20 June 2025

G7: Tek-taraflı Batı merkezli bir oluşum

Soğuk Savaş'ın ortasında doğan G7; artık küresel çözümden çok, Batı'nın tek-taraflı reflekslerinin simgesi mi? Son Kanada Zirvesi, özellikle Orta Doğu krizleri ve Trump’ın çıkışı bu soruyu yeniden gündeme taşıyor.

G7 (Group of Seven), dünyanın gelişmiş yedi ekonomisinin Soğuk Savaş döneminin tam ortasında 1975 yılında meydana getirdiği, küresel ekonomik ve siyasi meselelerin görüşülerek bir konsensüs -yani ortak karar verme- amacı güden gayriresmî bir hükûmetler arası platform olarak tasarlanmıştır. Soğuk Savaş sonrasında ise ABD öncülüğünde “Batı”nın liderliğinin bir simgesi olarak da düşünülebilecek oluşum, daha sonra üyelikten çıkarılacaksa da bir süre yeni ortakları olarak Rusya’yı dahi aralarına almış, uluslararası basının daha da yakında takip etmeye başladığı bir nitelik kazanmıştır.

Öte yandan, İsrail’in İran’a başlattığı saldırıların gölgesinde, 15-17 Haziran 2025 tarihlerinde Kanada’da gerçekleşen son zirvede bekleneceği üzere, İsrail’in uzun dönemdir geniş bir bölgede sürdürdüğü saldırgan hareket tarzını bir bakıma meşrulaştıran bir oydaşmanın G7 içinde devam ettiği dikkat çekmiştir. Her ne kadar başta nükleer çalışmaları marjında şeffaf ve demokratik siyaset için kayda değer eksikleri olsa da İran’ın -âdeta saldırıya uğrayan taraf değilmişçesine- G7 içinden bu ülkeye yönelik çıkan ortak karşı tutum satır aralarından okunmuştur.

Ama işi daha ilginç kılan ise en başat güç konumundaki ABD Başkanı Trump’ın göreve geldiği günden bu yana izlediği kendine has klasik diplomasi kalıplarının çok ötesinde tarzı, son zirve toplantısında da göstermesi oldu. Trump, Zirve Ortak Beyanı’nı beklemeden, “Çok daha büyük işler bekliyor” söylemiyle bir anda toplantıdan ayrıldı ve uçakta basına, başta Fransa Cumhurbaşkanı Macron olmak üzere, diğer üye ülke liderleri hakkında da diplomatik tarzla uyumsuz bazı ifadeler kullanmaktan bir kez daha çekinmedi.  

Esasen, iktisadi serbest piyasanın hamiliği ve Batı değerleri uğruna başta Filistin olmak üzere, dünyadaki pek çok bölgede devam eden gayriinsani eylemin çözümünde etkin olmaktan çok uzak görünen G7 gibi bir oluşum, 20. yüzyıla ait “çok-taraflı”, hatta “küresel olma” iddiasıyla kurulan ama git gide daha “pervasız bir tek-taraflılık” sarmalına giren bu gibi platformların varoluş nedenlerinin tekrar düşünülmesini ve irdelenmesini beraberinde getirmektedir.

G7 nasıl doğdu?

“Ortak Avrupa ruhu” için 2. Dünya Savaşı sonrası öncül hareketlenmeyi yaratan, dünya savaşları öncesi ezeli rakipleri Fransa ve Almanya’nın ön almasıyla kurulan diğer bir oluşum olan G7; esasen ilk olarak Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Birleşik Krallık, ABD’yle G6 olarak doğmuş, 1976’da Kanada’nın katılmasıyla ise bugünkü hâline gelmiştir. Sovyetler’in dağılmasıyla Batı’nın özellikle 90’lar boyunca “yeni gözdesi” Rusya da 1998’de üye yapılıp oluşum G8 hâline getirildiyse de Putin dönemi, 2000’lerde belirgin şekilde sertleşen Rus politikaları ve 2014’te Kırım’ın ilhakı sonrası Rusya, platformdan çıkarılmış ve G7 formatına geri dönülmüştür.

