09 May 2025

Hindistan-Pakistan hattında kolonyal diplomasinin mirası

Güney Asya kıtasının iki nükleer gücü Hindistan ve Pakistan arasındaki gerilim sürüyor. İngiltere, eski sömürgeleri olan iki ülkenin birbirine düşmanlık beslemesini nasıl sağladı? Keşmir'in statüsüne dair belirsizliğin bitmesi neden güç? İki ülke arasındaki çekişme gelecekte nasıl seyredecek?

Hindistan-Pakistan arasında 20. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak sonu gelmeyecek şekilde devam eden gerginlikler ve askerî çatışmalara varan ihtilaflar günümüzde hâlâ sürüyor. Artık dünyadaki önemli “nükleer güçler” arasında da temsil edilen Güney Asya’nın kritik bu iki oyuncusunun giriştiği hamleler, tabiatıyla geniş bir coğrafyayı da tedirgin etmektedir.

Dinî ve etnik farklılıklara ilave olarak bu bölge için çatışmaların devam etmesinde reel-politik nedenler ve silahlanma yarışı gibi unsurlar ile uluslararası ortam da büyük rol oynar. Bilhassa Soğuk Savaş’ın iki kutuplu süreci, Hindistan ve Pakistan arasındaki düşmanlığı şiddetlendirmiş; Soğuk Savaş’ın bitişi ise çözüm umutlarını arttırmak yerine iki devletin de yükselen yerelleşme, ulusallaşma ve dine ve milliyete dayalı, esas unsur olan “insan”ı dışlayan sert argümanlar üretme yöntemleriyle en başta Keşmir’de ve diğer tartışmalı alanlardaki tezlerini, gerekirse Soğuk Savaş döneminin etkisiyle daha da geliştirilen nükleer silahların tehdidi altında savunabilecekleri gerçeğini dünyaya göstermiştir.

Bu iki ülke arasında çoğunlukla tartışmaları ve askerî ihtilafları başlatan ana konulardan biri ise “Keşmir bölgesi” üzerinden sürmektedir. Bu manada ihtilafa; bir bölgedeki etnik, dinî, politik ayrılıklardan öte, uzun dönemli çatışmaları körükleyen 19-20. yüzyıl kolonyal “İngiliz aklı” ve diplomasisi, 2. Dünya Savaşı sonrası bayrağı devretmiş göründüğü en önemli mirasçısı ABD ile bu aktörlere ilave diğer kayda değer uluslararası oyuncuların siyaset yapım tarzı üzerinden de yaklaşmak mümkündür.

“Batı-Hint İttifakı”nda tarihî ve kültürel arka planın önemi

Esasen İngilizlerin, 2. Dünya Savaşı sonrası “kolonyal bayrağı” veya daha popüler bir tabirle “geniş dünya siyasetinde pek çok sahada hâkim olma” siyasetini; ABD’ye, NATO ve türevi kurumların şemsiyesine büyük oranda devretmesi süreci için Hindistan-Pakistan sınır sorunlarının başlamasıyla hemen hemen aynı dönemlere denk gelecek şekilde, Kıbrıs Adası’nda, İsrail-Filistin hattında ve diğer pek çok irili ufaklı küresel ve bölgesel siyaset yapım siyasetinde benzer okumaları yapmak mümkündür. Bu durumda karşımıza çıkan ise çoğunlukla tek taraflı, ama kıvrak ve tabiatıyla kolonyal aklın ürünü bir diplomasi tarzı olacaktır.

