki ve hatta Atlantik'in ötesindeki yeni kurulmuş Amerika Birleşik Devletleri'ndeki muhafazakâr çevreler, kilise otoriteleri ve eski düzenin savunucuları arasında büyük bir kargaşa, derin bir korku, bir panik ve tarifsiz bir endişe dalgası yarattı. Gözlerinin önünde, bildikleri, alıştıkları, güvendikleri o eski dünya düzeni, bir kâğıttan şato gibi acımasızca yıkılırken; bu dehşet verici kaosun, bu kanlı anarşinin ardında yatan gerçek nedenleri anlamlandırmaya, bir açıklama bulmaya çalışıyorlardı. Onlar için devrimin bu kadar ani ve şiddetli bir şekilde patlak vermesi, sadece basit, yüzeysel siyasi ve ekonomik sebeplerle açıklanamayacak kadar büyük, karmaşık ve ürkütücüydü; mutlaka daha derin, daha karanlık, daha sinsi ve daha gizli bir el, bir görünmez güç bu korkunç işin içinde olmalıydı, bu kanlı oyunu yönetiyor olmalıydı.

İşte tam da bu derin korku, bu akıl almaz belirsizlik ve bu günah keçisi arayışı atmosferinde, bazı etkili muhafazakâr eleştirmenler, yazarlar ve din adamları, suçlayıcı parmaklarını, birkaç yıl önce Bavyera'da resmen yasaklanmış, dağıtılmış ve unutulmaya yüz tutmuş gibi görünen o meşum İlluminati tarikatına korkusuzca doğrulttular. Onlara göre İlluminati resmî olarak feshedilmiş, liderleri kaçmış veya yakalanmış gibi görünse de aslında yeraltının en karanlık dehlizlerine çekilmiş, orada gizlice ve sinsice faaliyetlerine devam etmiş ve nihayetinde, Fransız Devrimi gibi devasa, dünyayı sarsan bir olayı, o kanlı terör rejimini organize etmeyi, kışkırtmayı ve yönetmeyi başarmıştı. İlluminati; devrimin en radikal, en acımasız fraksiyonu olarak bilinen Jakobenlerin arkasındaki o görünmez, o esrarengiz, o her şeye muktedir kukla oynatan gizli el olarak büyük bir ustalıkla tasvir ediliyordu. Bu korkunç iddialar, devrimin o dehşet verici şiddetinden, o kanlı giyotinlerinden ve o toplumsal kaosundan iliklerine kadar ürken, eski düzenin o güvenli ve alışıldık limanına bir an önce geri dönmeyi arzulayan geniş kitleler arasında, bir orman yangını gibi hızla ve kontrolsüzce yayıldı.

Peki, bu dehşet verici, tüyler ürpertici suçlamaları desteklemek için öne sürülen o sözde “kanıtlar” nelerdi ve bu “kanıtların” karşısında duran, aklın ve mantığın sesi olan karşı argümanlar ne diyordu? İddialardan en önemlisi ve en yaygını, birçok etkili Fransız devrimci liderinin (örneğin Danton, Robespierre, Marat gibi) aslında birer Mason olduğu ve Masonluğun da İlluminati ile iç içe geçmiş, hatta onun bir paravanı, bir dış kapısı olduğu yönündeydi. Bu sayede devrimin o kanlı kökleri, doğrudan ve “tartışılmaz” bir şekilde İlluminati'ye, o karanlık örgüte bağlanıyordu. Ancak bu iddiaya karşı çıkanlar; evet, bazı devrimcilerin Mason olmasının tarihsel bir gerçeği yansıtmakla birlikte, tüm Masonları veya Masonluğu bir bütün olarak İlluminati ile eşitlemenin, aynı kefeye koymanın hem tarihsel gerçekleri hem de Masonluk içindeki o büyük fikirsel ve felsefi çeşitliliği, o farklı locaları ve ritüelleri tamamen göz ardı etmek anlamına geldiğini güçlü bir şekilde vurguluyordu. Bir diğer yaygın iddia ise Fransa'da, devrimden hemen önce veya devrim sırasında “Les Illuminés” (Aydınlanmışlar) adını taşıyan gizemli bir Mason locasının var olduğu ve bu locanın da doğrudan Adam Weishaupt'ın kurduğu o meşhur Bavyera İlluminati'sinin bir uzantısı, bir şubesi olduğuydu. Bu iddiaya karşı çıkanlar ise Fransa'da bu isimle anılan, daha çok mistik ve teozofik eğilimlere sahip küçük bir Martinist grup olduğunu kabul ediyor. Ancak bu grubun Weishaupt'ın o son derece rasyonel, politik ve hatta ateist hedeflere sahip olan tarikatıyla hiçbir ideolojik veya örgütsel ilgisi olmadığını, isim benzerliğinin kasıtlı olarak çarpıtıldığını belirtiyordu.

Belki de o dönemde en çok ses getiren, en çok korku yaratan iddialardan biri de İlluminati'nin önde gelen ve en etkili üyelerinden biri olan, Weishaupt’ın sağ kolu olarak da bilinen Johann Joachim Christoph Bode'nin, Fransız Devrimi'ni bizzat tetiklemek, organize etmek ve Jakobenlere yol göstermek amacıyla 1787 yılında, yani devrimden sadece iki yıl önce, Paris'e son derece gizli ve önemli bir seyahat gerçekleştirdiğiydi. Bu iddia, İlluminati'nin Fransız Devrimi'ndeki o doğrudan, o kanlı parmağının “somut kanıtı” olarak büyük bir heyecanla sunuluyordu. Ancak daha sonra yapılan titiz tarihsel araştırmalar ve belgeler incelendiğinde, Bode'nin Paris'e yaptığı o meşhur seyahatin asıl amacının, zaten sona ermek üzere olan ve pek de önemli olmayan bir Mason kongresine katılmak olduğu ve Paris'teki kalış süresinin de son derece kısa olduğu, bir devrimi planlamak ve organize etmek için kesinlikle yeterli bir zaman ve zeminin bulunmadığı net bir şekilde anlaşılıyordu.

Bu erken dönem suçlamalar, bu yarı gerçek yarı kurgu ürkütücü anlatılar ve bu kasıtlı çarpıtmalar, Fransız Devrimi'nin yarattığı o derin kaos, o akıl almaz korku ve o toplumsal belirsizlik ortamında yeşeren, filizlenen İlluminati mitinin ilk ürkütücü filizleriydi. Ancak bu miti asıl besleyip büyütecek, onu kökleştirecek ve onu uluslararası bir fenomene, bir takıntıya dönüştürecek olanlar, kalemleri zehirli iki etkili ve karanlık yazar olacaktı: Fransız rahip Augustin Barruel ve İskoç bilim adamı John Robison. Onlar, İlluminati efsanesinin gerçek mimarları olacaklardı.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...