G7 protokolü çerçevesinde, her yıl bir üye ülkenin ev sahipliğinde düzenlenen, gündeminin esasen sürpriz bir duruma bırakılmayıp önceden belirlendiği ancak son İran krizinden de görüleceği üzere, küresel gelişmeler doğrultusunda esnek davranılıp kararlar alınabilen zirveler, prensip olarak Bakanlar veya bürokratlar değil, sadece liderler düzeyinde gerçekleştirilir (Cumhurbaşkanları/Devlet Başkanları/Başbakanlar) ve bu surette açıklanan sonuç bildirgesi bağlayıcı olmasa da politik mesaj ve görünürlük açısından önemli bir nitelik taşır.

Başlangıçta daha çok ekonomik olan, bir nevi Soğuk Savaş dönemi liberal ve piyasa değerlerini sosyalist rejimlerin üstünde görerek güç alan ve istikrarlı büyüme konularına odaklanan G7’nin amacı zamanla giderek genişlemiş ve daha siyasi manalar kazanmıştır: Özellikle petrol krizlerinden sonra öncelikli hâle gelen “enerji güvenliği”, finansal düzenlemeler, uluslararası piyasa güvenliği, serbest ticareti desteklemek ve korumacılıkla mücadele etmek temel görüşme konuları arasında değişmezken; son dönem siber güvenlik, terörle mücadele, göç, Rusya-Ukrayna Savaşı gibi siyasi konular ile Orta Doğu merkezli bölgesel ve uluslararası krizler hakkında da tüm taraf ülke liderlerinin ortak beyan açıklamaları için fırsat yaratıldığı gözlenmektedir.

Küresel gücü azalan bir yapı olarak G7

G7 oluşuma getirilen en temel eleştiri ise şüphesiz demokratik meşruiyet ve kapsayıcılık anlamındadır. Her biri demokratik açıdan en ileri sistemlerin temsilcileri olarak kendilerini addetseler de âdeta günümüzde hâlâ %50 altı katılım oranıyla gerçekleşen pek çok Avrupa ülkesindeki seçim deneyimindeki gibi bir “temsil sorunu”nun G7’nin de temel açmazını işaret ettiği kaydedilebilir. Zira dünyayı ilgilendiren meselelerde, dünyanın önemli bir bölümünün kararlarına katılımıyla ilgisi olmayan, siyaset teorisinde sıkça konu edilen “elit zümre”nin varlığına bağlı bir mantıkla mevcudiyetini sürdüren oluşum, tartışma ve fikir paylaşma zeminlerinin iyiden iyiye pekiştiği günümüz post-modern beşerî atmosferinde, şüphesiz geçmiş modern dönem kredisinden ve itibarından tüketmeye devam etmektedir.

Nitekim G7, dünyada gelişmenin ve refahın önünü açan ve pek çok yeni buluşa zemin hazırlayan Soğuk Savaş sonrası küreselleşmesinin başat aktörlerinden biri olarak algılanmıştı. Ancak kararlarının bağlayıcı olmaması, sadece iyi niyet beyanı olarak görülmesi önemli bir sorunu olarak kalırken, bazı hassas siyasal ve sosyal mevzularda, örneğin Orta Doğu’daki son krizli alanlarda, öncelikle saldırgan ve tartışmalı bir aktörün (İsrail'in) güvenliğini merkezde tutan değişmez bir çizgi izlemeleri varoluşsal açıdan bu gibi bir kurumu temsil ettiğini iddia ettiği insani ve liberal felsefeden iyiden iyiye uzaklaştırdı. Bilhassa eleştirel genç nesillerin git gide daha da ses yükseltebildiği bir çağda daha fazla zemin kaybeden bir “G7 felsefesi”nden bahsetmek mümkün.

Diğer bir deyişle, belki Soğuk Savaş dönemi zihniyetiyle kurulurken, belli bir elit/yönetici zümrenin “kapalı kapı diplomasisi” anlayışıyla yürüttükleri imaj çalışması veya “Batı Kulübü” niteliğindeki faaliyetler, G7 için -en azından içinde bulunduğumuz bu yeni dönemde- güç kazandırmayacaktır. Hele ki başta Çin gibi yükselen ekonomilerin dışarıda kalması ve bu yeni güçlere bir o kadar kayıtsız kalınması vizyoner bir G7 projeksiyonu çizilmesini baştan engellemekte, hatta kapsayıcılık pergelini daha da açabileceğini gösteren ve bir bakıma “Batı-dışılığın simgesi” hâline gelebilecek BRICS gibi rakip oluşumların önünü daha da açmaktadır.