İşte, İngilizlerin 20. yüzyılın ilk yarısında dünyanın pek çok diğer bölgesinde de gördüğümüz gibi -Güney Asya’da da sömürge yönetimlerinden çekilmesiyle- 1947 yılında Hindistan ve Pakistan’ın bağımsızlıklarını elde etmeleriyle bağlantılı şekilde ilk ihtilafların da başladığı dikkati çeker. Kuzeyinde Afganistan ve Çin, batı ve güneybatısında Pakistan, güneydoğusunda Hindistan ve kuzeydoğusunda Tibet’in yer aldığı Güney Asya’nın kritik bir kesişim noktasında yer alan Keşmir bölgesindeki sorununun resmî olarak telaffuz edilmeye başlaması da bu dönemde belirginleşir. Genel olarak kabul edilen görüşe göre, halkının %80’i Müslüman olan “Cammu Keşmir” eyaletini yöneten Hindu Vali Mihrace Hari Singh’in, halkın önemli bir kısmının muhalefetine rağmen, Hindistan’a katılma kararı alması bu sorun için temel başlangıç noktasıdır.

Bu çerçevede, tarihî ve kültürel arka planda, Hint alt kıtası olarak literatüre geçen bölgede, 19. yüzyılda artarak süren İngiliz etkisi ve günümüzde Batı’nın pasif ama etkili desteğiyle Hindistan’ın da baskın hâle gelen “kültürel hegemonya” politikaları dikkati çeker. Belki de aynı nedenledir ki binlerce yıl bu bölgede hâkim olan, kendini esasen “Türk” olarak tanıtan hükümdarlardan ve Türk kültürü gibi hususlardan da bahsetmek artık fiiliyatta çok mümkün görünmemektedir. Bu bağlamda, başta Babürlüler (1526-1857) olmak üzere Türk olarak tanımlanan ancak Hint kaynaklarında daha çok Farsçadan türetilen “Mughal” veya daha ötesinde “Moğol istilacılar” olarak nitelenen yöneticileri, “yüksek Hint kültürü” altında bölge tarihinde tamamen yok saymak; günümüzde bilhassa hâkim Batı akademisi ve kaynakçası altında oldukça desteklenen ve itibar gören ortak bir anlayış hâline gelmiş, bunun aksi görüş üretmek ise -tabiri caizse- Batı-Hint Oryantalizmi ortaklığında, “hafife alınmaya” devam etmiştir.

Bu durumla bağlantılı olarak Babür Bahadır Şah’ın 1857’de İngilizlere yenilmesiyle başlayan sömürü ve sömürgecilik üzerine kurulu anlayış, günümüz Batı-merkezli kaynakçasıyla Hint alt kıtası tarihçiliğini ve siyasi manada Keşmir gibi bölgelerde beliren güvenlik sorunlarının arkasında yatan mantalite ve argümanları da anlamada önemli yer tutar.

İngiliz kolonyal diplomasisi tarih ve kültürü nasıl kullanıyor?

Belirttiğimiz üzere sorunun çok da uzak olmayan geçmişinde İngiltere’nin, bölgede kendi için “akılcı” ve “kıvrak” ama uzun vadede “çatışma körükleyici” kolonyal politikaları yatmaktadır. Ticari emelleri herkesçe bilinen İngiliz İmparatorluğu 17. yüzyılda başladığı ve 18. yüzyılda “Doğu Hint Kumpanyası” ile hız verdiği çalışmalarında önce Hint alt kıtasında yer alan Babür İmparatorluğu’nun egemenliğini sarsmış ve hâkimiyetini ilan etmeye başlamıştır. Babür İmparatorluğu’nun gücünün zayıflaması ile de Ahmed Şah Durani liderliğinde Afganlar Keşmir bölgesini 1752’te ele geçirmiştir. Bozulan istikrar ortamında, 1819’da Pencaplı Sihler, 1846’da ise İngilizler bölgede hâkim güçler olmuşlardır.

İngilizlerin izlediği siyasette, bölgede ticaretten dil ve kültür politikalarına kadar her alanda “hâkimiyeti koruma” en önemli hedef olarak karşımıza çıkarken, bu yönde atılan pragmatik adımlar çerçevesinde, örneğin Keşmir’in güneyindeki Cammu eyaletinin, Hindu lider Gulab Singh’e 1846’daki Amritsar Antlaşması ile 7.500.000 pound’a satılmasında sakınca görülmemiştir. Singh aslında İngilizleri arkasına alarak bölgede yeni bir yönetim başlatacak ve pek çok kaynağa göre Keşmir halkının huzursuzluğu bu tarihten sonra artarak devam edecektir.

