Dünya İnsan Hakları Günü: Sözde mi? Özde mi?
Bu yıl savaşların gölgesinde kutlanan Dünya İnsan Hakları Günü pek çok soruyu beraberinde getirdi. Hak ihlalleri neden sürüyor? Bildirgenin bazı maddelerini araçsallaştırarak zayıf ülkelere karşı “silah” olarak kullanan ülkeler kim? Türkiye’nin ısrarla vurguladığı reform süreci neden önemli?
10 Aralık 1948'de Birleşmiş Milletler (BM) öncülüğünde kabul edilen İnsan Hakları Beyannamesi, diğer bir ismiyle İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB veya uluslararası literatürdeki hâliyle “Universal Declaration of Human Rights”- UDHR) onuruna her yıl aynı tarih, “İnsan Hakları Günü” olarak kutlanıyor. Bilhassa 2. Dünya Savaşı (1939-1945) gibi milyonlarca insanın hayatına mal olan ve o tarihe kadar görülmemiş düzeyde büyük bir kaybı ve mezalimi işaret eden bu gibi hadiselerin bir daha tekrarlanmaması adına “insan”a “insan onuru”na ve “insan yaşamı”na verilen değer, anılan kapsamlı bildirge yoluyla hâlen dünya üzerindeki tüm ülkeler ve halkları tarafından -en azından teorik düzlemde de olsa- kabul görüyor.
Reel düzlemde ise şüphesiz her yönden mezalim, acı ve insan yaşamına ve onuruna saldırılar bitmedi. Kıta ve coğrafya farkı gözetmeksizin, Amerika’dan Asya’ya, Orta Doğu’dan Afrika’ya hâlen pek çok bölgede, çoğunluğu günümüz modern ve post-modern iletişim araçlarına dahi yansımayan, nice acı hikâye ve hak ihlali yaşanmaya devam ediyor. Suriye’deki eski rejimin ardından uluslararası basına yansıyan başta hapishane ve işkence alanları olmak üzere dehşet görüntüleri, “devlet aygıtının insan kutsiyetinden ayrı düşünülmesi” neticesinde karşılaşılabilecek en üst boyuttaki sorunsalı bizlere en güncel şekilde yanı başımızdan kanıtlamaktadır.
Beyannameye kısa bir bakış: Ekonomik haklar mı, yoksa siyasi haklar mı önemli?
İHEB hâlen “insan hakları” alanındaki çalışmalarda teorik ve pratik manada ana metin olma özelliğini koruyor (orijinal metin için: https://www.un.org/en/about-us/universal-declaration-of-human-rights).
30 maddeden oluşan bildirgenin ilk 20’ye yakını, yani kabaca üçte ikisi “siyasi ve bireysel haklar” olarak nitelenen, yaşam, düşünce özgürlüğü ile ırk, din, dil temelli ayrımlara karşı şekillenirken son maddeleri ise daha iktisadi ve daha sosyal haklar olarak tanımlanabilecek, çalışma, dinlenme, eğitim ve sendikal haklar gibi hususlarla belirlenir.
Ekonomik ve sosyal hak savucuları, düşünce ve fikir hürriyeti gibi “soyut” düzlemdeki demokratik haklara göre daha “materyal” bir tabandan, diğer bir deyişle “insanların ihtiyaçları olduğu” ve bu ihtiyaçlardan memnuniyet duymadan, siyasi ve sivil haklara (veya diğer bir ismiyle geleneksel “doğal haklara”) ulaşamayacakları savından hareket ederler. “Gıda hakkı”, “barınma hakkı” veya “çalışma hakkı” gibi temel bir statüye sahip olunması için genel olarak bireyin diğer bir tarafın yardımına/desteğine, başka bir deyişle pozitif müdahalesine, ihtiyaç duyduğu bu haklar “pozitif haklar” olarak bilinirler. Başkasının müdahalesine ihtiyaç duyulmadığı, yani bireyin sadece insan olmasından kaynaklı tekil hakları olan yaşama, düşünme gibi haklarından ise bu surette ayrışırlar. “Negatif haklar” ise mana olarak yanlış anlaşılmaya açık olsa da müdahaleden muaf konumuyla “gölge etme başka ihsan istemez” deyişiyle paralel özelliği işaret eder ve doğumumuzla başlayan “klasik” veya “doğal” haklarımızın özüdür.