G7’nin belirsizlikle dolu yakın geleceği

Almanya’nın çiçeği burnunda yeni Şansölyesi Friedrich Merz’in Kanada’daki son G7 Zirvesi’nden dönüşte ülkesinde basına verdiği bir demeç, G7’nin kurucu fikriyatını üstlenen bir ülkedeki zihniyet hakkında -genel bir çıkarım olmasa da- önemli bir ipucu vermektedir. Merz, Orta Doğu’daki son krizli alanlar hakkında bilhassa İran’a yönelik saldırılarda, İsrail’e bir kez daha toz kondurmayarak, yaşananları “İsrail'in hepimiz için yaptığı kirli bir iş” olarak özetlemiştir. Merz bu surette bilinçli veya bilinçsiz olarak, keza siyasi literatüre girmiş çok bilinen bir kalıba uygun surette, soykırım kurbanı bir halka kimilerine göre “apar topar” kurdurulan İsrail devletinin, 2. Dünya Savaşı sonrası bu defa kullanışlı bir “aparat” hâline getirildiğini açık bir şekilde herkesle paylaşmıştır. Fransa Cumhurbaşkanı Macron gibi liderler görece daha dengeli, insani ve diplomatik bir oyuncu olarak birliğe ses verirken, şüphesiz tüm G7 oluşumunu Merz gibi tümüyle aklıselimden uzak görmek de en azından bazı alanlarda hala doğru olmayacaktır.

Ancak yine de kültürün, bölgeselliğin ve insanlar arasındaki farkındalığın ve tabiatıyla dijital alanın Soğuk Savaş sonrası gittikçe genişlemesiyle tek-taraflı G7 hareket tarzı ve açıklamalarının âdeta fabrikadan çıkan, bir dönem Sovyet otoriterliği altındaki “modernist tek-tipleştirme” mantığına benzer surette, bu defa Batı adına, daha post-modern zeminde ama aynı mantıkla, gerek iktisadi gerek siyasi gelişmeler için devam ettirilmeye çalışıldığı, bunun bu platform altında üretilen ve geniş kamuoyuyla paylaşılan argümanları ve liderlerin açıklamalarını da kısır ve doyurucu olmaktan uzak kıldığı son söz olarak ifade edilebilir.

ABD Başkanı Trump’ın ise bu esnada sadece son zirvede değil, G7 oluşumuna ve hareket tarzına, bir önceki başkanlığı döneminde de tabiri caizse mesafeli ve bir bakıma tepkili durduğu bilinmekteyken, genel manada Trump tarzı tek-taraflı siyasetin ve bölgesel ve ulusal retoriklerin 90’ların küresel argümanlarından çok daha üstünde değerlendirildiği bir periyoda girmiş durumda olduğumuzu da kabul etmeliyiz. Bu tür liderler için ikili zeminde direkt görüşmeler her zaman daha efektif ve karlı görünmekte; sadece G7 değil, NATO, Birleşmiş Milletler (BM) gibi pek çok farklı “çok-taraflı kurum” ise “faydasız, yavaş ve gereksiz masraf üreten yapılar” olarak tanımlanabilmektedir.

Bu manada öncelikle G7, hatta AB gibi daha elit ve seçkinci addedilen ve kimi diğer “Batı-dışı” aktörleri hep “oyun dışı” bırakmalarıyla bilinen sınırlı örgüt ve oluşumların acilen toparlanması için vakit çoktan gelmiştir. Bu açıdan ilk atılması gereken hamlelerden biri de “kapsayıcılık” açısından gerçek manada bir oydaşma ve mutabakat zemini olarak seçilmesi gereken BM ve bağlı kuruluşlarının itibarının, başta bu tür daha kısıtlı görünen oluşumlar tarafından korunmasıdır. Bu bağlamda BM’nin evrensel etkileri bariz ve gerçek manada çok-taraflı şekilde alınan kararlarının, hiyerarşik manada G7 gibi daha kısıtlı ve tek-taraflı bir yapıda oluşan çıkarların üstünde konumlandırılması ve savunulması, uluslararası ortam adına daha ümitvar kalabilmemizi teminen elzem görünmektedir.

 
 
 

Podcast

19 December 2023
Doç. Dr. Hasan T. Kerimoğlu
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
28:19
0:01

Url kopyalanmıştır...