İngiltere’ye karşı oluşan sömürge karşıtı aktiviteler ise 20. yüzyılın başlarında kendini hissettirmeye başlamıştır. 1885 yılında İngiltere’ye karşı Hindistan Ulusal Kongresi bağımsızlık fitilini ateşlerken; 1906 yılında olası bir bağımsızlıkta Hindu egemenliğinden çekinen Müslüman nüfus Müslüman Ligi’ni oluşturarak Hindulardan ayrı bağımsız bir devlet kurma emellerinin sinyalini vermişlerdir.

Sömürge dönemleri sonrası bağımsızlıkların elde edilmesi akabinde ise dünyanın pek çok yerinde görülen “cetvelle sınır çizme ve ülke yaratma” sendromuna Güney Asya’da da rastlanmış, buna bağlı oluşan göç karmaşasında ise “ortada kalan” en önemli konu yine Keşmir olmuştur. Keşmir, hâlen taraflardan yaklaşık 1 milyon güvenlik gücüyle, dünyada belki de kişi başına düşen en fazla askeri barındırmakta; buna rağmen dünya siyasetinde “askerî varlığın güvenlik manasına gelmediği” en başat örneklemlerden birini teşkil etmektedir.  

Hindistan’ın görece güç ve avantaj sağladığı hususlar

ABD’de yaşanan 11 Eylül 2001 terör saldırıları, dünya dengelerinde belirli değişimlere yol açarken bunun Hindistan-Pakistan ilişkilerini ve Keşmir gibi kemikleşmiş sorunları etkilemesi doğal karşılanabilir. Bu tarihten sonra özellikle “radikalleştirme” ve “marjinalleştirme” siyasetinde Müslüman gruplara olan tepkiler; kendilerini dünya genelinde daha “otantik” veya “ılıman” gösteren, diğer bir deyişle daha istikrarlı bir “kamu diplomasisi” yürüten, Hindistan kanadından artarak devam etmiştir. Bu dönemde Hindistan, Afganistan’daki Taliban rejiminin de zamanında Keşmir’de olaylara katılan Müslüman gruplar ile birlikte Pakistan’la yakın ilişkileri olduğunu sıkça dile getirmiştir. Keşmirli grupların resmî binalara saldırması ve sivil ve askerî can/mal kayıplarına neden olan eylemlerle de tansiyon daha da artmıştır.

Bu çerçevede, Pakistan’da kimi zaman hâkim olan siyaseten görece istikrarsız ortama rağmen kimilerine göre mevcut durumda 2014’ten bu yana Başbakan olarak Hindistan’ın başında bulunan Narendra Modi, bu ülkenin gerek iç gerek dış politikada etkinliğini artırmaya devam etmektedir. “Popülist” ve “aşırı milliyetçi” gibi sıfatların da zaman zaman kendisine karşı kullanıldığı Modi iktidarının Hindistan’ın Keşmir özelinde de son 10 yıllık dönemde etki ve baskı gücünü artırdığı açık bir gerçek olarak ortadadır.

Modi politikalarını destekler surette, tarihindeki en büyük “başarısızlıklarından” birinin Pakistan’ın kurulması ve bu yolla devam eden Keşmir meselesi gibi sorunlarda gören Hint kamuoyu ve birçok önde gelen Hindu kanaat önderine göre de kozmopolit yapıyı ayrılıkçılık yönünde tehdit edecek başka bir gelişmeye izin verilmeyecektir. Hindistan’ın temel tezi kontrolü altındaki çok-etnisiteli ve çok-dinli alanlarda kargaşa olmadığıdır. Ancak bu bölgelere çoğu zaman tarafsız gözlemci veya gazetecilerin girmesine izin vermemesine uygun sebepler de sunamamaktadır.