İnsan hakları felsefesinde gözle görülür sarsılma
Bildirgedeki bir bakıma felsefe tartışmalarına konu bu boyutun, yani siyasi/sivil ve ekonomik/sosyal haklar arasındaki farklılığın bazı tartışma alanlarına sebebiyet verdiği ve günün sonunda kimi zaman insanı değil, devleti ve türevi kurumları güçlendirdiğini söylemek ise yanlış olmayacaktır. Örneğin, Soğuk Savaş'ın keskin iki kutbu arasındaki çatışma, siyasi haklar ile ekonomik ve sosyal hakların savunucusu olarak da iki farklı grubun doğmasına yol açtı. Bir blokta, sosyalist yönetim tarzını benimseyen, diğer bir deyişle ülkelerinde mevcut eşit ekonomik ve sosyal dağıtım prensipleriyle herkesin daha “eşit” olduğunu iddiasındaki Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi ülkelere karşı, ABD'nin başını çektiği Batı Bloku, siyasi hakların münhasır temsilcisi olarak tartışmayı demokratik ve insani yönetim tarzları üzerinden yürütmeyi sürdürdüler. İnsan hakları felsefesindeki sarsılma, bu haklar içinde belli bazı kesimlerin siyasi/politik, diğer bazı kesimlerin ise ekonomik/sosyal taraflara ağırlık vermesiyle ve her bir tarafın diğerinin “açığını aradığı” 20. yüzyıl diplomasi oyunlarından günümüze gittikçe derinleşmeye başladı.
Esasen, bildirge içinde de tüm hakların hiç birinin bir birinden ayrılamayacağı, başka bir deyişle "bölünemez" olduğu ifade edilse de birçok ülkenin bildirgenin bir veya birkaç maddesini araçsallaştırarak diğerine karşı âdeta "silah" olarak kullanması, o esnada kendi ülkelerinde vuku bulmaya devam eden İHEB’in diğer maddelerinde yazılı hususların açık ihlaline ise göz yumarak saklamaya devam etmeleri; anılan bildirgenin imzalandığı günden bu yana geçen 76 yılda büyük oranda zarar görmesine sebebiyet verdi. Bu zarar aslında hem teorik “insan hakları” kavramına hem de 2. Dünya Savaşı sonrası ilk büyük başarısını bu aşamada elde eden Birleşmiş Milletler mekanizmasına tesir etti.
İHEB’in imzalanmasının ardından etkilerinin ortaya çıktığı 20. yüzyılın ikinci yarısına dönüp bakıldığında Sovyetler Birliği, Çin Halk Cumhuriyeti ve diğer pek çok başat ülkede fikirsel ve ideolojik baskının sürdüğünü ancak bel bağlanan pek çok Batı ülkesinde de durumun çok iç açıcı olmadığı dikkati çeker. 1950’li ve 80’li yıllar arasında Afro-Amerikalılara ve siyahi nüfusa Amerika'da uygulanan çoğu zaman subliminal, bazen de gayet açık ve doğrudan düşmanca tavırlar; Amerikan temsilcilerinin söylediklerinin aksine sadece karşı kampta değil, Batı kampında da İHEB’in öz anlamından uzak olunduğunu gösteriyordu.
İnsan hakları felsefesine önem veren ülkelere bir bakış
Şüphesiz başta Nazi zulmü olmak üzere yaşadıkları acılarla bir nebze de olsa “akıllanmış” farz edilen ve esasen pratik düzlemde kurdukları Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği ve İnsan Hakları Mahkemesi gibi kurumlarla bu durumu tescilleyen Avrupa ülkelerinin çoğunluğu ise 20. yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar -anılan kurumsallaşmanın da etkisiyle, hatta taşınan “Avrupa üstüncülüğü” gözlüğüyle kimi gruplara karşı küçümser siyaset anlayışlarına rağmen- birey hakları ve ekonomik, sosyal haklar bakımından da dünyada en ileri seviyede söz sahibi durumundadırlar.
Bu noktada altı çizilmesi gereken diğer önemli bir husus, 18. yüzyılda Avrupa medeniyetinden büyük oranda ödünç aldıklarıyla oluşturdukları sistemle ABD’nin, âdeta “sui generic”, yani kendine has bir tavırla, kimi zaman bazı hedeflerine karşı Avrupa’nın kolonyal dönemine ait “beyaz ırkçılığı” ve “üstüncüğünü” fikriyatına sarıldığı, kimi zaman ise sinemasından müziğine tüm popüler kültüründe “confession—culture” olarak nitelenebilecek günahlarıyla veya hatalarıyla yüzleşmeyi en iyi başaran ülke hâline de gelebildiği gerçeğidir.
Bu nedenledir ki başta Amerikan akademik dünyası ve kültür endüstrisinde olmak üzere girişilen “kabahatleriyle kimse müdahale etmeden hesaplaşabilme becerisi”, 20. ve devam eden 21. yüzyılda, Hiroşima ve Nagazaki’den Vietnam ve Orta Doğu’ya pek çok mezalimin arkasındaki Amerikan düşünce pratiğini -diğer alanlara benzer şekilde- “insan hakları” felsefesinde de hâlihazırda bir adım önde tutar vaziyettedir.