Hindistan-Pakistan hattında gelecekte neler yaşanabilir?

Son yıllarda yoğunlaştırarak sürdürdüğü baskı politikalarına rağmen Hindistan’ın, yükselen “İslam karşıtı” fikirlerin etkisinde ve 2000’li yıllar mevcut uluslararası politik dengeleri göz önüne alındığında, dünyada aynı İsrail’in mevcut yıkıcılığına gösterilen “sessizlik”te olduğu gibi, başta Batı dünyasından olmak üzere ağır yaptırımlarla karşılaşmayacağını söylemek zor bir tahmin olmaz. Özellikle ABD kanadından Trump yönetiminde de süren, Hindistan’a yollanan olumlu sinyaller dikkat çekicidir. Filistin’de son dönemde artırarak uyguladığı zulümle dünyadaki tüm insani dengeleri alt üst eden İsrail yönetiminin, belki de “ABD’nin en başarılı uydu devleti” konumunda, Hindistan’la yürüttüğü yoğun mekik diplomasisi ve silah ticareti de bu konuda diğer bir örneği teşkil edebilir.

ABD'nin son dönemde Hindistan yanlısı tavır sergilemesinin en önemli boyutunu ise şüphesiz “Çin-ABD karşıtlığı” oluşturmaktadır. Bilindiği üzere ABD-Çin arasında artık iyice telaffuz edilmeye başlayan olası rekabet senaryosu artık iyice hayata geçmiştir. ABD'nin Asya'da güçlü bir müttefike ihtiyacı kaçınılmazken, Hindistan'ın da Çin'le bitmeyen sınır problemleri olduğu göz önüne alındığında, buradan çıkarılabilecek mantıklı bir sonuç; ABD’nin bu iki ülke arasındaki problemleri kendi hesabına kullanarak Hindistan'ı yanına çekmeye istekli olması ve söz konusu ittifakını Çin aleyhine kullanmak istemesi olabilecektir.

Öte yandan yukarıda kısaca özetlenen mevcut durumun, diğer kritik bir oyuncu olan Pakistan’ın, bilhassa 1955-Bağdat Paktı (1959 itibarıyla “CENTO- Central Treaty Organisation, Merkezî Antlaşma Teşkilatı”) ertesi ve Soğuk Savaş dönemi boyunca hep yakın durduğu “ABD şemsiyesi”nden daha da uzaklaşmasına, hatta tamamen koparak Çin merceğiyle uyumlu dış politika geliştirmesine yol açabileceği artık bir sır olmaktan çıkmıştır.

Bunun yanında, bölgede ve geniş Avrasya’da SSCB sonrası etkin olmayı ilke edinen Rusya Federasyonu ve “Kuşak ve Yol Projesi” gibi Amerika’yı çok da memnun etmeyen kapsamlı projelerine ve ticari ortaklıklarına devam eden Çin’in öncülüğünde, BRICS ve Şangay İş Birliği Örgütü (ŞİÖ) gibi yeni nesil çok kutupluluğun sembolü olan kurumlar da sorunun gidişatında belirleyici hâle gelebilecek midir; bunu zaman gösterecektir. Nitekim BRICS üyeliği yolunda Hindistan vetosuyla karşı karşıya kalmaya devam eden Pakistan, yine de 2017 yılında Hindistan’la aynı anda ŞİÖ’ye dâhil olabilmiş ve anlaşmazlıklarda çok taraflı mekanizmaları kullanmayı hâlen masada tutabilmiştir. Tarafların bu surette, yoğun askerî gidişata rağmen diyalog kapısını uluslararası platformlarda zaman zaman açık bırakabildikleri gerçeği ışığında, Birleşmiş Milletler gibi “en kapsayıcı” ve “en tarafsız” statüde görülmesi gereken evrensel oluşumlara, en azından insanlığın girdiği bu yeni çatışmalı dönemde, her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulduğu ise açık bir gerçektir.

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...