Vazgeçilemeyecek bir aktör: BM
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in bu 10 Aralık’ta da tekrarladığı üzere tüm insan hakları -ister siyasi ister ekonomik ve sosyal olsun- “indivisible”, yani bölünemez ve birbirinden ayrılamaz statüdedir. Bazı ülkelerde, bir dönem Sovyetler Birliği örneğine benzer şekilde ideolojik bir ekonomik düzeni bahane ederek “iktisadi dağıtımda herkesin eşit olduğu” iddiasındayken o esnada nüfusun büyük oranının temel ihtiyaçlarından dahi mahrum kalmaları ne kadar kabul edilemezse, siyasi liberalizmin ve düşünce hayatının en üst düzeyde “özgür” olduğu birtakım Batı ülkelerinde halkın bir kesiminin ekonomik ve sosyal hiçbir koruma kalkanı altında bulunmaması ve esasen bu kesimlerin doğumlarından itibaren “şanssız kesimler” içinde mahkûm bırakılarak farklı bir hak ihlali tablosunun ortaya çıkması da aynı derecede kabul edilemezdir.
Ulus devletlerin bu açmazlarını ve kimi zaman “rasyonalite” adına yıkıcı bir çıkarcılık peşinde koşmalarını önlemek adına Birleşmiş Milletler hâlen elimizdeki en etkin ve yapıcı örgüttür. “Güvenlik Konseyi” adı altında çok kısıtlı bazı ülkelere verilen imtiyazlara ve diplomasi koridorlarının çoğu zaman aynı düzlemde birleşen, “ulus devleti merkezleyen” ve “insanı alt sıralarda bırakan” yaklaşımlarından zarar görse de BM bu anlamda önemlidir. Kurumsal açmazlarına rağmen eleştirilmeyi, hatta Filistin’deki dramı cesurca dile getirdiği için İsrail gibi ülkelerce “istenmeyen kişi” ilan edilmeyi dahi göze alan mevcut Genel Sekreter António Guterres gibi yapıcı bürokratlara ve uluslararası memurlara da her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulduğu bir dönem içindeyiz.
Yeni dönemde Türkiye gibi güçlenen yeni oyuncuların da sürekli surette vurguladığı reform sürecini yaşanmasını umduğumuz BM yapısı içinde temel metinlerden biri konumundaki İHEB ise bu bağlamda başat önemini koruyor. Her yıl içinde bulunduğumuz Aralık ayının 10’unda değil, esasen her gün gündemimizde yer almaya devam etmesi gereken “haklar” perspektifi, şüphesiz yakın gelecekte önümüzde duracak pek çok sorunu aşmak için de anahtar rolünü koruyacaktır.
Son söz olarak söylenmesi gereken ise her ne kadar çoğu konudaki güncel terminolojide görüleceği üzere, İnsan Hakları terminolojisinde de temel metinler, çoğu zaman Batı menşeli olaylar ve salt Batılı kaynaklarca belirleniyor görünse dahi (1215-Magna Carta, 1776-ABD Bağımsızlık Bildirgesi, 1789-Fransız İhtilâli, 1950-Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi vb.), “insan”a dair temel fikriyatın günümüz farklı coğrafyalarında daha derinden özümsendiği ve günümüz dijital evreninde herkesin en az Batılılar kadar bu kavramın gelişimine katkıda bulunmaya devam ettiği gerçeğidir. Ne Batı’nın ne Doğu’nun, “insan”ı gerçek manada tam anlamıyla koruyamıyor olduğu sürece evrensel bilinçlenmenin -aynı bildirgede altı çizildiği şekilde- güçlenerek süreceği açık bir gerçektir.
Sesler ve Ezgiler
“Sesler ve Ezgiler” adlı podcast serimizde hayatımıza eşlik eden melodiler üzerine sohbet ediyor; müziğin yapısına, türlerine, tarihine, kültürel dinamiklerine değiniyoruz. Müzikologlar, sosyologlar, müzisyenler ile her bölümü şenlendiriyor; müziğin farklı veçhelerine birlikte bakıyoruz. Melodilerin akışında notaların derinliğine iniyoruz.
Darbeler, İhanetler ve İsyanlar
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyetine miras kalan darbeci zihniyete odaklanarak tarihi seyir içerisinde meydana gelen darbeleri, ihanetleri ve isyanları Doç. Dr. Hasan Taner Kerimoğlu rehberliğinde değerlendiriyoruz.